SON yüzyılın dilimize yerleştirdiği kavramlar arasında
kendisine ilk sıralarda yer bulan “küresel” ifadesi, önüne geldiği her kelimeyi
büyütmüş, endişelendirmiş, kaygıya ve korkuya sebebiyet vermiştir; “küresel göç
dalgası”, “küresel salgın”, “küresel lojistik kriz”, “küresel çip krizi”, “küresel
iklim değişikliği” ve “küresel ekonomik kriz” bunlardan öne çıkanları…
Bahsi geçen küreselci sorunlar, ne yazık ki ülkemize
pozitif ayrımcılık yapmamış; başta ekonomik kriz olmak üzere, bin yıllık
geleneğe sahip devlet anlayışımızı, birlik ve beraberliğimizi sekteye uğratma
adına krizi fırsata çevirmiştir.
Koronavirüs salgınında görülen “kıtlık” endişesi ve
“ölüm” korkusu, aslında insanın yaşama tutkusunu öne çıkaran etmenler olarak
sıralandı. Alınan önlemler sayesinde, yaşanan korku ve endişeler azalmış, bu
hisler yerini normalleşmeye bırakmıştı.
Tüm dünyada görülen hammadde tedarikinde yaşanan
sıkıntı, gıda fiyatlarında fahiş artışa ve yüksek enflasyona sebebiyet vermiş,
ülkemizde ise döviz ve altına olan talebi arttırarak hızlı fiyat yükselişlerini
tetiklemiştir. Bir önceki krizin ayak izleri silinmeden yenisi karşısında “sabır”
gibi çok mühim bir hasletten yoksun olanlar, yine ve yeniden endişe ve korkuya
kapılarak, panik alımlar ya da panik satışlar gerçekleştirdiler.
Daha çok kazanma arzusu güden zincirler stokçuluğa, üretmek
yerine paradan para kazanmak isteyen fırsatçılar dolara, ihtiyaçlarını daha
ucuza kapatmak isteyen tüketici ise gıda ve akaryakıt alımına yönelmiştir.
Gerek sosyal medyada, gerek ev sohbetlerinde, gerek
toplumsal etkileşimin yaşandığı sokakta gündem, hep “dolarizasyon” merkezli
oldu. Hâliyle dilimize “dolar, kur, faiz indirimi, Merkez Bankası, stokçuluk,
zam, akaryakıt, sıvıyağ, tuvalet kâğıdı, kitap, ikinci el araç, İphone, asgarî
ücret artışı ve erken seçim” gibi bilindik kelimeler yerleşti. Öyle ki bu durum,
Delta’dan sonra Omicron varyantı ile üçüncü dalga atağına geçen Koronavirüs’ü
bile unutturmuş, dolardaki hareketliliğe bağlı yaşanan fahiş fiyat artışlarını
ve geçim sıkıntısını gündemin birinci sırasına taşımıştı.
Oysa dilimiz, bizi yaratan ve rızıklandıran Rabbimizin
adını anmakla meşgul olmalıydı. Bâtıl gelince hakkın zail olması gibi, açlık
endişesi de bize en önemli zikri unutturmuştu.
Kalbimizle dilimiz arasında kurulan köprülerin en
sağlam ayakları, ancak ve ancak zikir ile mümkündür ve bu ihmâle gelmez.
Bize lâzım gelen tek şey, unuttuklarımızı hatırlatan,
yanlışa düştüğümüzde bizi ikaz eden dostların varlığıdır. Bu itibarla,
unutulmaya yüz tutmuş hayırhah müessesesinin yeniden tesis edilmesi elzemdir.
Allah’a şükür ki, sayıca az olan hasbî dostlardan
müteşekkil “Ajanda Ailesi” -ki kendi iç dünyamızda biz ona “Ajanda Obası”
diyoruz- oba sakinleri önayak oldu ve dilimize işte o unutulan zikirleri
yeniden yerleştirerek hayra vesile oldular. Hem nasıl olmasınlar ki? Gayesi
vatan, millet ve bayrak olanların başka ne derdi olabilirdi ki?
Virdle birlikte şahit olduğumuz tevafuklar, bize şükür
gerektiren nice güzellikler bahşetti. 99 ismin tecelligâhında çekilen “Leyse
lehâ mindûnillahi kâşifeh” (Onu Allah’tan
başka açacak/çözecek yoktur)[i] zikrinden sonra çokça “şükür” ile…