Kurbiyet hazzı

Ramazan’dayız… Şimdi bütün yollar Allah’a varıyor ve bütün yollar dikenden, taştan temizlendi. Şimdi çelme düşkünü şeytanların zincir şıngırtıları ancak küffarın dağlarında cılızca bir inikas. Şimdi, kurbiyet tutkusuna kalbini râm etmiş bütün amelsizler için hayırlara koşmaya elverişli yollar döşendi zeminden gök kubbeye… Şimdi bütün muhaller mümkün. Secdesiz başların vuslata erişi için bir seher vakti meleğinin amini lazım, o kadar… Belki bir sadaka ile yıllanmış el kirlerini cennet ırmaklarında yıkamak hayaline çok yakınız.

ÇOK güzel bir kavram vardır tasavvufta. Kurb ve kurbiyet… Kurb kelime olarak “yakınlaşma” tasavvufî terim mealiyle “Hakk’a yakın olma” anlamıyla ifade edilmiş. Çok kez üzerinde düşündüğümüz hâlde tam mânâsıyla kavrayamadığımız bir “Kudsî Hadis”ten yola çıkarak “kurbiyet” müjdesine adım adım gidelim... 

Allahu Teâlâ Hadis-i Kudsî’de şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ Hazretleri diyor ki: Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da’avat 142, (3598))

Bu İlâhî manalar üzerine fikir yürüten muhaddisler, İslâm âlimleri ve mütefekkirler geniş izahlara başvursa da özetle söylemek istedikleri “kulun Allah hakkındaki zannı” ifadesinin eylem ve inanışla bir bütün olduğu yönünde… Aslında insan ilk lahzada tek bir ümide doğru yol alıyor bu ulvî kelâmı işittiğinde. Allah’a karşı beslediğimiz zan, her şeyden evvel, eylem ve amelden de önce, fikirde ve fikri tasdik eden kalpte şekillenen safiyâne bir sevginin ve özlemin ifadesi olabilir. Tabii mantık süreçlerini ve gerek şartları bu hissedişe yanaştırdığımızda, eylemin ve amelin de bu fikrî vetireyi takip etmemesi düşünülemez.

Zira “amel imandan cüz müdür” problematiğine getirilen yaklaşım da bu mantık adımlarını destekler nitelikte. İman etmek için amelle makamlandırılmış bir düşünce ve hissediş gerekmese de “iman” öyle kuvvetli bir muhabbetin temsili ki, ister istemez, ardına münasip hareketler, hayırlı ve salih ameller nakşediliyor. Bu aslında gerek şart olmamakla birlikte, vakıanın getirdiği -aksi düşünülemez- bir neticeye işaret ediyor. İman-amel münasebeti üzerine ufak bir tetkik ile varılan sonuç şu ki, genel kanaat, amelin imandan bir cüz olmadığı ama imanın kuvveti nispetince amele sevk eden -durdurulamaz- bir erke var ettiği yönünde. Benim kalp makulemde de naçizane böyle bir nihayet tomurcuklanıyor. Amel etmeyen kalplerin de imanla yeşerdiği hakikatini görmek ama imanın artış grafiğine uyumlu bir çizelge ile amelin de belli bir seviyeye ulaştığını fark etmek, cahil aklımca bu kanaate varmak için yeterli.

Gelelim mezkûr Kudsî Hadis’e… Ne ümitvar bir İlâhî sesleniştir ki bu, Yaradan, kulunun zannına değer biçiyor. Allah’a yakınlık anlamına sarılmış kurbiyet kavramına biraz daha yaklaştık. Ama işin daha da rikkate değer bir istikameti var. Biz kurbiyete adım adım yaklaşırken emsal tuttuğumuz Hadis-i Kudsî’de de “adım adım yaklaşmanın” İlâhî formülü verilmiş.

Allahu Teâlâ kendisine bir karış yaklaşana bir zira, bir zira yaklaşana bir kulaç yaklaşacağını, yürüyene ise koşacağını müjdeliyor. Subhanallah!

Peki bu nasıl mümkün olabilir?

Dene ve gör! diyesi geliyor insanın. Ama bu amiyane tabirin arkasında sırlanmış anlamların üzerine basmadan, kaldırım taşlarında biten otlar gibi nezaketle yürümek gerek. Üzerine basıp geçilmesi, onun ehemmiyete layık bir varlık göstermediği yanılgısını verebilir; zira kaldırım diplerinde, taş duvarların çatlaklarından sızan yağmur ve güneş sentezinin hayat veren müjdesinde, kendine nefes bulmaya gayretli otların, devâsa sarmaşıklara ve hatta az ilgiyle çok vefa vadeden rengârenk çiçeklere dönüşmesi an meselesi. 

Allah’a yaklaşan bir kulun, Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan (cc) misliyle karşılık bulması sanırsam ancak Merhametlilerin en Merhametlisi olan Erhamer-Rahimîn’in, merhamet eden, rahmetiyle muamele eden, acıyan, nimet veren ve kollayan Rahmân ve Rahîm’in, cömertlerin cömerti, lütfu ve keremi bol olan El-Kerîm’in ve hem çok sevilen hem çok seven El-Vedûd’un, kullarına bahşettiği bir rahmet ve merhamet pınarı olabilir. 

Denemekten kastım ise Allah’ın kullarına yaklaşmasındaki sırlı mananın sadece söz usulüyle, akla ve kalbe uydurulmasının çok da ihtimalli olmamasıyla münasebetli. Bunun hemen ardına yine yakınlıkla ve Allah’ın kullarına yakınlığı ile ilgili, âciz bir fikir yürütme prosesinde bile zikredilmeden geçilemeyecek bir ayet-i kerimeyi de hatırlatmalı. 

Kâf Suresi 16. Âyette şöyle buyuruyor Allah (cc): “İnsanı biz yarattık ve elbette içinden geçenleri biliriz; sağında solunda oturmuş iki alıcı (yaptıklarını) alıp kaydederken biz ona şah damarından daha yakınız.”

Kirâmen Katibîn melekleri sağımızda ve solumuzda bütün iyi ve kötü eylemleri kayıt altına alıyor. Elbette bu, İlâhî sistemde, nedenleri sonuçlara bağlama adetiyle bağdaşacak bir güzellik. Fakat bundan da ötesinde, her şeyi eksiksiz gören Basar ve her şeyi hakkıyla işiten Sem’i sıfatlarını; insanın sadece eylem ve hareketlerini değil, kalbinde gizlediklerini, kalplerin hangi hissedişle ritme kavuştuğunu, yapılmadan vazgeçileni, istemeden yapılanı, arzu edileni ve hiç tasarlanmayanı, özetle insanın kendinde gizli tuttuğu ne varsa hepsini bilen, işiten, gören, duyan ve tüm bunlara merhametiyle muamele eden bir Kudret olduğunu da anlatıyor bu âyet-i kerime. 

İnsan ne yapsa ve ne kadar uzun arasa, ne kadar çok beklese ve belki de İlâhî lütufla bahşedilen bütün melekelerini bir araya getirse kendine kendinden yakın olan başka hiçbir varlık teşhis edemez. Buna tahayyülde dahi muvaffak olamaz. Şah damarından daha yakın olması, O’nu arayanın bulacağı müjdesini ve ümidini vermiyor mu?

Öyleyse bu kurbiyet, bu yakınlık ve tüm bunları deneyimleyerek öğrenebilmek hangi koşullara bağlı ki, öylesine oluvermiyor. 

İnsana şah damarından daha yakın olan Allahu Teâlâ, bu yakınlığı hissedebilmek için gereke usulü Kudsî Hadis’te vermişti oysaki… O’na yaklaşan misliyle karşılık bulacaksa, O’na nasıl yaklaşacağız?

İşte iman ve amel ilişkisinin kıymet mesabesi burada su yüzüne çıkıyor. İnsan dil ve kalp ile tasdik etmekle ve imanın şartlarını yerine getirmekle “iman etmiş” rütbesine vasıl olabiliyor da “kurbiyet” lezzeti için bu ritme bir de aksiyon katmak lazım geliyor.

Hayırlı ve salih amel, hiç şüphesiz Allah’a yakınlığın tecrübe edilmesinde hayatî role sahip. Zira Allah’ın kullarından istediği “yaşamak” fiilinde, bir nezaket, rikkat, emek, gayret ve halis niyet kavramlarının tekmil bir yekpare hâlinde derlenmesi ve yaşam fiiline erdemli sıfatlar giydirilmesi şartı var. Şart demişken… İşte tam burada, salih ve hayırlı amel bağlamında elimize ilk bulaşan veri şart ise, bize hangi şartlar lazım ola ki?

Elbette İslâm’ın şartları… Demek ki hayatı tekdüze bir buhrandan, denk geldiği gibi tüketilen bir zaman parçası olmaktan, fayda veren, kıymet bulan ve insanı erdeme, ahlâka ve ulviyete yaklaştıracak olan eylem şartlarının ilk ve en hayatî damarı, İslâm’ın şartlarında gizlenmiş. Bu beş şart ki, işin temelini tesis ediyor. Temeli bir binaya dönüştürmek, binaya beden duvarları örmek, o duvarlara seyirlik, latif bir kompozisyon dâhil etmek, pencereler ve kapılarla kullanışlı hâle getirmek, görene-gelene-geçene nefes aldıracak bir anlama bürümek de arda kalan iyi eylemlerle mümkün. Evvela Kur’ân ahlâkı ve Hz. Muhammed’in hayat-ı saadetlerinden -bir pınardan içer gibi- yudum yudum fazileti içmek, işte bu temel üzerine inşâ edilecek en görkemli yaşam alanları için gereken harcın, malzemenin, tüm taşıyıcı ve eklenti unsurların hazır bulunmasında tek formül.

Velhasılıkelâm, hayatı incecik bir sırma tele inciler dizer gibi derin bir nezaketle işlemek gerekiyor. Allah’a yaklaşmak tutkusunu, ayak yakan çöllerden su kaynaklarına koşar gibi büyük bir susamışlıkla kalbe makamlandırmak lazım. Unutmamak icap eder ki, bir kulun kullara, insanlığa, kâinata, tabiata fayda vermeden kurbiyet hazzına erişmesi de çok mümkün değil. 

Ama neyse ki Ramazan’dayız. Şimdi bütün yollar Allah’a varıyor ve bütün yollar dikenden, taştan temizlendi. Şimdi çelme düşkünü şeytanların zincir şıngırtıları ancak küffarın dağlarında cılızca bir inikas. Şimdi, kurbiyet tutkusuna kalbini râm etmiş bütün amelsizler için hayırlara koşmaya elverişli yollar döşendi zeminden gök kubbeye… Şimdi bütün muhaller mümkün. Secdesiz başların vuslata erişi için bir seher vakti meleğinin amini lazım, o kadar… Belki bir sadaka ile yıllanmış el kirlerini cennet ırmaklarında yıkamak hayaline çok yakınız. 

Şah damarımızdan daha yakın bir Allah’ımız var ya… Bütün uzaklıkların kurbiyete visali için bu müjdeli iklimi boş geçmeyelim. Ramazan-ı Şerîf, Allah’a yakınlığımıza vesile olsun İnşallah…