Kur’ân ve sünnet ışığında aile modeli

Çocuğun aynı zamanda aileyi birbirine bağlayan işlevi vardır. Bu bağ o kadar güçlüdür ki aile fertleri, anne-babanın sürekli olarak çocuğuna, onun da anne-babasına dua etmesi ile sürekli iletişim hâlindedir. Kur’ân-ı Kerîm, çocukların birer imtihan vesilesi olduğunu, aile reisinden çocuklarını ve ailesini ateşten koruyacak tedbirleri almasını ister.

“EY insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden, bu ikisinden de birçok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. İsmi hürmetine birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.” (Nisa, 1)

İnsanlık tarihinde aile her zaman önemli bir role sahip olmuş ve insanların bir toplum hâline gelmesinde en büyük görevi üstlenmiştir. Kuşkusuz insanlığın temeli ailedir ve tarihe baktığımızda ilk toplumun aileden meydana geldiğini görürüz. Kur’ân’da bu konuya temas edilerek ilk yaratılan insan Âdem ve Havva’nın aile olarak yaşadığı bildirilmiştir.

İnsanın gelişimi ve temel özellikleri, kalıtım ve çevre etkileşimi sonucunda oluşur. Aile ise kişinin ilk sosyal çevresidir ve bu açıdan küçük bir toplum mesabesindedir. Kişilerin aile hayatını Kur’ân’ın sunduğu minval üzere inşâ etmeleri ve ahiret yurdunu da göz önünde bulundurarak Kur’ân’ın sunduğu ilke ve prensipleri yeniden esas almaları gerekmektedir. Çünkü evliliği dünyevî bir faaliyet olarak telâkki edenlerin arızalar baş gösterdiğinde çözümleri de dünyevî olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’deki aile hayatı ile ilgili ayetlerin araştırılarak sosyal yönden ele alınması büyük bir ihtiyaçtır. İslâm dininde kadın ve erkekten önce “insan” kavramından bahsedilir. Kur’ân’da, “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık” buyurulur (Hucûrat, 13).

Kur’ân’ın muhatabı insan olduğu gibi, evlilikte de kadınlık ve erkeklikten önce “insanlık” ön plânda tutulmaktadır. Erkek ve kadın tek başına “noksan” varlıklardır. Onlar tek başına yapamayacakları işleri birlikte icra eder ve birlikte bir hayat sürerler.

Evliliğin temelinde insanın yaratılışı yatmaktadır. Evlilik, insan neslinin devamı, yenilenmesi ve insanın bireysel ve toplumsal olarak kendini ifade etmesi için gereken bir kurumdur. Bundan dolayı İslâm aileye çok önem vermiş, onu tüm sosyal müesseselerden üstün tutmuştur. Böylece aileyi “güven ve istikrar kaynağı” olarak görmüştür.

Aile ve din, insanlığın tarihi kadar kadim iki kurumdur ve bu iki müessese birbiriyle sıkı münasebet hâlindedir. Din, ailenin oluşmadan önceki aşamalarında, kuruluşunda, işleyişinde ve sonlanmasında önemli ilkeler ve ayrıntılı hükümler getirmiştir. Bütün dinlerde aile ile ilgili hükümler vardır. Bir başka açıdan bakıldığında, dinî değerlerin korunmasında ailenin rolü ne kadar büyükse ailenin korunmasında da dinin tesiri o kadar önemlidir. Dolayısıyla bu iki kurum, bekâları için belli ölçüde birbirine muhtaçtır. Son din İslâm ve onun öğretilerinin yön verdiği Müslüman aile için de bu esas geçerlidir.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok gruptan bahsediliyor. Bu gruplardan birini ifade eden “ehl” kelimesi de Kur’ân’da tam 127 yerde geçmektedir. “Ünsiyet etmek, yabancı olmamak ve yakınlaşmak” mânâlarına gelen bu kelime, Kur’ân’da daha çok kan bağına dayanan bir yakınlığı ifade etmek için kullanılmaktadır. Ve yine Kur’ân bu kelimeyi iki ruhun birleşmesi olarak da ifade etmektedir.

“Aile” mânâsına gelen “ehl” sözcüğünün aynı zamanda ortak bir din, ırk ve mesleğe sahip olan insanları da ifade ettiğini görmekteyiz.

Kur’ân-ı Kerim’e göre ilk sosyal birlik, ilk topluluk ailedir ve insanlar tarafından kurulan ilk sosyal gruplaşma da aile şeklinde olmuştur. Çünkü karı-koca ve çocuklardan meydana gelen aile örneğini ilk defa ilk insan Hazreti Âdem (as), eşi Hazreti Havva anamız ve çocuklarında görüyoruz.

Kur’ân-ı Kerim sevgi, merhamet, iyilik, dayanışma, yardımlaşma ve Allah korkusunu izleyerek sosyal birliğin aile kurumu ile ayakta tutulmasını hedeflemektedir. Çünkü sosyal hayatın bütün unsurları aileden çıkmaktadır. Kur’ân’a göre aile kesinlikle dikkat edilmesi gereken, her bir üyesiyle bir fonksiyon icra eden, toplumu ayakta tutan çok önemli bir kurumdur. İslâm dini aileyi Kur’ân ve sünnetin telkinleriyle ve bireyler arasında bir bağ oluşturarak yüksek bir temele oturtmuştur.

Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini incelediğimizde, Allah’ın aileye ne kadar önem verdiğine ve toplumda sosyal kaynaşmanın oluşması için aileye yüklediği vazifenin ne kadar büyük olduğuna şahit oluyoruz.

Kur’ân-ı Kerîm “Zina yapmayın” yerine “Zinaya yaklaşmayın” ifadesiyle zinaya götürebilecek ortamlardan uzak durulmasını talep eder (İsrâ, 32).

İslâm’ın iki ana kaynağı Kur’ân ve Sünnet, aile için nasıl bir model öngörmektedir?

Öncelikle aile nikâh akdiyle kurulur. Nikâh, insan neslinin varlık sebebi olan ailevî münasebetin tek meşru yoludur (Hûd, 78-79). Kâinattaki canlıların varlık ve neslinin devamı erkek ve dişinin birleşmesine bağlanmıştır. Sadece insanlarla alâkalı değil, hayvan (Şûrâ, 11) ve bitkiler (Hicr, 22) ile ilgili genel kural da budur. Meselâ rüzgârların fonksiyonlarından biri, erkek ve dişiyi buluşturarak bitkileri aşılamak ve sebze-meyve oluşumunu sağlamaktır (Hicr, 22). Bu sebeple canlı varlıklar çift yaratılmış, Hazreti Nûh’a (as) (Ra’d, 3; Tâhâ, 53; Zâriyât, 49) Tufan’dan önce gemisine her cins hayvandan birer çift alması emredilmiştir. “Bütün çiftleri o yaratmıştır” ayeti (Hûd, 40; Müminun, 27) varlıkların hayata çıkmaları ve nesillerinin devamlılığının bu yolla sağlandığına ve bunun da bir lütuf olduğuna işaret etmektedir. Bu sebeple erkek-dişi, kadın-erkek, birisi diğerinin varlık sebebi olacak ölçüde birbirine mahkûmdur. Kadın-erkek arasındaki mutlak üstünlüğü ya da üstünlük tartışmalarını mânâsız kılan da budur.

Neslin devamı için kadın ve erkek birbirine ilgi duyacak şekilde yaratılmıştır. Esasen bu, fıtrat kanunudur. Çünkü zıt kutuplar birbirini çeker. Varlık da bundan doğar. Karı-koca için kullanılan “zevç” kelimesinde de bu incelik görülmektedir. Zira zevç, aynı cinsten fakat zıt özellikteki karşıt kutuplu varlıklar (erkek-dişi gibi) (Necm, 45; Kıyâme, 39) için kullanılır. Karı-koca arasındaki uyum, ahenk ve ünsiyeti sağlayan, varlığı doğuran, sürekliliği sağlayan da budur. Arzular tatmin edildiklerinde son bulsa da, bahse konu özellikleriyle eş olmak her an birbirine olan arzuyu tazelediğinden, eşler arasında sürekli bağlılık sağlanmaktadır. Karşıt cinsleri birbirlerine cazibe merkezi hâline getiren şehvet dürtüsüdür (şehevî arzu) ve bu arzu insanın en zayıf yönünü teşkil eder (Âl-i İmrân, 14; Yûsuf, 23-24, 33). Bunun için Kur’ân-ı Kerîm “Zina yapmayın” yerine “Zinaya yaklaşmayın” ifadesiyle zinaya götürebilecek ortamlardan uzak durulmasını talep eder (İsrâ, 32). Zira o girdabın içinden çıkmak kolay bir iş değildir. Bundan dolayı hadislerde, zina daveti alan ve Allah’tan korktuğunu beyan edip bu talebi reddeden mümin, hesap gününde Yüce Yaratıcı’nın özel misafiri olarak ağırlanacak yedi sınıf içinde sayılmıştır. Hatta böyle bir imtihanla karşı karşıya kalıp da nefsini yenen bir müminin dünya sıkıntılarından biriyle karşı karşıya kalıp da çaresizliğe düştüğünde Allah’a bu ameliyle tevessül etmesi durumunda Allah’ın o şahsı bu sebeple sıkıntıdan kurtaracağı hadislerde bir örnekle anlatılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm, evlenme akdini “mîsâk-ı galiz” olarak tanımlar. Mîsâk, “sıkı sıkıya bağlanmış bağ/taahhüt” demektir ve koca tarafından eşine verilir. Mîsakta güven unsurunun merkezî bir rol oynadığını da belirtmek gerekir. Bu da ancak samimî bir iş birliğinde ortaya çıkar.

Kur’ân ve Sünnet’in çizdiği model çerçevesinde oluşan aile, eşlerin sevinç ve neşe içinde meleklerin karşıladığı bir törenle Cennet’e girdikleri sonsuz bir sürecin ifadesidir. Nikâh bir akittir. Akit, taraflara karşılıklı haklar sağlayan ve vazifeler yükleyen bir bağdır. Her zaman az önce çerçevesi çizilen özellikte bir aile ortamı sağlanamayabilir ve evlilik birliği son bulabilir. İhtilaf durumunda hakları koruma ve görevlerin ifasını temin için akit esnasında bir ispat güvencesi şarttır. Çünkü uyuşmazlık hâllerinde yargı yoluna başvurulduğunda adalet mekanizmasının/mahkemelerin ispat edilememiş hakları sahiplerine ulaştırması imkân dâhilinde değildir. Bu açıdan İslâm’ın iki temel kaynağı Kur’ân ve Sünnet’in bu hususta da titizlik gösterdiğini belirtmek gerekir.

Nikâh, dinî bir vecibe olan (Nûr, 30-31) iffeti korumanın (Müminun, 5; Meâric, 29) kalkanıdır. Esasen iffet, şehvete hükmetme ve onu meşru yoldan tatmin etme sonucunda ortaya çıkan bir fazilet, şehvetin insana hükmetmesi ise iffetsizliği doğuran bir rezalettir. Buna göre zinaya düşme endişesi taşıyıp da malî gücü yerinde olan sorumluluk sahibi kişilere evlilik farz olmuştur. İşte bu noktadan yaklaşıldığında nikâhla oluşan ailede eşler, dış etkilere karşı birbirlerinin elbisesidir (Bakara, 187) ki bununla her biri, diğerini koruyup kollar, sarıp sarmalar, aile mahremiyetini dışarıya sızdırmazlar. Bu elbisenin materyali de “Allah’ın emir ve yasaklarına saygı ve sevgiyle bağlılık” anlamına gelen takvâdır (Arâf, 26).

Bu yapı giysiye, şehevî duyguların tesirine karşı kuvvetli bir koruma, nefsî zaaflara karşı sert bir direnç gücü kazandırır. İşte bunun için Hazreti Peygamber (sas), bağımsız yönelişin ve nefsî arzuların en yoğun ve güçlü olduğu dönemden geçen gençlere seslenerek, imkânı iyi olanların evlenmelerini istemiştir. Büyük hadis âlimi Buharî’ye göre, kadın ve erkek, birbirlerine karşı üstünlükleri bulunan iki farklı cinstir. İki varlık arasındaki farklılık, birinde olanın diğerinde bulunmadığı özelliği gösterir. Bu husus kadın-erkek arasındaki mutlak üstünlük iddiasını ortadan kaldırmaktadır. Nikâh yoluyla birliktelik sağlayan taraflardan her biri, üstün yönleriyle yekdiğerinin eksikliklerini tamamlamakta (Nisa, 34) ve bu yolla ayrılmaz biçimde iç içe geçip bütünleşmektedir (Nisa, 21).

Bu farklılığın getirdiği üstünlük tabiî olarak karı-kocaya farklı roller yüklemektedir ki eşler birbirlerine ait bu doğal/fıtrî rolleri çalma girişiminde bulunmamalıdır (Nisa, 32). Kur’ân-ı Kerîm’in eş için “zevç” kelimesini kullanması da bu hususu en güzel şekilde açıklamaktadır. Bu ikilinin temel özelliği, birbirlerinin farklı rolleriyle bütünleşerek biri diğerinin ayrılmaz parçası hâline gelmesi, biri olmadan diğerinin anlamsızlaşması, birinin diğerinin yerini dolduramamasıdır. Farklılıklarıyla bütünleşen eşler, güçlü bağlarla birbirlerine kenetlenerek yalnızlık hissetmelerine mâni olacaklardır.


Neslin devamı için kadın ve erkek birbirine ilgi duyacak şekilde yaratılmıştır. Esasen bu, fıtrat kanunudur. Çünkü zıt kutuplar birbirini çeker. Varlık da bundan doğar. Karı-koca için kullanılan “zevç” kelimesinde de bu incelik görülmektedir. Zira zevç, aynı cinsten fakat zıt özellikteki karşıt kutuplu varlıklar (erkek-dişi gibi) (Necm, 45; Kıyâme, 39) için kullanılır.

Aileyi tehdit eden zeminler ve vasıtalar

Herhangi bir kurumun ait olduğu toplumun zihniyet dünyasından, ona yön veren temel değerlerden soyutlanarak tanımlanması sağlıklı netice vermez. İlk insan ve ilk peygamberle birlikte başlayıp günümüze kadar varlığını sürdüren en güçlü sosyal kurum olan ailenin bugün ciddî tehditlerle karşı karşıya olduğu hakikatin kendisidir. Bu vesile ile gerek devlet aklı seviyesinde, gerekse evebeynlerin dikkatleri bu probleme yoğunlaşmıştır.

Çeşitli sebeplerden dolayı boşanma oranlarının artması bu tehditlerin en bariz olanıdır. Bu bakış sadece akademik bir tespit olmayıp aklı başında her aile reisinin ve yetkili zevatın dikkatlerinden kaçmamaktadır, kaçmamalıdır. Bu manevî yaranın sebeplerinden olan saiklerden aile ortamının manevî ikliminden uzak, meşru evliliklerin dışındaki gayrımeşru birlikteliklerin (nikâhsız beraberliklerin) sonucu çoğalan neslin meydana gelmesi, aileyi tehdit eden unsurların başında gelmektedir.

Aileye yönelik bu tehdit, aslında bütün insanlığa yönelmiş bir tehdittir. Ne hazindir ki, modernleşme (!) bahane edilerek gençliği kuşatan uyuşturucu bağımlılığı, cinsel sapıklıklar/sapmalar ve diğer âdi suçlardaki artışlar, aileye hâkim olması gereken değerlerde ne denli bir aşınmanın olduğunu ortaya koymuştur. Bunun başlıca sebeplerinden kitle iletişim (sosyal medya ve benzeri yapılar) araçlarına hâkim olan ve aile değerlerinden bîhaber veya yoksun iletişim sistemleri, ahlâkî ve kültürel değerleri tahrip etmeyi beraberinde getirmiştir.

Küresel çaptaki ekonomik/beşerî maişet problemleri ve geçim darlığının ailenin ahengini sarsabileceği gerçeği akıldan ve gözden ırak tutulmamalıdır. Göz önünde bulundurulması gereken ve ciddiyetle bakılması gereken diğer bir problem de dinî ve ahlâkî değerler sisteminin etkisini kaybettiği ve gittikçe “Batı aile modeline” benzeyen aile yapısıdır. Ailenin temelini/omurgasını meydana getiren kadının statüsü konusu feminist hareketler tarafından adeta içinden çıkılmaz hâle getirilmiş, aile, kadın-erkek üstünlüğü tartışmalarına indirgenmiştir.

Oysa Dinimiz, çiftler arasında bazı haklar tesis ederek bu haklara riayet edilmesini istemiştir. Peygamberimiz (sas) bu hakları kısa şekilde beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Kadınların haklarına riayet etme konusunda Allah’tan korkun! Zira siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namus ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl ettiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi ailenize alsalar, onları hafif şekilde dövüp bu işten uzaklaştırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir.”

Bütün bunların sonucu olarak, modern aile(!), aile kurumunun olmazsa olmazı olan “kuşatıcılık ve koruyuculuk” vasfını büyük ölçüde yitirmiştir. Gelin, yine rehberimiz Kur’ân’a danışalım…

Kur’ân’ın aile kurumunun merkezine yerleştirdiği rahmet, İslâm toplumunda ilişkilerin zeminini oluşturan en temel kavramdır. Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in hemen başında kendisini Âlemlerin Rabbi olarak takdim ettikten sonra Rahmân ve Rahîm sıfatına yer verir (Fâtiha, 1-3). Rahmeti Kendisine ilke edindiğini, rahmetinin her şeyi kuşattığını bildirir (Araf, 156; Müminîn, 7). Peygamberini rahmet vasfıyla ön plâna çıkarır (Enbiya, 107) ve müfessirlerin ifadesiyle sadece Son Peygamberine beraberce Raûf ve Rahîm sıfatlarını lâyık görür (Tevbe, 128). Müminlerin de aralarında aynı duygu ile hareket etmeleri gerektiğini belirtir ve birbirlerine merhameti tavsiye etmelerini ister. Bu İlâhî bir beyandır (Beled, 17).

Hazreti Peygamber'in bir Müslümanın hayırlı olan bütün işlerine besmelesiz başlamasını eksiklik olarak belirtmesi de Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlanan işte merhametin etkisinin gösterilmesini istemesindendir ki besmele çeken mümin, bunu taahhüt etmektedir. Günde beş vakit kılınan namazın her bir rekâtında okunan Fâtiha Sûresi’nde de Âlemlerin Rabbinin Rahmân ve Rahîm sıfatı tekrarlanır. Bütün bunlar bu kelime ile ifade edilen mânânın Müslümanın hayatında ne kadar merkezî bir konumda bulunduğunu göstermeye yeter bir husustur.

“Rahmet” kelimesi Allah açısından lütuf ve inayet, kullar bakımından da nezaket ve sevgiyle istenenden fazlasıyla iyilik etmek demektir. Bu incelik insan-âlem münasebetinin (insanlar arası ve diğer varlıklarla münasebetlerin) en temel dinamiğidir. Allah’ın yarattıklarına merhametle yaklaşmayanın müeyyidesi de oldukça ağırdır ve bu, merhametle muameleye hak kazanamamaktır. Aile için istenen de bu rahmet atmosferidir. İslâm toplumunun en temel kurumu olan Müslüman aile, eşler arasındaki münasebetlerin meveddet ve rahmetle örgülendiği, iyilik ve ihsanın, lütufkârlığın (fazilet) hâkim olduğu sıcak bir yuvadır. Bu yuva içinde anne-baba ile ilişkiler de aynı merkezde yürümelidir.

“Rahmet” kelimesi iki unsuru ihtiva eder: Birincisi incelik, nezaket, şefkat anlamına gelen “rikkat”, ikincisi de gönülden gelen bir sevgiyle, incitici bir tavır takınmaksızın istenilenden fazlasıyla iyilik etmek mânâsındaki “ihsan”.

“İhsan” kelimesinin kökü dikkate alındığında, iyilikte estetik bir unsurun bulunduğu ve buna da özen gösterilmesi gerektiği açıkça görülür. Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde iyilik için özellikle “hüsn” (güzel) kökünden türemiş olan “hasene” (çoğulu: hasenat) kelimesinin kullanılması da buna işaret içindir. Kaldı ki, Kur’ân-ı Kerîm iyilik olsun diye yapılan eylemde miktarı ne olursa olsun incitici bir tutumun bulunması hâlinde onun iyilik olmaktan çıkacağını ve bunun Allah katında bir değerinin bulunmayacağını açıkça belirtir. Bu sebeple Hazreti Peygamber (sas), Allah-u Teâlâ’nın bütün varlıklarla ilişkilerde ihsan hassasiyetinin gözetilmesini istediğini bildirir. İşte bu yönüyle rahmet, dikey ilişkilerin ana karakterini oluşturduğu acıma hissinden ayrılır. Kur’ân’ın ailenin temel direği olan anne-babaya karşı çocukların ilişkilerinde de rahmet ve ihsanı merkeze alması bu açıdan önemlidir. Hatta Kur’ân bu anlayışa o kadar önem verir ki boşanma durumunda bile ihsanın gözetilmesini ister. Çünkü davranışlarda kabalık, münasebetlerde sertlik, sözlerde kırıcılık, hatada hoşgörüsüzlük, kısacası taş kalplilik (fazz ve galîzu’l-kalb) ve merhametsizlik sağlıklı bir iletişimi engellediği için kurumsal yapıyı yıkan ve dağıtan bir niteliğe sahiptir.

Hissî birlikteliğin yoğun olduğu aile kurumunda bu tür olumsuz ve yıkıcı tavırların tahribatı daha fazla ve daha etkilidir. Özellikle tatlı söz, istismar edilmediği sürece hataların bağışlanması ve hoşgörülü yaklaşım, aile fertlerinin birbirlerine kenetlenmesini sağlayan en temel davranış kalıbıdır. Allah-u Teâlâ’nın Hazreti Mûsâ ve Hazreti Hârûn’u Firavun’a gönderirken yumuşak söz söylemelerini talep etmesi, yine Yüce Yaratıcı’nın Hazreti Peygamber’e suikast düzenleyenleri affetmesini ve görmezlikten gelmesini istemesi son derece dikkate değer örneklerdir. Ki bunlara en fazla aile içindeki fertlerin sahip olması gerekir.

İlke olarak, uğranılan haksızlığın ve kötülüğün bile iyilik ve güzellikle hâlledilmesi yoluna gidilmesi, aradaki buzları eriten ve sıcacık bir dostluk ortamı oluşturan bir niteliğe sahiptir. Bu davranış biçimi en kolay aile içinde sağlanabilir ve en müessir neticeyi de bu kurumda verir. Rahmet, Allah için kullanıldığında, O’nun inayet ve lütfu anlaşılır. Allah’ın rahmeti sevince vesile olduğu gibi insanların gösterdiği iyilikte de aynı neticenin bulunması gerekir ki bu, sadece gönülden gelen bir sevgi ile yerinde ve zamanında yapıldığında ortaya çıkar. Üstelik bu iyilik, onu yapanı arıtır, yüceltir, sahibine ayrı bir sevinç, huzur ve zevk verir. Bu, imanın kemâlinin göstergesidir.

Kur’ân’ın zikri geçen ayette aile münasebetlerinin merkezine yerleştirdiği diğer kelime olan meveddet ise “muhabbet, ünsiyet, sevgi ve saygı” mânâsına gelir. Bu da eşlerin birbirine güvenini, sadakatini, bağlılığını oluşturur. Sadakat, sevgi ve samimiyetse “gönüllerin, vicdanların birleşmesine” denir. Aile yuvasında rahmet ve meveddetin belirleyici olduğu iyilik merkezli ilişkiler, istenilen şeyin gönül coşkusuyla fazlasıyla yapıldığı (ihsan), her davranışın olumluya yorumlandığı, af ve hoş görünen bir lütuf değil de vazife telâkki edildiği huzur ortamını doğurur. Münasebetlerin temeline oturan bu zihniyet, adaleti aşan bir özellik arz eder. Bu da ilişkiler ağına ibadet karakteri kazandırır.

Yuvaya hâkim olan meveddet ve rahmet, buyurgan tavrı, güce dayalı iktidarı, duyguların bencilliğini ortadan kaldıran bir işlev görür, ilişkilerin yatay biçimde seyretmesini sağlar, fedakârlığı pekiştirir. İstenenden ya da hak edilenden fazlasının verilmesi bir gönül işi olduğu için sevgi temeline dayanır ve bu tür bir davranış verene de, alana da huzur veren bir atmosfer oluşturur. Bu sevgi sayesinde adalet aşılır, hiyerarşi ortadan kalkar, gönüller bu bağla kopmaz biçimde birbirine bağlanır.

Ailenin temelini/omurgasını meydana getiren kadının statüsü konusu feminist hareketler tarafından adeta içinden çıkılmaz hâle getirilmiş, aile, kadın-erkek üstünlüğü tartışmalarına indirgenmiştir.

Aile olmanın sorumlulukları

Bütün bunların tabiî bir neticesi olarak aile kurumunda reis, yetki kullanan ve egemen olan değil, sorumluluk üstlenmiş ve temsil konumunda bulunan şahıs demektir.

Aile, toplumun en küçük birimi ve çekirdek kurumu olduğu için, diğer bütün müesseselerde olduğu şekliyle fertlerini ilgilendiren hususlarda istişareyi esas alır; bu ilkenin işletilmesi, kurumu temsil edenin despotik tavır takınmasını engellediği gibi karı-koca arasında oluşabilecek bir egemenlik çatışmasının da önünü alan bir işleve sahiptir. Rahmet ve meveddete dayalı münasebetler sadece eşler arasında değil, ailenin bir parçası olan anne-babaya karşı da olması gereken önemli bir değer olarak Kur’ân-ı Kerîm’de merkezî bir konuma yerleştirilir. Hatta Allah-u Teâlâ birçok âyette Kendisine kulluktan sonra ana-babaya iyiliği emreder. Kur’ân’a göre Müslümana yakışan tavır, Allah’tan göz aydınlığı sağlayan, gönüllere sürur ve coşku veren eş ve çocuklar isteyen bir beklenti içinde olmaktır.

Aile yuvasının en önemli ferdi de evliliğin en temel beklentilerinden biri olan çocuktur. Kur’ân-ı Kerîm özellikle kadının bu yönünü ön plâna çıkararak kadınları çocuk yetiştiren tarlalar olarak tavsif eder. Çocuğun aynı zamanda aileyi birbirine bağlayan işlevi vardır. Bu bağ o kadar güçlüdür ki aile fertleri, anne-babanın sürekli olarak çocuğuna, onun da anne-babasına dua etmesi ile -hatta bunu her namazda tekrarlamasıyla- sürekli iletişim hâlindedir. Kur’ân-ı Kerîm, çocukların birer imtihan vesilesi olduğunu, aile reisinden çocuklarını ve ailesini ateşten koruyacak tedbirleri almasını ister.

Hazreti Peygamber (sas) de anne-babanın çocuğuna güzel ahlâktan daha değerli bir hazine bağışlayamayacağını belirterek çocuk eğitimine ve aile reisinin sorumluluğuna dikkat çeker. Bu konuda en temel yardımcı özellik ise çocuğun öğrenim sürecinde bir örneğe ihtiyaç duyması ve kendisine en yakın örneğin de anne-babasının olması sebebiyle onları taklit etmesi, onları model almasıdır. Bu çok değerli bir kaynaktır ve dolayısıyla iyi bir fırsattır. Kur’ân-ı Kerîm bu noktadan hareketle, güzel ahlâkın ve dinî değerlerin çocuklara kazandırılabilmesinin en temel şartı olarak aile büyüklerinin tutarlı davranışlarıyla iyi bir model olmasına, söz-fiil birlikteliğinin önemine vurgu yapar. Meselâ, aile reisi sorumlu olduğu aile fertlerinden namaz kılmalarını isterken kendisi tavizsiz biçimde namaza devam etmeli ve rızık endişesi dâhil bu yolda hiçbir sıkıntıya boyun eğmemelidir. Çünkü kişinin yapmadığı bir şeyi başkasından talep etmesi tutarsızlıktır, inandırıcılığı olmadığı için de etkili değildir.

Diğer önemli bir konu da misâlin/modelin işlevselliğinin alıcısı ile kendisi arasında sevgi bağının kurulmasına bağlı olmasıdır. Zira sevileni taklit fıtrî bir duygudur. Özellikle taklit dışında öğrenme imkânı bulunmadığı dönemlerde çocuklar açısından bu husus son derece mühimdir. Kaldı ki, anne ve babanın sevgisi çocukların psikolojik ve sosyal gelişimleri açısından en büyük ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç tatmin edici şekilde giderilmediğinde çocuklarda fizikî, zihnî, sosyal, ahlâkî ve dinî gelişim gecikmeye uğrar. Bu açıdan bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm’in aile içi münasebetleri rahmet ve meveddet esası üzerine oturtmuş olması son derece önemlidir. Kaide olarak çocuğun hidânesinin anneye ait oluşu da onun şefkat ve merhamette babadan daha önde oluşu sebebiyledir.


Kur’ân’ın aile kurumunun merkezine yerleştirdiği rahmet, İslâm toplumunda ilişkilerin zeminini oluşturan en temel kavramdır. Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in hemen başında kendisini Âlemlerin Rabbi olarak takdim ettikten sonra Rahmân ve Rahîm sıfatına yer verir (Fâtiha, 1-3). Rahmeti Kendisine ilke edindiğini, rahmetinin her şeyi kuşattığını bildirir (Araf, 156; Müminîn, 7).

Anne ile çocuk münasebeti

Kur’ân ve Sünnet açısından anne-çocuk münasebetlerine ayrı bir parantez açmamız gerekir. İslâm âlimleri, peş peşe, “İyilik yapmama en lâyık kimdir?” şeklinde sorulan soruya verdiği cevapta Hazreti Peygamber’in (sas) üç kere anneyi, dördüncüde babayı zikretmesinin sebebi konusunda Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetlerle ilinti kurarlar.

“Annesi onu meşakkatle taşımış ve zahmetle doğurmuştur. Onun ana karnında bulunmasıyla sütten kesilmesi otuz aydır” (Ahkâf, 15) ayetiyle annenin hakkına özel olarak dikkat çekilmiştir. Hamilelik çilesi, doğurma zahmeti, emzirme külfeti sebebiyle Hazreti Peygamber üç defa anneyi zikretmiştir. Bunun yanında baba ile mukayese edildiğinde annenin hem şefkat ve sevgisinin, hem de çocuğuna olan bağlılığının daha çok olduğu belirtilmiştir. Gerçekten anne şefkati çocuğa özel bir kaynaktır. En vahşi hayvanlarda bile bu duygunun mevcudiyeti anne ile çocuk/yavru arasındaki ilişkinin ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Modern psikiyatri de tespit etmiştir ki çocuk açısından anne kucağının yerini doldurabilen herhangi bir alternatif yoktur. Bu sebeple en temel depresyon ve travma sebeplerinden biri olarak çocuğun anne kucağından mahrumiyeti tespit edilmiştir. Dolayısıyla boşanma veya diğer bir yolla aile birliğinin sona ermesi hâlinde yedi yaşına gelinceye kadar çocuğun annede kalacağı hususunda İslâm hukukçuları görüş birliğine varmışlardır. Nitekim Hazreti Peygamber (sas) döneminde böyle bir anlaşmazlık ortaya çıkmış, bir kadın Resûl-i Ekrem’e gelip, “Ey Allah’ın Elçisi! Şu oğluma karnım yuva, göğsüm pınar, kucağım kundak olmuştur. Şimdi ise babası beni boşamıştır ve çocuğu benden çekip almak istemektedir” diyerek müracaatta bulununca, Resûlullah, “Sen evlenmedikçe çocuk üzerinde daha çok hak sahibisin!” cevabını vermiştir.

Buna benzer bir hâdise de Hazreti Ebû Bekir’in Halifeliği döneminde meydana gelmiş, Hazreti Ömer ile boşadığı karısı Ümmü Âsım arasında çocukları Âsım’ın kimde kalacağı hususunda anlaşmazlık çıkmış, nihayet Halife Ebû Bekir, Hazreti Peygamber’in uygulaması istikametinde çocuğun annesiyle birlikte kalmasına karar vermiştir. Hatta bu vesileyle Halife’nin Hazreti Ömer’e, “Annenin kokusu, nefesi, okşaması ve şefkati çocuk için büyüyüp kendi tercihini kullanıncaya kadar senin yanındaki petekli baldan daha hayırlıdır” dediği rivayet edilir.

Sonuç

Sonuç olarak aile, hassas bir kurum olduğu kadar sahip olduğu düzen oranında da topluma bir denge getirir. Ancak, günümüz dünyasında ortaya çıkan küreselleşme rüzgârının etkisiyle Doğu toplumlarının maruz kaldığı sosyo-kültürel değişmeler, aile kurumu üzerinde de olumsuz değişmelere sebeptir. Söz konusu değişmenin de değerler alanında meydana geldiğini görmekteyiz. Dolayısıyla bireylerin, Müslüman bir tipoloji altında yabancısı oldukları bir hayat atmosferinde yaşamaları, başta ailede olmak üzere birçok alanda çözülmelere sebep olmaktadır. Özellikle tek evreli hayat anlayışının ortaya çıkardığı ve sosyal bir sorun olan boşanmalar, İslâm toplumunun en büyük çıkmazı hâline gelmiş durumdadır.

Bencillik, kıskançlık, şiddet, zulüm ve dünyevileşmenin diğerkâmlık, hoşgörü, sevgi, şefkat ve merhametin yerini aldığı bu süreçte ailede çözülmeler daha da hızlanmaktadır. Kişilerin aile hayatını Kur’ân’ın sunduğu minvâl üzere inşâ etmeleri ve ahiret yurdunu da göz önünde bulundurarak Kur’ân’ın sunduğu prensipleri yeniden esas almaları gerekmektedir. Çünkü evliliği dünyevî bir faaliyet olarak telâkki edenlerin arızalar baş gösterdiğinde çözümleri de dünyevî olmaktadır. Birbirlerine karşı özveri ve sadakatten feragat etmeleri, aile yaşamını kolay bir şekilde sonlandırabilmektedirler.

Kur’ân’ın öngördüğü süreç doğrultusunda kurulacak bir evlilikte asgarî düzeyde gerekli olan şartlara baktığımızda, evlenen tarafların mümin olması, evlilikte dünyevî olanın yerine uhrevî faydaların öncelenmesi, Allah’a kulluğun merkeze yerleştirilmesi, amel-i salih üzere hayırlı bir neslin yetiştirilmesi gibi hususların öne çıktığını görmekteyiz. Müslüman ailenin hem dayanak noktası, hem de yardım isteme kaynağı Kur’ân olursa, değişen toplumun dayattığı olumsuz şartlara karşı direnç noktası daha güçlü olacağı gibi, Allah’ın Resulü’nün iftihar edeceği nitelikli bir neslin ve huzurlu bir toplumun teminatı olacağını da söyleyebiliriz.

Kur’ân ve Sünnet’in nikâhın mutluluk ve kalıcılık esası üzerine kurulmasını, evliliğin saadetini sağlayan yuva özelliğini kaybetmesi sebebiyle ayrılığın ortaya çıktığı hâllerde bile ahlâkî değerlerin unutulmamasını ve akitten doğan vecibelerin gönülden yerine getirilmesini talep ettiğini söylemeliyiz.

İnsan hayatında ailenin çok büyük önemi vardır. Allah, insanlara mutluluğun yolunu Kur’ân-ı Kerim’de göstermiştir. Bütün konularda olduğu gibi aile hakkında da Kur’ân-ı Kerim, insan fıtratına en uygun olan hükümleri koymuştur. İslâm, aile hayatını kendi başına bırakmamış, bir düzene oturtarak o düzen ölçüsünde gitmeyi temin etmiştir. İnsan fıtratının ihtiyaçlarını dikkate alarak İslâm dini, aile hayatı kurmayı insanlara vacip görmüştür. Buna göre de muhtelif ayet ve hadislerle Müslümanları güzel bir şekilde aile kurmaya teşvik etmiş ve bu konuda birçok kural koymuştur. Bizler de Kur’ân ve Sünnet’in koymuş olduğu bu kurallar ışığında sağlam ve huzurlu bir aile kurmak için gayret gösterelim inşallah.

Allah-u Teâlâ, aileye verdiği kıymeti göstermek üzere Âl-i İmrân Sûresi’ni vahyetmiş, biz kullarına akletmeyi ve ahkâm-ı Kur’âniye’den ayrılmamamızı emretmiştir. Vesselâm…