Kur’ân kıssalarının ahlâkî değeri

Özellikle Kur’ân kıssalarında zaman ve mekânın kasten önemsizleştirildiğine, hattâ ortadan kaldırıldığına şâhit olmaktayız. Kur’ân kıssalarında asla tarih verilmediği ve çoğu zaman mekânın da gizlendiği herkes tarafından bilinen bir durumdur. Kur’ân’ın bundan murâdı, muhataplarının hiçbirinin anlatılan hâdiseyi tarihin derinliklerinde kalmış bir olay olarak algılamalarına izin vermemektir.

“BİZ sana bu Kur’ân’da kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen daha önce bunların farkında değildin.” (Yûsuf, 3)

Bazı araştırmacılara göre, Kur’ân’ın yaklaşık üçte ikisi kıssalardan oluşmaktadır. Bunu bir abartı olarak algılasak bile, tarih boyunca gönderilmiş peygamberlerin ve ona muhatap olanların kıssalarının Kur’ân’ın önemli bir kısmını teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Bu durum, son İlâhî mesaj olan Kur’ân’ın meramını anlatma sadedinde kıssa dilini tercih ettiğini göstermektedir.

Bu hakikat bizi, birtakım sorulara sevk etmektedir: Acaba Kur’ân niçin kıssa dilini tercih etmiştir? Bu durum tarihsel bir gereklilik midir? Kıssa dilinin diğer anlatım biçimlerine karşı bir üstünlüğü var mıdır, varsa nelerdir? Kur’ân’da anlatılan kıssaların temel hedefleri nelerdir? Bugün onları okurken hangi bakış açısıyla okumalıyız?

Kur’ân kıssalarını ideolojik, tarihî, hukukî ve edebî açılardan okumak mümkündür. Ancak biz, burada diğer okuma biçimlerini yadsımadan, kıssaları “ahlâk” açısından okumayı deneyeceğiz. Daha doğrusu Kur’ân kıssalarının ahlâkî bir değerinin olup olmadığını tartışacağız.

1) Kavramsal çerçeve-mâhiyet analizi

Konumuzun ana temasını üç kavram teşkil etmektedir. Diğer bir deyişle tezimiz, üç temel kavram etrafında cereyan etmektedir. Bunlar; Kur’ân, kıssa ve ahlâktır. Kanaatimizce bu üç kavramın mâhiyetleri bilindiği takdirde mesele daha iyi anlaşılacaktır. Ya da biz, meramımızı daha kolay anlatacağız.

a) Kur’ân: Aralarında, hangi kökten türediğine dair ihtilâf olmakla birlikte müfessirlerin çoğu Kur’ân’ın “okunan” anlamına geldiğini ve “karae” kökünden türediğini kabul etmektedirler.

Ancak bizi burada asıl ilgilendiren, kelimenin lügat anlamından daha çok, yine içeriği Kur’ân tarafından doldurulan ıstılâhî anlamıdır. Kur’ân’ın kendisini ifade etmek üzere iki kelimeyi çokça kullandığına şâhit olmaktayız. Bu iki kelime, “zikir” ve “hidâyet”tir.

Zikir, “hatırlatma, öğüt ve nasihat” anlamlarına gelmektedir. Yani zikir, herhangi bir insana öğüt ve nasihat olması için geçmişte cereyan eden bir hâdiseyi hatırlatmaktan ibarettir. İnsan kendisine hatırlatılan bu hâdise ile içinde bulunduğu hâl arasında bir bağ kurar ve birtakım dersler çıkarır. Böylece kendi tutumunu gözden geçirerek yeni bir davranışa yönelir.

Hidâyet, “yol gösterme ve rehberlik” anlamına gelmektedir. Demek ki Kur’ân, kendini yeryüzü halîfesi olarak yaratılan insanın dünyadaki hayatı için rehberlik mâkâmında görmekte ve gönüllü olarak ona yol göstericilik yapmaya talip olmaktadır.

Bu ikisini birlikte düşündüğümüzde, Kur’ân’ın insan için yol gösteren, rehberlik eden bir öğüt ve nasihat olduğu kolayca anlaşılacaktır. Kur’ân’ın mâhiyeti icabı böyle bir fonksiyon üstlenmiş olması bize, niçin kıssa dilini tercih ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.

b) Kıssa: “Haber vermek, birine bir haberi anlatmak” anlamlarına gelen kıssa kavramıyla ilgili olarak merhum Elmalılı Hamdi Yazır şunları söylemektedir: “Kaf’ın fethiyle ‘kasas’ esasen masdardır. Ve aslı lügatte mânâsı, ‘bir şeyin izini takip ederek arkasına düşmektir’... Saniyen, bundan mehuz olarak takibe şayan bir haberi nakl-ü hikâye etmek mânâsına gelir ki Türkçe ‘ayıtmak’ ve bazı lehçelerde ‘ayırtmak’ tabir olunur. Salisen, o anlatılan haber veya hikâyede masdar bi mânâ mef’ul, yani mahsus mânâsına kasas veya kıssa denilir ki kaf’ın kesri ile kıssa bunun cem’idir... Demek ki bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi, şayan-ı takip ve takrir bir haysiyeti ile mütearifdir.”

O hâlde kıssa, geçmişte olmuş herhangi bir haberi hikâye etmekten ibaret değildir. Bilâkis, muhatabımıza kendisiyle bir maksadımızı anlatabileceğimiz ifade biçimidir. Buna bir misâl olması bakımından bizzat yaşadığım şu anekdot ilginçtir:

Bir gün ailece arabaya binip bir yere giderken, 50 yaşlarında olan abim bir sigara yaktı. Bu durumdan rahatsız olan 72 yaşlarındaki babam şöyle bir olay anlattı: “Bir gün Hasan (küçük abim) Samsun’a giderken yolda bir adamı arabasına almış. Adam arabaya biner binmez bir sigara yakmış. Bunun üzerine Hasan, arabayı bir kenara çekerek adama, ‘Ben, iyilik olsun diye seni arabama aldım ama sen, beni duman altı ederek zehirleyeceksin. İyiliğimin boşa çıkmaması için seni bekleyeceğim. Lütfen in ve sigaranı dışarıda içtikten sonra tekrar bin’ demiş.”

Bu konuşmadan sonra abim sigarasını içmeye devam etti. Ertesi gün babam bana, nezaketinden dolayı elli yaşına gelmiş oğluna, çocuğa emreder gibi “Sigaranı söndür” demekten kaçındığını, bunun yerine Hasan abimin başından geçen bir olayı naklederek sigarasını söndürmesi gerektiğini anlatmaya çalıştığını fakat abimin hiç oralı olmadığını anlattı.

Gerek Hamdi Yazır’ın belirttiği, gerekse yukarıdaki anekdotta görüldüğü üzere kıssa, herhangi bir hâdisenin bir maksada binaen kendisinden ders çıkarılmak üzere anlatılmasıdır.

Burada “kıssa” ile “mesel” arasındaki farka değinmek gerekmektedir. Çünkü çoğu zaman bu ikisi birbirine karıştırılmaktadır. Mesel de tıpkı kıssa gibi, hattâ ondan daha belirgin olarak bir maksadı anlatmak üzere dile getirilmektedir. Kıssa ile mesel arasındaki en önemli fark, birinin vaki bir olayın, diğerinin farazi bir misâlin aktarımı olmasıdır. Yani kıssada vakilik esasken, meselde vaki olup olmadığına bakılmaksızın iki şey arasındaki benzerlik önemlidir. Mesel ile kıssa arasındaki ikinci fark, meselin maksadı daha doğrudan ve daha aşikâr bir biçimde hatırlatmasına rağmen, kıssanın maksadının daha zor anlaşılmasıdır.

c) Ahlâk: Arapçada seciye, tabiat ve huy gibi mânâlara gelen kelime, “hulk” veya “huluk” kelimesinin çoğuludur. Sözlüklerde çoğunlukla insanın fizikî yapısı için “halk”, mânevî yapısı için “hulk” kelimeleri kullanılır. Çok eski zamanlarda bir disiplin hâline gelerek özel bir alan oluşturan ahlâk, genel olarak insan davranışlarının iyi ya da kötü oluşlarıyla ilgilenir.

İnsan, kendi davranışlarını belirlerken iki şeyi göz önünde bulundurur: İlki, kendi içinden; ikincisi, dışarıdan gelen yaptırımlardır. İnsan için asıl önemli olan, içten gelen yaptırımdır. Çünkü insan, dıştan gelen yaptırımları bir şekilde ekarte edebilmekte ama içten gelen yaptırıma karşı koyamamaktadır. Bu yüzden ahlâk, insan için asla vazgeçilemezdir.

Dinin varlık sebebi, inananlarına ahlâkî faziletleri kazandırmak ve reziletlerden uzak durmalarını temin etmektir. Bu yüzden olsa gerek, Hazreti Muhammed (sas), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” demektedir. Meseleye bu zâviyeden baktığımızda, Kur’ân’ın, dolayısıyla onun kıssalarının temel amacının insana güzel ahlâk kazandırmak olduğu söylenebilir.

Burada “ahlâk”ı sadece ferdî davranışlarımız için kullanmadığımızı, bilâkis onun her tür davranış ve ilişkilerimiz için içten gelen bir kontrol mekânizması anlamında kullandığımızı ifade etmemiz gerekir.

2) Kur’ân niçin kıssa dilini tercih etmiştir?

Başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi, Kur’ân’ın önemli bir bölümü kıssalardan oluşmaktadır. Bize göre bunun birtakım nedenleri vardır ve bunlar şunlardır:

a) Eğitim nedeni: Kur’ân, netîce itibariyle insanı eğitmek ve onu bir hâlden başka bir hâle iletmek istemektedir. Onun kendisine hedef seçtiği muhatapları ise her kesimden insandır. Bu nedenle o, hitabında eğitimsiz insanları baz almak durumundadır. Çünkü her toplumda eğitimsizler çoğunluktadır.

Çocukların ve eğitimsiz insanların üst düzey ve mücerret (soyut) felsefî ifadeleri anlamaları, neredeyse “imkânsız” denebilecek kadar zordur. Onlar müşahhas (somut) ifadeleri daha kolay anlarlar. Hele bir de bunlar her gün yaşadıklarına benzer hâdiselerden seçilmiş ise, işleri daha da kolaylaşır.

Kur’ân; Allah, melek, ahiret ve risalet gibi salt düşünceyle kavranabilecek konuları -kendi tabiriyle- ümmî insanlara anlatmak durumundadır. Bu yüzden kullanacağı dili, onların anlayabilecekleri kolaylıkta seçmek zorundadır. Bana öyle geliyor ki, Kur’ân bunun en kolay yolu olarak kıssayı görmektedir.

Ayrıca kıssa dili sadece basit insanların kolayca anlayabilecekleri bir anlatımdan ibaret olmayıp, eğitimli insanların daha karmaşık ve felsefî anlamlar çıkarmalarına müsait bir tekniktir. Kısacası kıssa dili, her kesimden insana ahlâkî erdemleri anlatmanın en kolay yolu olarak görünmektedir. Bu yüzden olsa gerek ki, İslâm tarihinin önemli bir bölümünde kıssa, halkın eğitimi için vazgeçilmez bir yöntem olmuştur.

b) Psikolojik neden: İnsanlar gerek kendilerine bir iş emredilmesinde, gerekse hatâlarının dile getirilmesinde direkt hitaplardan pek hoşlanmazlar. İnsan, doğası gereği aceleci olduğundan, doğrudan kendisine yöneltilen uyarı ve hitaplara genellikle -refleks olarak-olumsuz karşılık verir. Buna mukabil, dolaylı bir anlatımla yapılan uyarılar daha sonra düşünüp taşınma imkânı verdiği için, insan için bu daha sevimli gelmektedir.

Kur’ân’ın, bir çeşit dolaylı anlatım olan kıssa dilini seçmiş olmasının nedenlerinden biri de sözünü ettiğimiz bu psikolojik nedendir. Gerçi Kur’ân’ın insanı şok edebilecek doğrudan hitapları da yok değildir. Ancak Kur’ân, her iki yöntemi de gerekli yerlerde kullanmış ve insan psikolojisini her zaman göz önünde bulundurmuştur.

Kıssa dili, insanı psikolojik olarak germek yerine dinlendirmekte, sakinleştirmekte ve anlatılanlar üzerinde düşünerek dersler çıkarmaya sevk etmektedir.

c) Zaman ve mekân nedeni: Kıssalar, genellikle belli bir zaman ve mekânda cereyan etmiş hâdiselerin aktarımından ibaret olsalar da maksatları “anlam” olduğundan, âdeta zaman ve mekândan soyutlanırlar. Yani kıssa, herhangi bir hâdisenin ibret alınmak üzere zaman ve mekânı önemsiz hâle getirilerek aktarılmasıdır. Bu nedenle o, her zamanın ve mekânın insanlarınca ilgiyle izlenir. Özellikle Kur’ân kıssalarında zaman ve mekânın kasten önemsizleştirildiğine, hattâ ortadan kaldırıldığına şâhit olmaktayız. Kur’ân kıssalarında asla tarih verilmediği ve çoğu zaman mekânın da gizlendiği herkes tarafından bilinen bir durumdur. Kur’ân’ın bundan murâdı, muhataplarının hiçbirinin anlatılan hâdiseyi tarihin derinliklerinde kalmış bir olay olarak algılamalarına izin vermemektir.

Bugünkü dille söyleyecek olursak, Kur’ân kıssaları, zamanın ve mekânın belli noktalarında cereyan etmiş olmakla birlikte evrensel hakikatleri anlatan olaylardan ibarettirler. Zaten Kur’ân, gönderilen elçilerin hayatlarında meydana gelmiş birçok hâdise varken, onlardan sadece bir kısmını kıssa etmiştir. Bizim kanaatimize göre, peygamberlerin hayatlarından seçilen bu bölümler, insanların zaman ve mekân sınırı tanımaksızın karşılaştıkları ve karşılaşabilecekleri ahlâkî problemlerdir. Yoksa Kur’ân niçin bunları tercih etsin ki?

d) Kıssa kahramanının yerine geçmek: İnsanlar genellikle okudukları metinlerde ya da dinledikleri konuşmalarda anlatılan kahramanın yerine kendilerini koyarlar. Bu yüzden masal, hikâye, roman ve kıssaları ilgiyle izlerler. Ayrıca onlar arasında kendilerince en iyi olanı ideal tip olarak belirleyip onun davranışlarını taklit etmeye çalışırlar. Başka bir deyişle, ideal tip olarak belirledikleri kahraman ya da kahramanların izlerini takip ederler.

Kur’ân kıssalarının da böyle bir amaca yönelik olduğunda şüphe yoktur. Özellikle peygamber kıssalarındaki peygamberlerin her insan için ideal tip olduğu kesindir. Herkes Allah’ın elçi olarak seçtiği şahıs gibi olmak isteyecek ve elinden geldiğince ona benzemeye azamî özen gösterecektir.

e) Kıssa dilinin özellikleri: Kıssalarda hikâyemsi bir dil kullanıldığından, hem akıcı, hem de kalıcı bir özellik ortaya çıkar. Yani kıssalar hem kısa olmaları, hem de hikâye edici, tasvir edici bir dile sahip olmaları münasebetiyle muhatap tarafından kolayca okunabilmektedirler. Yani insanın onu okumak için kendisini özel olarak sıkıntıya sokmasına gerek kalmaz. Ayrıca onda anlatılanları anlayabilmek için beynin zorlanmasına da gerek yoktur. Kıssalar Anadolu’daki tâbiriyle “su gibi içilecek” birer besindirler. Kıssalar, gündelik hayatta her gün karşılaşılabilecek anlatımlar olduklarından, insan zihninde kolayca yer edinebilirler ve oradan kolay kolay silinip atılamazlar.

3) Kur’ân kıssalarından ahlâkî derslere misâller

a) Lokman’ın oğluna nasihati: Kur’ân’da anlatılan kıssalar arasında en açıktan ahlâk dersleri veren, şüphesiz Lokman’ın oğluna nasihatleridir.

Hazreti Muhammed (sas) Mekkelileri iyiliğe davet edip durmaktadır. Ama onlar bunu kabullenmeye bir türlü yanaşmamakta, üstelik O’nu rencide ederek üzmektedirler. Allah ise sanki onlara Lokman’ın oğluna nasihatleriyle cevap vermekte ve Lokman’ın oğluna tavsiyeleri ile Hazreti Muhammed’in (sas) onlara tavsiyesi arasında bir bağ kurarak, tıpkı Lokman’ın oğlu gibi teslim olmalarını beklemektedir. Lokman, oğluna şöyle demektedir: “Yavrum, Allah’a ortak koşma, çünkü ortak koşmak büyük bir zulümdür.” (13) “Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdendir.” (16) “İnsanlara burun kıvırma ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşüne dikkat et, bağıra çağıra konuşma. Çünkü seslerin en çirkini, eşeklerin sesidir.” (Lokman, 18-19)

Dikkat edecek olursak, Lokman’ın oğluna yaptığı bu tavsiyeler her zaman ve zeminde geçerli olacak ahlâkî kaidelerdir. Üstelik bunu bir kıssa olarak akılda tutmak çok kolaydır.

b) Âdem ve Havvâ’nın iffeti: “Ağacın meyvesinden tadınca görünmemesi gereken yerleri kendilerine göründü. Onlar, utanarak Cennet’teki yapraklarla üstlerini örtmeye çalıştılar.” (A’râf, 22)

A’râf Sûresi’nde uzunca anlatılan Âdem Kıssası’ndan sadece konumuzla ilgili âyeti alıntılayarak dikkatleri şuna çekmeyi istedik: İnsan, fıtratı gereği vücûdunun bazı kısımlarını başkalarına göstermez. Elinde olmayan sebeplerle üzeri açıldığında bile iffetinden, utanarak alelacele buraları örtmeye çalışır. Bu durum evrensel ahlâkî bir kuraldır. Bunun tam tersi davranarak vücûtlarını teşhir edenler, fıtratlarını bozmuş, iffet gibi ahlâkî erdemlerini yitirmiş kişilerdir.

Kanaatimizce bugün örtünmeyi gericilik sayan ve bunu asılsız bir biçimde “çağdaşlık” diye uydurma bir gerekçeye dayandırmak isteyenlere bu kıssa bir şeyler anlatabilir. En azından bizim gibi İslâm’a inanan insanlara yaptıklarının doğru olduğunu gösterir.

c) Yûsuf’un (as) iffeti: “Yûsuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kilitleyip, ‘Haydi gelsene’ dedi. Yûsuf, ‘Allah’a sığınırım, Rabbim bana güzel baktı. Zalimler iflah olmazlar’ dedi.” (Yûsuf, 23)

Normal olarak cinsellik konusunda uyarıcı konumunda olan bir erkeğin tam tersi tahrik edilmesine rağmen sırf Allah yasakladığı için ondan uzak durması ne büyük bir erdemliliktir. İşte Allah, tüm erkeklerden Yûsuf’un gösterdiği bu erdemi beklemektedir! Yûsuf’un (as) gösterdiği büyüklük nerede, Türk toplumunda erkeğin gayr-i meşru bir ilişki gerçekleştirdiğinde yine toplum tarafından sırtının sıvazlanması nerede?

d) İbrahim’in (as) babasına duâsı: “İbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin için uyulacak güzel örnekler vardır. İbrahim, babasına, ‘Senin için bağışlanma dileyeceğim, fakat sana Allah’tan gelecek herhangi bir şeyi savmaya gücüm yetmez’ dedi.” (60/4-5)

İbrahim’in (as) babası, oğluna karşı çok gaddar davranmakta ve herkesten çok hakikat çağrısına o karşı çıkmaktadır. Fakat İbrahim (as), babasından daha olgun davranarak onun için duâ etmektedir. İşte hak din, insanı böyle merhametli ve olgun yapmaktadır!

İbrahim (as); genç yaşta İslâm’ı tercih ettiği için ailesi tarafından hor görülen insanların onlara karşı takınması gereken tavır açısından tam bir ideal tiptir. Ama gençlerin önemli bir kısmı, İbrahim (as) Kıssası’nı bildiği hâlde gerekli ahlâkî dersi çıkaramamaktadır.

e) Kasaba halkından inanan tek kişinin merhameti: Yasin Sûresi’nde anlatılan kasaba halkı, kendisine gönderilen üç elçiyi de inkâr etmektedir. Onlardan sadece bir kişi inanır ve onları da imana davet ederler. Fakat onlar küfürlerinde ısrar ederler. Bu mü’min öldüğünde, yine de şöyle söylemektedir. “Keşke kavmim bilseydi.”

Dikkat edilecek olursa bu şahıs da tıpkı İbrahim (as) gibi onlara merhametli davranarak onların da iman nimetiyle Cennet’e kavuşmalarını dilemektedir.

Şimdi Hazreti Muhammed’in (as) Taif dönüşü, “Rabbim onları bağışla, onlar bilmedikleri için böyle davranıyorlar” demesini daha iyi anlıyoruz. O, Kur’ân’da öncelikle Kendisine anlatılan yukarıdaki kıssalardan gerekli dersi almış, inkârcılarına bile merhamet hisleriyle dolup taşmıştır.

Bu misâlleri çoğaltmak ve Kur’ân’da anlatılan her kıssadan ahlâkî bir ders çıkarmak mümkündür. Yukarıdaki misâller bu durumu göstermek için yeterli olsa gerek.

Bizim önerimiz, Kur’ân kıssalarının bir de ahlâk açısından okunmalarıdır. Özellikle Kur’ân’daki peygamber kıssalarının çocuklara masalsı bir dil ile anlatılması, onların ahlâkî bakımdan gelişmelerine fevkalâde katkıda bulunacaktır.