
HER türlü beşerî ve içtimaî mesele için başvuracağımız yegâne kaynak Kur'ân-ı Azîmü’ş-Şân’dır. Materyalistlerin, modern putperestlerin iddialarının aksine Allah kelâmı bütün cihanı kuşatmış, yaratılmış varlıklar içinde de yeryüzü halifesi olan canlılardan Âdemoğlunun ruh sağlığı, beden sağlığı ve diğer dünyevî maişet ve hayatiyetinin rehberi O Yüce Furkan’dır.
Modern tıpta “insan psikolojisi” diye övülen (!) ilmin sırrını çözemediği insan ruhunun gıdası dinîdir ve şifası Kur’ân’dadır. Gelin, “ruhiyat” diyebileceğimiz ilâhî iklimde beşerî bir varlık olan insanın ruh dünyasını Kur’ân ışığında ve beşerî kabiliyetimiz ölçüsünce hülâsa etmeye çalışalım.
“Andolsun, içinizden cihat edenleri ve sabredenleri belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi deneyeceğiz.” (Muhammed, 31)
Kur’ân-ı Kerim’in Tîn Sûresi’nin dördüncü ayetinde yer alan ve “en güzel biçim” diye çevirdiğimiz “ahsen-i takvim” tamlaması, bu bağlamda insana Allah tarafından verilen en güzel ve en mükemmel biçim ve yapıyı, bu sayede insanın yeryüzü varlıkları içinde gerek fizyolojik, gerekse ruhsal ve zihinsel yetenekler bakımından en mükemmel ve en seçkin canlı olarak yaratılmış olmasını ifade eder. Yaratılmışların en mükemmeli olan insanda bulunan (ayetteki deyimiyle) bu güzelliğin kaynağı, Allah’ın onu Kendi eliyle yaratıp ruhundan üflemesi (Sâd, 75), “Kendi sûreti üzere” (kendi sıfatlarından ona -insanlık düzeyinde- lütufta bulunarak) yaratması, onu yeryüzünde halife kılması (Bakara, 30), lütuf ve inayetleridir. Müfessirler Allah’ın insandan daha güzel mahlûku olmadığı kanaatindedirler. Zira Allah insanı canlı, bilen, irade sahibi, konuşan, işiten, dinleyen, gören, düşünüp tedbir alan, hikmetle hareket eden ve bütün bu özellikleri sayesinde fizik bakımdan kendisinden daha güçlü varlıklar üzerinde bile hâkimiyet kurabilen, kültürler ve medeniyetler geliştirebilen bir varlık olarak yaratmıştır. Ki bütün bu gibi sıfatlar aynı zamanda İlâhî sıfatların bir kısmının ondaki yansımaları, tecellileridir.
Hicr Sûresi’nin 29 ilâ 35’inci ayetleri arasındaki emirler de müfessirlerce şöyle yorumlanır: Allah-u Teâlâ, Hazreti Âdem’in bedenini yaratıp “ona ruhundan üfledikten” yani ilk insanın biyolojik gelişimini tamamlayıp ruh-beden birliğini sağlayarak bu suretle adına “insan” denilen en gelişmiş canlı türünü yarattıktan sonra meleklere Âdem’in önünde secdeye kapanmalarını emretti. Meleklerin hepsi secde ederken, İblîs, kendi aciz aklıyla vardığı sonucu Allah’ın buyruğundan daha önemli sayarak buna karşı geldi. Bakara ve Araf Sûrelerinde de görüldüğü gibi, Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’inde insanoğluna Yaratıcısını ve kendi aslını, atasını tanıtmayı, hatırlatmayı yararlı gördüğü durumlarda ilk insanın yaratılışını ve onu takip eden gelişmeleri ilgili ayetlerin bağlamına göre az çok farklı ifadelerle tekrar etmiştir (Bakara, 30-39; Araf, 11-25).
Buradaki en önemli ilâve bilgi, İlâhî kudretin alelâde toprağı balçık ve kurumuş çamur aşamalarından geçirerek “tesviye etmesi” yani insan biçimine sokması ve böylece miktarını bilemediğimiz bir zaman içinde “beşer”in yani Âdem’in bedensel varlığını şekillendirmesi, biyolojik oluşumunu tamamlaması, ardından da ona “ruhundan üflemesi”dir. Böylece Kur’ân-ı Kerim’de insanın bir ruh-beden varlığı olduğu açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır.
Beden, insanın fizyolojik yönünü; ruh ise, metafizik yönünü oluşturmaktadır. İsrâ Sûresi’nde (85’inci ayet) ruhun mahiyeti hakkında insanlara çok az bilgi verildiği belirtilmekle beraber “Ona ruhumdan üflediğim vakit...” buyurulmakla ruhun kesinlikle fiziksel bir fonksiyon, bir sözde varlık olmadığı ifade edilmiştir. Şu hâlde ruh, Allah’ın, bedeniyle bu dünyaya ait ama mânâ boyutuyla ilâhî âlemle ilişkisi bulunan yeni bir varlık türü yaratmak üzere tabiat ötesinden, aşkın âlemden gönderdiği tabiatüstü gerçek bir varlıktır. Hatta Cenâb-ı Hakk’ın “ruhumdan” buyurarak insan ruhunu Kendi Zâtına yani gerçek olan yegâne varlığa izafe etmesini dikkate alarak, insanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakikî varlığın bedeni değil, ruhu olduğunu kabul etmek gerekir.
Eşsiz olmak tutkusu
İslâm düşüncesine özgü felsefî antropolojinin tartışmasız en büyük ismi olan İmam-ı Gazalî, İhyâ’nın insandaki mevki tutkusunun doğal ve metafizik kaynaklarını araştırdığı bölümünde (III, 278 vd.) yer alan, İslâm dünyasında hiçbir zaman ulaşılamamış mükemmellikteki ruhla ilgili tahlilinin bir kısmını önemi dolayısıyla kısaltarak alıyoruz:
“Ruh, tanrısal bir gerçekliktir (emrun rabbânîyyün). Çünkü Yüce Allah, ‘Senden ruh hakkında bilgi istiyorlar. De ki, ‘O Rabbimin emrindendir’’ (İsra, 85) buyurmuştur. İnsan -açıklaması uzun sürecek- çeşitli asıllardan oluşturulmuştur. Onun özünde tanrısal gerçeklikten de bir pay bulunduğu için doğal olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyetin anlamı, bağımsızlık yoluyla varlıkta tekleşmek ve yetkinlikte eşsizleşmektir. Böylece yetkinlik İlâhî niteliklerden olduğu (ve insan da İlâhî gerçeklik olan ruha sahip olduğu) içindir ki yetkinlik insan tarafından doğal olarak sevilmektedir. Yetkinlik varlıkta eşsizleşmedir, çünkü varlık bakımından başkalarıyla aynı düzeyde olmanın bir eksiklik olduğunda kuşku yoktur.
Her insan, tabiatı gereği mükemmellikte eşsiz olmak ister. Bu sebeple sûfîlerin önde gelenlerinden biri, ‘Her insanın içinde Firavun’un, ‘Ben sizin en büyük tanrınızım’ diyerek seslendirdiği şekilde bir ululuk iddiası vardır, fakat bunu açığa vuramaz’ demiştir. ‘Ruh Rabbimin emrindendir’ şeklindeki beyanın göstermiş olduğu rubûbiyyet ilişkisinden dolayı kölelik ruha ağır gelir, efendilik ise insanın doğası gereği sevilir. Ruh yetkinliğin son noktasına ulaşamasa da ondaki yetkinleşme arzusu hiçbir zaman sönmez.
Her varlık kendi zâtını ve zâtının yetkinleşmesini sever, bu sebeple de -ister zâtının yokluğu olsun, ister üstün niteliklerinin yokluğu olsun- yokluğa maruz kalmaktan nefret eder. İnsan, varlıkta eşsizleşmeyi istemenin yanında diğer bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmayı da bir yetkinlik olarak düşünür ve ister. Bu yüzden bir yetkinlik türü olması dolayısıyla başka bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmak da doğal olarak arzulanmaktadır. Herhangi bir şey üzerinde hâkimiyet kurmak demek, onu etkisi altına alma, istediği şekilde değiştirme ve onu dilediği gibi kullanacağı şekilde kontrolü altına alma gücüne sahip olmak demektir.”
İnsan bu yönüyle seçkin bir varlık olduğu için varlıkta ve yetkinlikte eşsiz olmak, üstün olmak, başka bütün şeyleri tanımak, bilmek ve onları buyruğu altına almak ister.
Gazalî, insanın canlı-cansız varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma arzusunun ruhun tanrısal âlemden gelmesinin bir sonucu olduğunu belirten açıklamalardan sonra insanın, kullanılması mümkün olan varlıkları dilediği gibi kullanarak, kullanılması mümkün olmayan varlıklar hakkında da bilgi edinerek bu hâkimiyet arzusunu gerçekleştirdiğini belirtir. Bu arada sahte yetkinliklerden de söz ettikten sonra ruhun tanrısal gerçeklik olmasının gerektirdiği hakikî yetkinliğe, aynı zamanda Allah’ın da (hemen hemen bütün ilâhî dinlerde, teolojilerde ve mezheplerde müştereken kabul edilen) temel sıfatları olan ilim, irade ve kudret niteliklerini kazanmakla ulaşılacağı sonucuna varır. Şu hâlde, insanın bütün varlıklar arasındaki değeri ve önemi bedenden değil, “Rabbânî bir emir” olan, üzerinde durduğumuz ayetteki (Hicr, 29) ifadeyle “Allah tarafından bedene üflenmiş” bulunan, dolayısıyla aşkın âlemden gelen ruhtan kaynaklanmaktadır.
İnsan bu yönüyle seçkin bir varlık olduğu için varlıkta ve yetkinlikte eşsiz olmak, üstün olmak, başka bütün şeyleri tanımak, bilmek ve onları buyruğu altına almak ister. Buna (Gazalî’nin belirttiği gibi) ancak bilgi, özgürlük ve güç ile ulaşılabildiği için, normal olarak bütün insanlar bilgili, özgür ve güçlü olmak isterler. Fakat insanlar sık sık bu kavramların anlamı, mahiyeti ve amacı konusunda yanılır ve böylece hakikî değil “sahte (vehmî) yetkinlik” peşinde koşarlar. Oysa insan, fizik ve metafizik varlık ve olaylar hakkında doğru bilgiler edinmeli, özgürlüğü geçici istek ve tutkuları yenerek onların karşısında bağımsız olmada aramalı, bilgisini ve özgürlüğünü mükemmelleştirme gücünü kazanmalıdır ki sahte yetkinlikler arayışına sapmadan, ruhunun kaynağı olan aşkın âlemle bağını sürdürüp geliştirebilsin. İşte Yüce Allah’ın, önünde meleklerin secdeye kapanmasını istediği insanın bu mertebesi, ruhun aşkın hüviyetinden gelmektedir. Bakara Sûresi’nin 30 ilâ 33’üncü ayetlerinde bildirildiğine göre, Allah-u Teâlâ, melekleri insanın bu hüviyeti hakkında bilgilendirmiş, onlar da secde buyruğuna uymuşlardı. Buna karşılık İblis’in, Âdem’in ruhî cevherinin menşe ve mükemmelliğini dikkate almadan, sadece maddî karşılaştırma yaparak yani Âdem’in bedeninin topraktan, kendi varlığının ateşten yaratıldığına bakarak isyana kalkışması, onun İlâhî rahmetten kovulmasına, kıyamete kadar lânetlenmesine sebep olmuştur.
Ruhsal sorunlar, imtihan ve din
Her ne kadar modern hayat inanan/inanmayan tüm insanlığa maddî anlamda büyük imkânlar sunmuşsa da, ruhsal anlamda insanlığın sorunlarını çözemediği gibi, aksine daha da karmaşık hâle getirmiştir. Geçmişte daha çok yetişkinlerin maruz kaldığı pek çok psikolojik sıkıntıya günümüz dünyasında daha küçük yaştaki çocuklar ve gençler de maruz kalabilmektedir. Modern hayat bu tür psikolojik sorunlara gerçek çözüm yolları aramak yerine, ya onları çeşitli ilaçlarla geçici olarak uyutmaya ya da sanal ortamlarla unutturmaya çalışmaktadır.
Bir zamanlar sadece ABD’lilere ait olduğu sanılan “Kaliforniya Sendromu”* da hızla dünyanın diğer yerlerine yayılmaya başlamıştır. Böyle bir gidişattan sadece Batı dünyası değil, küreselleşmenin etkisiyle İslâm dünyası da payına düşeni almaktadır. Sonuçta, küresel kapitalist sistemlerin bir dayatması olarak “bireysel gelişim” uzmanlarının önerileri ve yönlendirmeleriyle bireyler, hiç ölmeyecekmiş gibi, adeta dünyaya hâkim olmak noktasına getirilmişlerdir.
Durum böyle olunca, hep daha çok kazanmak, daha çok harcamak, daha çok bencillik ve sonuçta yalnızlaşma, dışlanma, psikolojik ve patolojik hastalıklar hâkim olmaya başlamıştır. İşte böyle bir durum karşısında Batı dünyası, özellikle de ABD, ruh sağlığı konusunda dinden yararlanma yoluna giderek bu alanda ciddî çalışmalar yapmaktadır. Ruh sağlığı ve din ilişkisi, psikiyatrinin olduğu kadar din adamı yetiştiren eğitim kurumlarının da en önemli meselesi hâline gelmiştir.
Yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu, ruh sağlığı ile din arasında pozitif bir ilişkinin olduğunu ortaya koymaktadır. Ne yazık ki İslâm ülkelerinde henüz bu alanda yeterince akademik çalışma yapılmadığı gibi, çoğu insan dinin ruh sağlığına olan katkısının farkında bile değildir. Oysa Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, doğrudan ya da dolaylı olarak insanın ruh sağlığını olumlu yönde etkileyebilecek pek çok unsurun olduğunu görmekteyiz.
Meseleye özellikle inananlar açısından baktığımızda, Kur’ân’da pek çok ayetin günümüz modern insanının sorunlarına ışık tutacak mahiyette olduğunu müşahede etmekteyiz. Zira her şeyden önce Kur’ân, kendisini bir bereket kaynağı (En’âm, 92), mübârek bir kitap (Sâd, 29), müminler için bir şifa ve rahmet (İsra, 82; Fussilet, 44) kaynağı olarak takdim etmektedir. Ayrıca Kur’ân, inananların kalplerinin ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşacağını (Ra’d, 28), erkek veya kadın kim mümin olarak iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatılacağını (Nahl, 97), Kur’ân’dan yüz çevirenlerin ise dünyada dar bir geçime sahip olacağını (Ta-Ha, 124) ve dünyada rezil bir hayat süreceğini (Hac, 8-9) belirtmektedir. Tüm bu ayetleri birleştirdiğimizde ortaya çıkan sonuç şudur: Eğer insanlar Kur’ân’ın yoluna uyup onu hayat kılavuzu yaparak ve yaşamlarını ona göre düzenlerlerse, hem bu dünyada, hem de ahirette mutlu bir hayat sürer, aksi durumda ise yine hem bu dünyada, hem de ahirette çeşitli sıkıntı ve zorluklara maruz kalırlar.
Kur’ân’a göre her kavim ya da millet farklı şekillerde imtihana tâbi tutulmuş olup, adeta bu durum, Allah’ın tüm insanlara uyguladığı bir yöntemdir. Bu durum şöyle açıklanmaktadır: “Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber olan müminler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara, 214)
Bu ayetten de açıkça anlaşılacağı gibi, tarihin her döneminde, özellikle Tevhid inancına sahip olanlarla olmayanlar arasında kıyasıya bir mücadele olmuş ve Tevhid inancına sahip olan kişiler pek çok zorlukla karşı karşıya gelmişlerdir. Kur’ân’a göre bu durum, Son Peygamber olan Hazreti Muhammed’in (sas) ümmeti için de geçerlidir. Bu bağlamda yine Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.” (Âl-i İmrân, 186)
Kur’ân’a göre Allah, aynı soydan iyi olanlar yarattığı gibi kötü olanları da yarattığını, hatta aynı soydan çok daha kötü insanların olabileceğini de belirtmektedir.
Yine başka bir ayette de, “İnsanlar ‘İnandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler?” (Ankebut, 2) denilerek, inanan kişilerin mutlaka bir şekilde sınava tâbi tutulacakları belirtilmektedir. Burada şu soru akla gelebilir: Acaba Allah, bazen sonuçları acı olan bu tür olaylarla insanları niçin imtihana tâbi tutmaktadır? Bu önemli sorunun cevabını yine Allah, Kur’ân’da Bizzat vermektedir: “O hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 2; Hûd, 7)
İmtihanların nedenlerinden birinin de insanların Allah’a olan bağlılıklarını test etmek ve hangisinin daha güzel amel yaptığına bakmak olduğu böylece görülür. Allah, insanların belli olaylardan ibret almalarını sağlamak için de imtihan etmektedir: “Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl bir veya iki kere belâya çarptırılıp imtihan ediliyorlar. Sonra ne tövbe ederler, ne de ibret alırlar.” (Tevbe, 126)
Yine imtihanın en önemli nedenlerinden biri de inananların sabrını ölçmeye yöneliktir: “Andolsun, içinizden cihat edenleri ve sabredenleri belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi deneyeceğiz.” (Muhammed, 31)
İnsanın farklı şekillerde sınava tâbi tutulmasının bir diğer nedeni de, insanların kendilerini yaratan Allah’a dönmelerini sağlamaktır. Bu yüzden Allah, zaman zaman insanları birtakım şeylerle sınava tâbi tutmakta ve onları cezalandırmaktadır. Şu ayet de bu hususu açıklamaktadır: “Andolsun, dönsünler diye Biz onlara (ahiretteki) en büyük azaptan önce (dünyadaki) yakın azabı elbette tattıracağız.” (Secde, 21)
İmtihanla ilgili olarak bir diğer husus da şudur: Allah, insanları sadece olumsuz şeylerle değil, bazen olumlu sayılabilecek ve hayır olarak kabul edebileceğimiz hususlarla da deneyebilmektedir. Şu ayet de bu hususu desteklemektedir: “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de, şer ile de deniyoruz. Ancak Bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35)
Kur’ân’ın imtihan hakkındaki bu genel yaklaşımını inceledikten sonra, şimdi yine Kur’ân’da geçen daha özel alanlardaki imtihan şekillerini ele alabiliriz.
Küresel kapitalist sistemlerin bir dayatması olarak “bireysel gelişim” uzmanlarının önerileri ve yönlendirmeleriyle bireyler, hiç ölmeyecekmiş gibi, adeta dünyaya hâkim olmak noktasına getirilmişlerdir.
Aile hayatıyla imtihan
İnsanın psikolojik yapısını olumsuz yönde etkileyen en önemli faktörlerden biri, bireyin hayatının önemli bir kısmını birlikte geçirdiği aile hayatında meydana gelen olumsuzluklardır. Kur’ân’ın bize örnek olarak sunduğu peygamberler de dâhil olmak üzere, kimileri eşleriyle, kimileri çocuklarıyla, kimileri ise ebeveynleriyle imtihana tâbi tutulmaktadır. Bu durum, geçmişte olduğu gibi günümüz insanları için de geçerlidir.
Özellikle dindar ebeveynleri rahatsız eden hususların başında, yetiştirdikleri çocukların kendi idealleriyle uyuşmama sorunu gelmektedir. Böyle bir durum karşısında anne ve baba, niçin böyle bir evlada sahip olduklarını, acaba bunun kendi hatalarının bir sonucu olarak Allah’ın kendilerine bir belâ ve musibet mi, yoksa yaptıklarından bağımsız olarak sadece bir imtihan mı olduğu konusunda zaman zaman şüpheye düşebilmekte ve kendilerini sorgulayabilmektedirler. Elbette iyi evlât yetiştirmedeki en önemli unsur, anne ve babanın tutumu, çocuğuyla olan ilişkisi, onu yetiştirme tarzı ve o konudaki gayretidir. Ancak bütün bunlara rağmen bazen istenen şekilde çocuk yetiştirilemeyebilir. Sonuçta eğitimin de belli bir gücü ve sınırı vardır. Bu durum, aile fertlerinin eğitimi için de söz konusudur. Zira Kur’ân’a göre Allah, aynı soydan iyi olanlar yarattığı gibi kötü olanları da yarattığını, hatta aynı soydan çok daha kötü insanların olabileceğini de belirtmektedir. Konuyla ilgili olarak, “Onu ve İshak’ı mübârek kıldık; ikisinin soyundan iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine zulmeden de vardır” (Saffât, 113) ayeti buna iyi bir örnektir. Bu ayetin muhatabı, büyük peygamberlerden biri olan Hazreti İbrahim’dir. Eğer Kur’ân’a göre seçilmiş ve günahlardan korunmuş bir peygamberin bile soyundan kötü kişilerin gelebileceği belirtiliyorsa, sıradan insanların soyundan hem iyi, hem de kötü kişilerin geleceği çok daha doğaldır.
Yine insanın eğitim yoluyla değiştirilmesi en zor, hatta imkânsız olan özelliklerinden biri de, onun doğuştan getirdiği huyudur. İnsanlara baktığımızda, herkesin farklı huy ve karakterde yaratıldığını görmekteyiz. Hatta aynı anne ve babaya sahip çocukların bile huylarının farklı farklı olduğu görülmektedir. Kimi çocuklar daha uysal ve söz dinler hâldeyken, kimisi ise daha isyankâr, söz dinlemez ve asi olabilmektedir. Psikologlar her ne kadar çocukların tutum ve davranışlarında birinci derecede aile fertlerini ve onların uyguladıkları eğitim ve öğretim metotlarını öne sürseler de aynı eğitim ve öğretimden çok farklı özelliklere sahip çocukların ortaya çıkabildiği de bir gerçektir. Aslında bu konuda da en belirleyici faktör, Allah’ın yaratış plânıdır. Bu durum Hazreti İbrahim’le ilgili olarak Kur’ân’da şu şekilde ifade edilmektedir: “Biz de ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik.” (Saffât, 101)
Ayetten de anlaşıldığı üzere, yumuşak huylu ya da sert mizaçlı olmak, tamamen Allah’ın yaratış plânı dâhilinde gerçekleşmektedir. Hatta bir çocuğun ileride sahip olacağı olumlu ya da olumsuz özellikler bile Allah’ın takdiri dâhilinde oluşmaktadır. Zira Kur’ân’da “Bilgin bir erkek çocuğu sahibi olacağını müjdelediler” (Zâriyat, 28) demek suretiyle Allah’ın ta baştan itibaren bir kulunun ne olacağını bildiğini ve ona uygun bir şekilde yarattığını ve yönlendirildiğini gösteren işaretler vardır.
Kur’ân’a baktığımızda, tüm insanlığa birer model olarak sunulan peygamberlerin aile fertleriyle farklı şekillerde sınava tâbi tutulduklarını görmekteyiz. Bu kıssalarla bize verilmek istenen mesaj, normal insanların da bu tür olaylarla karşılaşabilecekleridir. Şimdi Kur’ân’ın bize sunduğu kıssalarla aile fertlerine yönelik imtihan şekillerinden bahsedebiliriz.
Kur’ân’da aile fertleriyle imtihan şekillerine baktığımızda, bunların başında ebeveynin en çok sevdiği çocuğuyla imtihan edilmesi gelmektedir. Bunun en çarpıcı örneğini de Hazreti İbrahim ile oğlu İsmail arasında geçen olayda görmekteyiz. Zira Allah, İbrahim’i (as) en sevdiği İsmail’i kurban etmesini isteyerek normal bir babanın asla yapamayacağı bir işle imtihana tâbi tutmuştur. Kur’ân’da anlatılan bu konu farklı şekillerde yorumlansa bile, bilinen bir gerçek şudur ki, ne baba İbrahim (as), ne de oğul İsmail (as) böyle bir çetin sınav karşısında gönülsüz ve isteksiz davranmış, her ikisi de Allah’ın bu emrini yerine getirmek konusunda hazır olduklarını belirtmişlerdir (Saffât, 102-107). Her ne kadar burada Allah, örnek olarak bir peygamberin başından geçen bir olayı nakletse de, sıradan insanlar da farklı şekillerde çocukları ile imtihana tâbi tutulabilirler. Nitekim Allah, kullarını denemek için, kişinin çok sevdiği çocuğuyla onu imtihana tâbi tutabileceğini bize bildirmektedir (Bakara, 155-156).
Kur’ân’ın anne-baba ve çocuk ilişkisiyle ilgili olarak verdiği örneklerden biri de Yâkub (as) ile oğlu Yûsuf (as) arasında geçen kıssadır. Bu kıssaların uzunluğu sayfalara sığmaz.
Yukarıda örnek olarak değindiğimiz konular ışığında, Kur’ân’ın sadece inanç, ibadet ve ahlâk esasları gibi dinî içerikli konuları değil, aynı zamanda ruh sağlığı gibi psikolojik anlamda da önemli bir kaynak olduğunu söyleyebiliriz. Zira olaylara Kur’ân açısından bakarak dünya hayatının bir imtihan yeri olduğuna, herkesin farklı şekillerde sınava tâbi tutulacağına, hayat ve ölümün tamamen Allah’ın takdiri ve gücü dâhilinde meydana geldiğine, geçim konusunda endişelenmeye gerek kalmadığına, zira tüm canlıların rızkının Allah’a ait olduğuna, hayır ve şerrin izafî olduğuna, dünyada yegâne güç sahibinin yalnızca Allah olduğuna, Allah’ın dilemesi ve takdiri dışında hiçbir şeyin meydana gelemeyeceğine inanan bir kişinin güçlü bir ruh sağlığına sahip olacağı söylenebilir. Ancak burada şu hususu da hatırlatmamız gerekir: Yukarıda bahsettiğimiz konular çerçevesinde insanın hiç mi sorumluluğu yoktur? Ya da böyle bir anlayış bağlamında Müslümana düşen görev ve sorumluluk nedir?
Bu konuda Kur’ân’ın önemle üzerinde durduğu iki husus vardır: Öncelikle Kur’ân insanları kaldıramayacakları bir sorumlulukla mükellef tutmamıştır. İkinci olarak, Kur’ân’a göre önemli olan, bireysel sorumluluktur. Kur’ân, insanlara ancak kaldırabilecekleri tarzda bir sorumluluk verildiğini göstermektedir. Dolayısıyla inanan bir kişi, ancak yapabildiği şeylerle sorumlu olacağını bildiğinden, kendisini aşan konularda herhangi bir sıkıntı, stres ve kaygıya düşmez. O sadece elinden geleni yapar, gerisini Allah’a bırakır.
Dolayısıyla kişi, üzerine düşen görev ve sorumluluğu yerine getirdikten sonra, artık diğer kişi ve olaylarla sorumlu tutulmaz. Burada önemli olan, kişinin kendi sorumluluğunu yerine getirmesidir. Bu tezi de doğrulayan pek çok ayet vardır. İsra Sûresi’nin 15’inci ayeti şöyle der: “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa, kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez.”
Zira Kur’ân, müminler için bir rahmet kaynağı olduğu kadar, aynı zamanda bir de şifa kaynağı ve hayat rehberidir.
Vesselâm…
*Modern Zamanın Hastalığı: Kaliforniya Sendromu, Prof. Dr. Nevzat Tarhan.
Kaliforniya Sendromu’nu yaşayan insanlar, “Başkası açlıktan ölse bana ne!” düşüncesiyle kendisi dışındaki kişiler hakkında kaygı hissetmemeye başlarlar. Teknolojinin ve sermayenin akıl almaz bir şekilde genişlemesiyle belki de insanlık tarihinin en rahat dönemini yaşanmaktadır, bunun neticesinde de yeni bir rahatsızlık girmiştir literatüre: Kaliforniya Sendromu.
Birçoğunuzun bildiği gibi, Kaliforniya, Amerika Birleşik Devletleri’nin en kalabalık eyaleti. 1850’li yıllarda altın yataklarının keşfedilmesinden sonra Amerika’nın en büyük ekonomik gücü hâline gelmiş olan bu popüler eyalet, bünyesinde sinemanın kalbi Hollywood’u, bilgisayar ve internetin kalbi Silikon Vadisi’ni, yerli ve yabancı turistlerin cazibe merkezi Long Beach’i ve Amerika’nın mutlu azınlığının yaşadığı sosyete semti Beverly Hills’i, aynı zamanda modern zamanın hastalığı Kaliforniya Sendromu’nu barındırmakta.
Dünyanın en büyük altıncı ekonomik gücüne sahip olan bu eyalet, devlet olmadığı hâlde, devletler arenasında büyük söz sahibi ve aynı zamanda psikoloji ve pedagoji tarihine de bir sendroma isim babalığı yaparak geçti. Daha çok bir hayat tarzı olan Kaliforniya Sendromu’nun ayırt edici özellikleri, eğlencenin, bedensel hazların, para kazanmanın ve harcamanın hayatın temel felsefesi olarak algılandığı, insanların hayatı tüketmek için yaşadığı, üretirken ve tüketirken, hatta eğlenirken ortaya çıkan yorgunluğunu tekrar eğlenerek atmaya çalıştığı, sürekli eğlence anlayışın zamanla ruhunda oluşturduğu yaraları ortadan kaldırmak için de daha çok tüketmenin ve eğlenmenin gerektiğini düşündüğü, her defasında tüketim ve eğlencenin dozunu artırıp şeklini değiştirdiği israfa dayalı anlayış şeklinde sıralanabilir.
Susuzluklarını deniz suyu içerek dindirmeye çalışan, tuzlu sudan yandıkça daha çok deniz suyu içen bu sendromdan mustarip insanlar, bu yaklaşımlarıyla ömürlerini bir kısır döngüye kurban etmektedirler. Zevke düşkünlük, bencillik ve yalnızlık, sonuç olarak mutsuzluk getirmektedir.
Bu sendromdaki kişi, kendine hayran olma, ego fetişizmi de denilebilecek şekilde narsistik eğilimler taşıyor. “Bana zevk veren şeyler iyidir, zevk vermeyen şeyler kötüdür” şeklinde iyi-doğru değerlerinde değişme yaşanıyor. Somut zevk ve eğlenceleri yaşamın amacı olarak görüyor. Bu kişiler başarılı iseler çevrelerinde sahte dostlar bulunuyor. Erkekse başarıyı, kadınsa güzelliği kaybettiğinde dostları yanlarından uzaklaşıyor.