Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak ve iki kıssa

Hıfzetmek, hâfız olmak güzel de Kitab-ı Mutlak’ın inzal olmasındaki asıl amaç atlanıyor mu acaba? Hâfıza, Kitaptan herhangi bir yerden âyet okuyup devamını getirmesini isteseniz hemen okur. Ama âyet-i kerîmenin ne mânâya geldiğini, bize ne anlatmak veya bizden neyi yapmamızı istediğini sorsanız, cevap alamazsınız. Maalesef üzerinde ciddiyetle durulmayan, ihmâl edilen bu can alıcı husus, cemiyetimizin her yerinde görülmektedir.

“ANDOLSUN ki Biz, Kur’ân’ı düşünmek için kolaylaştırmışızdır. O hâlde bir düşünen (ibret alan) var mı?” (Kamer, 17/22/32/40/51)

“Onlar hâlâ Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?” (Nisa, 82)

 “Bunlar Kur’ân’ın (anlamını inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üstünde kilitler mi var?” (Kıtal, 24)

“(…) İşte bu, Rabbiniz olan Allah. Artık O’na kulluk edin. Düşünmüyor musunuz?” (Yunus, 3)

Kur’ân-ı Kerîm’de yüzlerce âyet-i kerîme düşünmemizi, akıl yürütmemizi ve ibret almamızı istemektedir. Biz buna ne ölçüde cevap verebiliyoruz?

Muhtelif vakıf ve derneklerin kursları var. Buralarda hâfız yetiştiriliyor. Genelde yatılı olan talebeler, 2-5 sene süresince Kitabı ezberliyorlar. Tek harfi atlamadan 604 sahifelik bir tutarı hıfzetmek takdire şa’yân bir husus. Tecvid kâideleri de dikkate alınıyorsa nûr âlâ nûr! Âyet-i kerîmelerin beyin hücrelerine yerleşimindeki kolaylık, geri çağrıldığında (hatırlanmak istendiğinde) irade dışıymış gibi dudaklardan dökülen kıraat, Kur’ân-ı Kerîm’in mucize özelliklerinden biridir.

Hıfzetmek, hâfız olmak güzel de Kitab-ı Mutlak’ın inzal olmasındaki asıl amaç atlanıyor mu acaba? Hâfıza, Kitaptan herhangi bir yerden âyet okuyup devamını getirmesini isteseniz hemen okur. Ama âyet-i kerîmenin ne mânâya geldiğini, bize ne anlatmak veya bizden neyi yapmamızı istediğini sorsanız, cevap alamazsınız. Maalesef üzerinde ciddiyetle durulmayan, ihmâl edilen bu can alıcı husus, cemiyetimizin her yerinde görülmektedir.

Tek parti döneminden kalma alışkanlık mıdır, Arapça öğrenmenin yasak olduğu devirlerde, hâfızlık kurslarına göz yumuluyordu. “Kur’ân-ı Kerîm’in muhteviyatından haberi olmasınlar da enerjilerini ezberleyerek tüketedursunlar” diye isteniyordu. İspanya diktatörünün gençlerin enerjilerinin maç stadyumlarında harcamalarını istediği gibi... İngilizler, sömürgeleri olan Hindistan okullarında talebelere logaritma cetvellerini ezberletiyorlardı. Zihinleri lüzumsuz şeylerle meşgûl ederek içine düştükleri esaretten kurtulma muhakemesine vakit ve pozisyonları olmasın diye… Uygulama aynı değil ama Müslümanlardan istenen yönlendirme amacı da aynıydı.

Salonlar tutuyor, toplantılar düzenliyoruz. Televizyonlarda kıraat yarışmaları tertip ediyoruz. Tecvidle, güzel ve yanık sesle okumaya teşvik var. Talebelerde, hâfızlarda ve izleyicilerde coşku ve talep var.

Anlamından, özünden, aslından bîhaber tilâvetin ne kadar faydası olabilir? “Ana ve babaya öf demeyiniz, iyi davranınız” âyetini okurken, okuyucu ve dinleyiciler ebeveynlerine ilgisiz kalmış veya darıltmış hâlde ise yahut faizin haram olduğu âyet-i kerîmeler kıraat edilirken ticaret işlemlerinde boğazına kadar faiz bataklığına saplanmış olanların coşkun bir yanık ses karşısında mest olmaları (farkında olmasalar bile) Kur’ân-ı Kerîm’le alay etmekle eşanlamlı değil midir?

O hâlde her Müslümanın -tam olmasa bile- okunan âyet-i kerîmelerin nelerden bahsettiğini sezecek kadar Arapça bilmesi gerekmektedir. Hiç olmazsa Kur’ân’ı hıfz edenlerin bu seviyede olması elzemdir.


Peki, biz ne yapıyoruz? “Kur’ân-ı Kerîm’in yüce mânâsını anlayamayız” diyerek genç hâfız adaylarına “Anlamasan da sevap kazanırsın, ezbere devam” komutu çekiyoruz. Tamam, hâfızlık iyi de önce Arapça öğrenseler, sonra hıfzetseler daha güzel, daha sevap olmaz mı? Hoca efendiler, “Biz üstatlarımızdan böyle gördük” diyecekler. Bakınız, bu merhalede içimizdeki ses ne diyor: “Ey Düzceli, sen nelerden bahsediyorsun?! Hoca efendiler de, üstatları da Kur’ânca bilmiyorlar ki öğretsinler...”

Evet, maalesef böyle gelmiş, böyle gidiyor!

Tek parti döneminden kalma alışkanlık mıdır, Arapça öğrenmenin yasak olduğu devirlerde, hâfızlık kurslarına göz yumuluyordu. “Kur’ân-ı Kerîm’in muhteviyatından haberi olmasınlar da enerjilerini ezberleyerek tüketedursunlar” diye isteniyordu. İspanya diktatörünün gençlerin enerjilerinin maç stadyumlarında harcamalarını istediği gibi... 

Eğitim, temel meselemiz. Sahrada günlerce kalmış, damağı kurumuş dimağ sahiplerinin suya duydukları iştiyak gibi, bu meseleyi dert edinmiş hoca efendilere, üstatlara ihtiyacımız var. Genel bir mukayese yaparsak, Kur’ân-ı Kerîm’in tilâveti ile anlamı arasındaki ilişkinin tarihsel süreci hakkında şunları söyleyebiliriz:

1- Sahabe ve tâbiîn, fisebilillah, İslâm’ı yaymak için yeryüzü coğrafyasına dağılmışlardır. Tebliğ için Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetmek, gelecek nesillere aktarmak icap ediyordu. Onlar da hıfz yoluyla kendilerinden sonrakilere aktardılar. Hâfızların övülmesi daha ziyâde onlar içindir. Lîsanları hakikî Arapça olduğundan, âyet-i kerîmelerin ne mânâya geldiklerini anlayabiliyorlardı.

2- Arap kavmi genelde ümmi bir topluluktu. Okuma yazma bilenler azdı. Kâğıt kalem gibi kayıt aletleri oldukça sınırlıydı. Bütün bu olumsuzluklar yanında üstün bir meziyetleri vardı ki açığı kapatıyordu: Hâfıza… Hatip birkaç sayfalık edebî bir konuşma yapsa, (teyp misâli) olduğu gibi hâfızaya nakşetmek kabiliyetine sahiptiler. Günümüz tekniği ile alabildiğine ilerlemiş medya ve sosyal aktivitelerse cebimize indirgenecek seviyeye gelmiştir. Mushafın bütününü cep telefonuna kaydettirebilir, İslâm dünyasının meşhur hâfızlarının kıraatını istediğiniz an dinleyebilirsiniz. Dolayısıyla günümüzde anlamını bilmeden Kur’ân-ı Kerîm’i ezbere hatmetmenin pek önemi kalmamıştır.

3- Kur’ân-ı Kerîm’i okumanın anlamak, anlamanın işaretinin de onu tatbik etmek olduğu, Müslümanların ileri gelenleri tarafından hep söylenegelmiştir. Halîfe Ömer (ra), “Birinin Kur’ân tilâvet etmesi sizi aldatmasın. O dilimizdeki bir hâldir. Asıl onu kim hayata tatbik ediyor, ona itibar edin” der. Mutasavvıflardan Fuday bin İyaz (Milâdî 726-803), “Kur’ân sadece kendisiyle amel olunmak için indirildi. Fakat insanlar onu kıraat etmeyi amel edindiler” diye dert yanmaktadır. Yine Şeyh İbn Ata’ya soruyorlar: “Kur’ân’dan ne kadar okuyorsun?” “On dört sene öncesine kadar günde bir hatim indirirdim. On dört seneden beri ise ancak Enfâl Sûresi’ne gelebildim” diye cevap veriyor. Yani on dört senede yaklaşık Kur’ân’ın ancak üçte birini bitirebilmiş. Bu misâl bize, Kur’ân-ı Kerîm’in derinlemesine inildikçe sayısız âlemlere kapı aralayan, yol gösterici, nûrlu bir rehber olduğunu açıkça göstermektedir.

Türkçede tek kelime olan “düşünmek” kavramı, âyet-i kerîmelerde farklı kelimelerle ifade edilmektedir. Arapça dil gücünün ihtişâmını gösteren bu husus, düşünce dünyamızı farklı boyutlara taşımaktadır.

Söylediğimizi açıklamaya çalışalım.

Tezekkür (“zikr” kökünden): Hatıra getirme. Geçmişe yönlendirir./ Tedebbür: Geleceğe yönelik tedbir almaya sevk eden düşünce./ Taakkul (“akl” kökünden): Akıl erdirme. Zihni yorarak anlamaya çalışma. Fail-fiil, müessir-eser, Halik-mahlûk arasında irtibat kuran düşünce./ Teemmül (“emel” kökünden): Etraflıca düşünme./ Tefakkuh (“fıkıh” kökünden): Fıkıh öğrenme. Fıkıh, “yeterince bilmek” demektir. İlmihâl bilgileri tefakkuh ile sağlanır./ Tefekkür (“fikr” kökünden): Hâfıza, düşünce, akıl, emel melekelerini birden çalıştıran şumûllü (kapsamlı) düşünce./ Teveccüh (“vech” kökünden): Yönelme, alâka./ Tevessül (“vasıl, vesile” kelimelerinden): Sebep bulma, sarılma./ Tevehhüs: İşe pürdikkat koyulma./ Tevessuk: Güvenerek (inanarak) dayanma./ Tevekkül: (Bundan önce yazılanları uyguladıktan sonra) İşi Allah-u Teâlâ’ya bırakıp kadere râzı olma…

“Düşünce” kelimesinin çeşitliliği Şekil-1’de, yöneliş şekilleri ise Şekil-2’de şematize edilmiştir.

 

(Şekil-1: "Düşünce" kelimesinin çeşitliliği)

Yazının muhtevası

Bu sayıda Kur’ân-ı Kerîm’deki iki kıssayı, yukarıda izah etmeye çalıştığımız usulle (metodla) anlamaya çalışacağız: İlki Mûsâ’nın (as) sihirbazlarla olan mücadelesi, ikincisi ise yine Mûsâ’nın (as) Hazır (Hızır) (as) ile yol arkadaşlığında çocuğun öldürülmesi hâdisesi...

Kıssa içinde, günümüzde tam cevap bulmamış, zihin bulanıklığına sebep olan bazı sorular izah edilmek istenmiştir. Âyet-i kerîme meâlleri, her zaman olduğu gibi Hasan Basri Çantay Efendi’nin meâlindendir.

 

Neden iman ettiler?

Hiç düşündünüz mü, Mûsâ (as) ile sihirbazların mücadele ettiği yarışma sonucunda, Firavun ve avenesi reddettikleri hâlde sihirbaz taifesi iman ediyorlar. Mûsâ (as) asâsının ejderhaya dönüştüğü mucizeye herkes şahit olduğu hâlde, “Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar. ‘Âlemlerin Rabbine iman ettik’ dediler” (A’raf, 120-121).

Onları hidâyete götüren sebep ne idi? Hâlbuki yüklenmiş oldukları sorumluluk fazla, durumları kritikti. Koskoca Mısır Devleti’nin kralına (Firavun) kazanmak için söz vermişlerdi. Şöhret, servet ve ölüm arasında bir durum… Şakası yoktu. Gelin, birlikte tahlil edelim:

Medyen’den, kayınpederi Şuayb’ın (as) yanından ayrılan Mûsâ (as), ailesi ile birlikte anne ve akrabalarının yanına varmak için Mısır’a doğru yola çıktı. Tuva vadisine geldiğinde yolunu şaşırdı. Gece çok karanlık ve soğuk idi. Uzaklarda bir ışık gördü. Bazıları, Rabbinin kendisine ateş şeklinde tecellî ettiğini söylerler. Allah-u Teâlâ Subhan’dır; noksanlıklardan, zaman ve mekândan münezzehtir. Bu olaysa kendisine ateş gösterilmesi ihtiyacı olduğu içindi. Çünkü hanımı ve çocuklarının ısınması gerekiyordu. Yolu bilen birilerine de ihtiyacı vardı: “Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine, ‘Siz (burada) durun. Hakikat, ben bir ateş gördüm. Belki ondan size bir kor getirir yahut ateşin yanında doğru bir yol (gösterici) bulurum’ demişti.” (Ta-Ha, 10)

Ateşe varınca Rabbinden ses duydu. Yalnız, dikkat etmek lâzım, bu duyuş, herkesin yaşadığı işitme hâdisesi değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde “Onlar körlerdir, sağırlardır” ibâresi geçmektedir. Kastedilen, bildiğimiz görme ve duyma hissi değildir. Zâhirî (dışta) olan beş duyunun karşılığı olan bâtınî (içte) beş duyu daha vardır. Yani kalbin duyması ve görmesine işaret edilmektedir. Mûsâ’nın (as) duyması da bu nevi bir duyuştur. Rabbi ona, “Mûsâ, o sağ elindeki ne?” (Ta-Ha, 17) diye sorar. “(Mûsâ) dedi: ‘O benim asâmdır. Ona dayanırım. Onunla davarlarıma yaprak silkerim. Onda bana mahsus başkaca hacetler de vardır.’” (Ta-Ha, 18) “Buyurdu: ‘Mûsâ, onu (elinden) bırak.” (Ta-Ha, 19) “O da bunu bıraktı. Bir de ne görsün, koşup duran bir yılan (olmuş)tur o!” (Ta-Ha, 20)

“‘Asânı bırak.’ (Mûsâ asâsını bırakıp da) Onu çevik bir yılan gibi hareket eder görünce arkasına dönüp kaçtı ve geri dönmedi. ‘Ey Mûsâ, korkma! Çünkü Ben (varım). Benim yanımda peygamber (hiçbir şeyden) korkmaz.’” (Neml, 10)

Burada tasavvufî bir incelik var. Asâsının çok işe yaradığını, ona güvendiğini, dayandığını beyan ediyor. Çok güven duyulan bu meta, ejderha olup çıkıyor. Yani Allah-u Teâlâ’dan başkasına, başka aracılara güvenirsen, dayanırsan sonun hüsran olur. O hâlde yalnız Âlemlerin Rabbi olan Allah-u Teâlâ’ya tevekkül et.

Rabbinden vahyi alan Mûsâ (as), uzun uğraşılardan sonra Firavun’un karşısına çıktı. “Mûsâ, ‘Ey Firavun!’ dedi, ‘Ben, hiç şüphesiz ki Âlemlerin Rabbi katından gönderilmiş bir peygamberim’.” (A’raf, 104) “Firavun dedi ki, ‘Âlemlerin Rabbi (dediğin) nedir?’.” (Şuara, 23) “(Mûsâ,) ‘Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan şeylerin Rabbidir. Eğer hakikati gerçekten bilmeye ehil kimselerseniz (O’nun birliğine iman edin)’ dedi.” (Şuara, 24) “(Firavun) etrafında bulunan kimselere dedi ki, ‘İşitmiyor musunuz?’.” (Şuara, 25) Yani demek istiyor ki, “Yoksul kılıklı birini karşıma çıkardınız. Saçma sapan duyulmadık şeyler söylüyor”.

“(Mûsâ sözüne devamla,) ‘(O) sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir’ dedi.” (Şuara, 26) Firavun, karşısındakinin aklını yitirmiş biri olduğuna kani oldu. Alay ederek, “‘Herhâlde size gönderilen (bu) peygamberiniz’ dedi, ‘Mutlaka delidir’”. (Şuara, 27) Mûsâ’nın (as) ısrarla peygamber olduğunu söylemesi ve aklî deliller getirmesi karşısında keyfi kaçtı. Kızdı, hiddetlendi. “(Firavun,) ‘Andolsun’ dedi, ‘Eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim’.” (Şuara, 29)

“(Mûsâ) dedi ki, ‘Sana apaçık bir şey (delil) getirdimse de mi (zindana atacaksın)?’.” (Şuara, 30) “(Firavun,) ‘Doğru söyleyenlerden isen haydi, getir onu’ dedi.” (Şuara, 31) “Bunun üzerine (Mûsâ) asâsını bırakıverdi. Bir de (ne görsünler,) o, apaçık bir ejderha!” (Şuara, 31) Firavun ve etrafındakiler dehşete kapıldılar. Ejderhanın üzerlerine gelmesiyle kalabalık kaçışmaya başladı. Ezilenler oldu. Firavun tahtından kalkmış, arkasına saklanmıştı. Mûsâ’nın (as) kuyruğundan tutmasıyla ejderha tekrar asâ oldu. Oradakiler rahat bir nefes aldılar.

Biraz evvel kibirle tanrılık iddia eden Firavun, şaşkın mahiyetine bakıyordu. Adamları, korkmuş ve şaşırmış olan Firavun’un yanına gelerek teskin etmeye çalıştılar. “Firavun kavminden ileri gelenler, ‘Doğrusu bu, bilgin bir sihirbazdır’ dediler.” (A’raf, 109) “Daha evvel bu sarayda yetişmişti. Sizin tahtınıza göz dikmiş, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” der gibi. (Kendinden emin, kibirli kral gitmiş, imdat isteyen pısırık bir adama dönüşmüş olan) Firavun (sordu): “O hâlde ne buyurursunuz?” (A’raf, 110) Yakınları, “Eğer onu cezalandırırsan, halk korktuğumuzu kabul eder. Halkın gözünden düşürmeliyiz. Memleketimizde birçok meşhur sihirbaz var” der gibi şöyle bir görüş beyan ettiler: “Dediler ki, ‘Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere toplayıcılar yolla. Bütün bilgin sihirbazları sana getirsinler’.” (A’raf, 111-112)

Bu fikri memnuniyetle karşıladı. “Firavun, ‘Usta bütün sihirbazları bana getirin’ dedi.” (Yunus, 79) Sonra da Mûsâ’ya (as) dönerek, “Şimdi biz de sana onun (senin sihrin) gibi bir sihir yapacağız. Şimdi sen kendinle bizim aramızda bir buluşma yeri ve vakti tayin et ki ne senin, ne bizim caymayacağımız düz (geniş) bir yer olsun’ dedi.” (Ta-Ha, 58) “(Mûsâ) dedi: ‘Sizinle karşılaşma zamanımız ziynet (bayram) günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir.’” (Ta-Ha, 59)

Mısır Devleti’nin dört tarafına adamlar yollandı. Sihrinde meşhur olmuş sihirbazlar saraya davet edildi. Sihirbazlar için büyük bir fırsattı. Firavun’u memnun edebilirlerse kazançları çok fazla olacaktı. Bu tarihî fırsatı iyi değerlendirmeleri gerekiyordu. Yarışma öncesi, söz almak sûretiyle kazançlarını garantilemeyi aralarında kararlaştırdılar: “Sihirbazlar Firavun’a geldi. Dediler ki, ‘Eğer biz galipler olursak, elbet bize bir mükâfat var, değil mi?’” (A’raf, 113) “(Firavun,) ‘Var ya’ dedi, ‘Hem siz (benim) en yakınlarımdan da olacaksınız muhakkak’.” (A’raf, 114)

Firavun’dan kesin söz alan sihirbazlar memnun oldular ve hevesle hazırlıklara koyuldular.

Mısır’da yapılan arkeoloji çalışmalarında, mezarlarda cıva alaşımları tespit edilmiştir. Sihirbazların da kullandıkları malzemeden olan cıva, Türkçeye Farsçadan girmiştir. Farsça “cive”, “hareketli, ele avuca sığmaz” anlamındadır. Oda sıcaklığında sıvı olarak kalabilen tek elementtir. Yine 1 santimetreküpte 13,6 gram değerle yoğunluğu en fazla olan elementtir. Neredeyse demirin yoğunluğunun (7,3 gr/cm3) iki katına denk denilebilir. Böyle yoğun bir cismin sıvı olarak kalabilmesi, farklı alanlarda kullanılmasını sağlar. Sihirbazlar da yılan gösteriminde cıvadan faydalanmışlardır.

Hayvan bağırsağının içine cıva konur. Her iki uçta boşluk vardır. Bağırsak şeridi yere atıldığında, içindeki cıva hareket eder. Sağa sola hareket eden şerit, bakanlara yılan görünümünü verir. Cıva içine parlak boya da katılarak istenen yılan dekoru verdirilir. Parlaklıkla seyirci etki altına alınır (Şekil-3). Bazı sihirbazlar iplikten yapılmış boru şerit kullanırlar. Cıva bunun içinde dolaşır.

Sihirbazlıkta esas olan, birtakım malzemelerle, olmayanı seyirciye gerçekmiş gibi kabul ettirebilmektir. Aldanan, seyircinin kendi muhakemesidir. Diğer bir püf noktası da, sihirbazın, adamını seyirciler arasına sokmasıdır. Bunlar seyirciymiş gibi dururlar, “Vay, şunu nasıl yapıyor?!” gibi sözlerle topluluğu şartlandırırlar. Topluluk psikolojisi önemlidir. Duran bir topluluk içinde birkaç kişi, “İmdat, tehlike var!” diyerek belli bir yöne doğru kaçmaya başlarsa, çoğunluk o yöne doğru koşmaya başlar. Hâlbuki ortada bir tehlike yoktur.

Kararlaştırılan gün geldiğinde, yurdun dört bir yanından gelenler meydanda toplanarak görülmemiş bir kalabalık oluşturdular. Sihirbazlar da orta yerde saf tutmuşlardı. İbn Kesir, muhtelif kaynaklarda sayılarının 15 bin ile 70 bin arasında olduğunu rivâyet eder. Bunlar mübalağa (abartılı) rakamlardır. Fakat sayılarının çok olduğunu buradan çıkartabiliriz. “(Sihirbazlar) dediler: ‘Mûsâ, sen mi (ilkin hünerini ortaya) atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım?’” (A’raf, 115) “(Mûsâ,) ‘Siz atın’ dedi. Vaktaki attılar, halkın gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar, büyük bir sihir (meydana) getirmiş oldular.” (A’raf, 116)

Sihirbazlar, çuvallarındaki malzemeyi ortaya dökünce, meydan üst üste yığılmış yılan görüntüleriyle doldu taştı. İçlerindeki cıvanın hareketiyle yığın içinde sıçrayıp duruyorlardı. Kalabalık (ki içlerinde sihirbazların adamları da vardı) korku çığlıkları atıyorlardı. Mûsâ Peygamber her şeyden önce bir insandı. Ve insana mahsus duygu ve düşünceye sahipti. “Onun için Mûsâ, içinde bir nevi korku hissetti.” (Ta-Ha, 67)


(Şekil-3: Sihirbazların asâyı yılana dönüştürme hilesi)

Allah-u Teâlâ vahyetti: “Biz, ‘Korkma’ dedik, ‘Çünkü üstün (gelecek) muhakkak sensin, sen’.” (Ta-Ha, 68) “Elindekini bırakıver. Bu, onların yaptıklarını yutar. Çünkü onların sanat diye ortaya attıkları ancak bir sihirbaz tuzağıdır. Sihirbaz ise nerede olsa felah bulmaz.” (Ta-Ha, 69)

Mûsâ (as) asâsını yere bırakır bırakmaz (biiznillah) büyük bir ejderha olur. Sihirbazların sahte yılanlarını yutmaya başlar. Tâ ki tek bir tanesi kalmayana dek… Firavun, avenesi ve halk şaşırmıştır. Kuyruğunu tuttuğunda tekrar asâ olur. Onlar şaşırdılar fakat sihirbazlar dehşete kapıldılar. Çünkü kendi malzemelerinden eser kalmamıştır. Hâlbuki gösteri sonunda malzemeleri toplayıp yanlarında götüreceklerdi. Ama meydanda büyük küçük hiçbir cisim yoktu. Yok olmuşlardı. Bu nasıl olabilirdi? Bu sihirbaz işi olamazdı. Kendileri mesleklerinin zirvesindeydiler. Hiçbir sihir, maddeyi tamamen yok edemez. Mûsâ (as) ile karşılaştıklarında söylediklerini hatırladılar. “Mûsâ onlara şöyle dedi: ‘Size yazıklar olsun! Allah’a karşı yalan düzmeyin, yoksa sizi azapla yok eder ve (O’na) iftira eden hebâ olmuştur.” (Ta-Ha, 63) “Öyleyse bu bir peygamber. Gördüklerimiz de Âlemlerin Rabbi tarafından bir mucize” diye düşünenler şöyle tarif ediliyor: “Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar. ‘Âlemlerin Rabbine iman ettik’ dediler.” (A’raf, 120-121)

Bu beklenmedik hâdise karşısında, Vezir Haman ve yandaşları telâşlandılar. Çünkü bu karşılaşmayı Firavun’a teklif eden kendileriydi. Bir yorum getirmeliydiler. Getirdiler ama ne kötü bir yorum: “Mûsâ büyük sihirbaz, diğerlerinin de reisidir. Daha önce anlaşmışlar. Hepimize tuzak kurdular. Mülkünüzü elinizden almak, memleketinize kendi adamlarını yerleştirmek istiyor” dediler. Nefsinde boğulmuş olan Firavun uygun gördü.

“Firavun, ‘Ben size izin vermeden iman ettiniz ha!’ dedi, ‘Şüphesiz bu bir hiledir, siz bunu şehirde kurmuşsunuz, yerli halkı oradan çıkarmak istiyorsunuz. Yakında (başınıza ne geleceğini) anlayacaksınız’.” (A’raf, 123)

“Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, sonra da topunuzu astıracağım.” (A’raf, 124) Firavun, astırmadan önce işkence yapacağını haber veriyor. Neden? Korkarlar da itiraf eder veya imandan dönerler diye umut ediyor. Böylelikle içine düştüğü âciz durumu atlatabileceğini zannediyor. Yerli halkı işin içine neden katıyor? Mucizeyi gördükten sonra Mûsâ’ya (as) iman edebilirler diye endişe ediyor. “Eğer ona inanırsanız, beni tahtımdan ettiği gibi, sizi de yurdunuzdan çıkarıp kendi kavmini yerinize yerleştirecek” diye korkutuyor. Meydandaki halkı kendi safında tutmak istiyor.

Sihirbazlar için iki yol var. Ya imandan rücû (geri) edecek ve başlarını kurtaracaklar ya da sebat edip imanlarını muhafaza edecekler. Geçici dünya hayatı ya da ebedî saadet... Aklı olanlar hangisini tercih eder?

İnternette bir kızcağız, Peygamberlerin Melek vasıtasıyla vahiy almalarına karşılık, Mûsâ Peygamber’in Tanrı ile konuştuğunu misâl getirerek üstünlük sınıflamasına kalkışmış. Bu arada ırkına da özel bir değer atfetmiş.

1- Âdem’den (as) Son Peygamber Muhammed’e (sav) kadar tek din vardır, İslâm. Bütün peygamberler birer İslâm peygamberidir. Diğerleri, peygamberlerinin Tevhîd inancından sapmış ve beşer sosyolojisine bulaşmış ucubelerdir.

2- Peygamberlere de, bütün insanlara da hidâyet ancak Allah-u Teâlâ’dan gelmektedir. Bu bağlantı “Sıfat” veya “Esmâ-i Hüsnâ”dan bir isim vasıtasıyla olur. Bu isim, o insanın Rabbidir. Mûsâ’nın (as) Rabbi, Kelâm sıfatıdır. Bu nedenledir ki, konuşması gerekmektedir. Bütün Peygamberler “Resûl” olarak aynı mertebededirler. Birbirilerinden farkları yoktur. Ancak Allah-u Teâlâ dilediğini, diğerlerinden daha faziletli kılmıştır.

3- Genç iken Mûsâ’nın (as) kavmine hayret ederdim. Zira ardı kesilmeksizin devamlı peygamber gönderilmiştir. Sonra öğrendik ki, bu devamlılığın iki nedeni var. İlki, İbrahim’in (as) duâsı... İbrahim Peygamber kendinden sonra gelecek evlâtlarının da peygamber olmaları için çok duâ etmiştir. Dostu da kırmamıştır. İkincisi, art arda peygamber gelmesi Mûsâ kavmine bir lütuf değil, diğer insanlara bir ihsandır. Zira bu peygamberler kendi kavimlerindeki şerli insanlardan hem kendi kavmini, hem de diğer kavimleri korumaya çalışmışlardır. Mûsâ’nın (as) onca mucizesine rağmen, sefer esnasında verilen molada, on gün gecikmesiyle “altın buzağı” yapıp ona tapınmaya başladılar. O mübarek Peygamberi o kadar üzdüler, o kadar eziyet ettiler ki, “Ya Rab, tek başıma kaldım!” şeklinde şikâyette bulundu. Bugün altına tapanların evlâtları, dünya ekonomisine hâkim olarak beşeriyetin kanını sülük gibi emmektedir. Emin bakalım emin! Kusacağınız günler yakındır…

Misâl âlemi

Sosyal medyada tartışılan mevzulardan biri de Mûsâ’nın (as) ilim öğrenmek için çıktığı seyahatte başından geçenlerdir. Kehf Sûresi’nde bildirilen hâdise özetle şöyledir: Mûsâ Peygamber, yardımcısı bir gençle birlikte yüksek bir ilme sahip olan şahsı iki denizin birleştiği yerde bulacaktır. Azıklarını alıp yola çıkarlar. Azık torbasının içinde tuzlanmış balık vardır. İşaret bu balıktır. Zira balığın canlandığı yer, şahsın bulunduğu mekândır.

Uzun bir yürüyüşten sonra arzu edilen bölgeye gelirler. Rivâyetlere göre burada bir kaya üzerinde uyudular. Bu esnada balık canlanarak sıçradı, denize atlayarak uzaklaştı. Uyanıp yola devam ettiler. Karınları acıktığında, Mûsâ (as) gence yemeği hazırlamasını söyledi. Azık torbasını açtığında, erzak içinde balığın olmadığını gördü. Genç, “Uyuduğumuz kayadayken balık sıçrayıp denize atlamıştı. Sana söyleyecektim ama şeytan unutturdu bana” der. Mûsâ (as), “İstediğimiz zaten buydu” der ve hemen izleri takip ederek geri dönerler. Aradıkları şahısla karşılaşırlar. Kur’ân-ı Kerîm, “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve kendisine nezdimizden bir ilim öğretmiştik” diye anlatır. (Kehf, 65)


 (Şekil-4: Misâl âlemi ile dünya âlemi)

Hadîs-i şeriflerde ise o şahsın Hazır (Hızır) (as) olduğu ifade edilmektedir. Kendisine verilen ilmin “özel bir ilim” olduğu sebebiyle anlayamayacağını söylediyse de Mûsâ’nın (as) ısrarı üzerine “itiraz etmemek” kaydıyla kabul ederek birlikte yola koyulurlar.

Üç hâdise yaşanır. Her seferinde Mûsâ (as) karşı çıkar. Üçüncü itirazda Hızır (as), birlikte olunamayacağını belirterek davranışlarının sebeplerini açıklar.

1- Karşı sahile geçmek için gemiye binerler. Kendilerinden ücret alınmamıştır. Sefer ortasında, Hazır alt kata inerek gemi tabanından delik açmıştır. Sebebi şudur: Her sağlam gemiye el koyan hükümdara karşı gemiyi hasarlı göstermek istemiştir ki gemi zapt edilmesin.

2- Yolculuk esnasında bir kasabaya vardılar. Halkından hiç kimse ne onlara yiyecek verdi, ne de misafir etmek istedi. Dolaşırken yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hazır, eliyle duvarı düzelti. Mûsâ (as), “Bize ne yiyecek verdiler, ne de misafir ettiler, bari bu işi bir ücret karşılığında yapsaydın” diye itiraz etti. Hazır, duvarın altında hazine bulunduğunu, sahiplerinin yetim çocuklar olduğunu, hazine açığa çıkarsa başkalarının alacağını, çocuklar büyüyünceye kadar duvarın sağlam kalması için tamir ettiğini açıkladı.

3- Hazır, yolda oynamakta olan bir çocuğun başını kesti. Mûsâ (as) “Ma’sum bir cana mı kıydın? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın” diyerek itiraz etti. Hazır, çocuğun ebeveynlerinin Müslüman olduğunu, çocuğun ileride onları azdırıp küfre sürüklemesinden korktuğunu, Rabbinin ebeveynlerine onun yerine hayırlı bir evlât vereceğini beyan ederek sebebini açıkladı. “Ben bunları kendiliğimden yapmadım” diye de ilâve etti. Yani kendisine istikbâldeki durumları Allah-u Teâlâ tarafından bildirilmişti.


Son söz

Özetle anlatmaya çalıştığımız hâdiselerden bilhassa üçüncüsü “spekülasyona” açık gibi görünmektedir. Sosyal medyada çok tartışılmıştır. İtikadı olmayanlar veya zayıf olanlar, meseleyi insanî boyutlara indirgeyerek alabildiğine tenkit yapmışlardır. Onların cephesinden durum değerlendirildiğinde bu netîce normaldir. Asıl dikkatinizi çekmek istediğimiz husus, bizim tarafta olanların ya da öyle görünenlerin içine düştükleri garip durumdur.

İnternet sitelerinde bu mevzu değişik yorumlarla ele alınmış. Diyar-ı Bekirli bir genç, “Çocuğun öldürülmesi, nefsinin öldürülmesine kinâyedir” diyor. Meseleyi daha tutarlı ele alan bir profesörse, “Vicdanların kabul etmediği bu olayın o zamanlarda ebeveynlerinin selâmeti için caiz görüldüğü ama bu zamanda caiz olamayacağı” görüşünde. Bunlar, yangından kaçış yolları. Görünenin yangın olmadığının farkında değiller. Bir diğeri, kamera önünde münazaraya tutuşmuş. Rabbimizin (hâşâ) geleceği bilemeyeceğini iddia eden ilâhiyatçı, mevzu âyetleri delil göstererek, “çocuğun istikbâldeki durumundan emin olmadığı için korktuğunu bildirerek öldürdüğünü” söylüyor. Rakibi ise (haklı olarak), “Ya öldürülen çocuğun yerine ebeveynlerine verilen evlât da âsi olursa ne olacak?” diye soruyor. Cevap yok tabiî…

Görüp, duyduklarımızdan sonra şu duâyı yapmamak elde değil: “İçimizdeki birtakım beyinsizler yüzünden bizi helâk etme ya Rabbi! Sen Subhan’sın, noksanlıklardan, kusurlardan münezzehsin. Sen her şeyi bilen ve her şeye gücü yetensin. Rahmân, Rahîm, Ğafûr ve Tevvâb’sın… Aczimizi ve günahlarımızı itiraf ediyoruz. Bizi affet. Bizi yarlığa, bizi doğru yola ilet.” (Âmin.)

Kültür Ajanda mecmuamızın Temmuz sayısında Nûh’un (as) mücadelesini anlatmaya çalışmıştık. Çok uzun süren uğraşı sonunda, “Nûh’a şu hakikat vahyolundu: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir. O hâlde (beyhude üzülüp de) işleyegeldikleri şeylerden dolayı tasalanma” (Hud, 36) denilmişti kendisine. Birkaç kişiden değil, koskoca bir milletten bahsediliyor. Hattâ bu arada onlardan doğan çocukların da iman etmeyeceği bildiriliyor. Kur’ân-ı Kerîm’de böyle birçok âyet-i kerîme varken nasıl sapkın konuşulabiliyor? El-insaf!

“Şeyh Sadreddin-i İshak el-Konevî, ‘Tabsire el-Mübtedi ve Tezkiret el-Müntehi’ namındaki eserinde, Hızır’ın (as) vücûdunun âlem-i misâlde olduğunu nakletmiş.” (Elmalılı Hamdi Efendi, Hak Dini Kur’ân Dili, IV-3260) Şimdi mevzu aydınlanıyor! Bu kıssada anahtar kelime, “balık”tır. Ölü olan balık nasıl olur da canlanıyor? Bu balık nerede harekete geçiyor? Hareketi hangi yöne doğrudur? İki denizin birleştiği yer… Görünen bildiğimiz dünya âlemi ile görülmeyen misâl âleminin kesiştiği yer...

Fransız ilim adamı (2 Temmuz 1982, Cenevre’de Müslüman olduğunu ilân etti) Roger Graudy, “Kâinat, gerçeğin dış ve görünen yüzüdür; gerçek ise kâinatın iç ve görünmeyen yüzüdür” der. İmam-ı Gazâlî’nin ise bu bapta güzel bir benzetmesi var: “Cevizin kabuğunu kırıp içine giremeyen, cevizi sade kabuk zanneder.”

Misâl âlemi, nasıl bir âlem? Dünya hayatında, yaşamış olan, yaşamakta olan ve yaşayacak olan bütün canlıların birer numûnesi olan bir âlem. Yani dünya hayatında yaşamış ve yaşayacak olanların orada illâ birer sûretinin bulunması lâzım. Diğer bir ifade ile misâl âleminde numûnesi olmayan cismin dünya hayatında yeri olamaz. Dünyada yaratılmadan evvel bu âlemdeki bir sûreti silerseniz, onu dünya hayatında görmeniz mümkün olmaz. Hızır’ın (as) vazîfesi de şudur: Çocuk numûnesini silerek, dünyada doğmasını engellemiştir.

Âlemler mevzuunu (biiznillah) ileride daha teferruatlı ele alacağız…