Kültürün kıy(a)meti

Kuşaklar, “Önce birbirlerine, sonra kendilerine” derken finalde “insan”a yabancılaşmaktadırlar. İnsana yabancılaşmak da kültürün ahlakı olan “insanlığı” öldürüyor. İnsanlık ölünce ortaya konulana “sanat” demek, sadece kendini aldatmaktır. Çünkü artık bunun bir kıymeti yoktur.

Küçük alamet   

“KIYMET” ile “kıyamet” arasında anlam-bağlam ironisi var; bir şeyi kaybedince/kıyameti gelince, o şeyin kıymetini fark etmek gibi… Kültür, bir şeyin hem başlangıcı, hem de sonunun gelip gelmediğinin belirtisidir. Kültür için “bir şeyin kıymetinin habercisi ve/veya kıyametinin habercisi” demek mümkün…

Kültürün kıyametinin küçük alametlerinden ilki, kültürün köksüz olan bir politikaya “biat” ettirilmesidir. Başka bir sözlükteki karşılığı ile söyleyeyim, “kültürün sivil olan karakterini siyasallaştırmaktır”. Bugün ülkemizde kültür-sanat deyince akla sadece 12 Eylül öncesi ideolojik bir tarafın sanatı geliyorsa ve çürümüş/kokuşmuş bir sektör kalmışsa geriye ve üstelik bugün kültürün taşıyıcılığını “ajanslar” üstlenmişlerse, kültürü metalaştıran bir “piyasa”dan bahsedilebilir ancak.

Kültürün sivilliğini kaybetmesi, onu sektöre meta ve politik kültüre yedirilmiş imaj kılar/kılmıştır. Yakın geçmişte/öncesinde devletin toplumu dönüştürme çabasında kendi kültürünü inkâr eden politikaların sonucunda “yerel” olmayan kültür-sanat dallarına sahip çıkılması (Tanzimat’tan bu yana yapılan salonların hepsine bakınız, tümü opera, sinema ve tiyatro binasıdır), sanatı (kastedilen “Batı’daki sanat”) kutsayan bir sanatçı kuşağı oldurmuştur.

Politik alan da bu kuşağı Batı’ya karşı imaj nesnesi olarak kullanmıştır. Opera, sinema ve tiyatro gibi, kaynağı Batı da olsa sanatın evrenselliği nedeniyle alınan/taşınan bu alanlarda yerel/yerli eserler dünya çapında geliştirilememişlerdir. Bugün bile en ciddi sanat sahnelemesi Batı eserleri üzerinden yürütülüyor.

Tarihî kültürel miras farkındalığı, halk bilimi, türküseverlik, semahane açmak, geleneksel sanatları tanıtım elçisi kılmak, halk oyunları, Mehteran atölyeleri, klasik Türk musikisine ait eserlerin turizm repertuarına alınışı ve hatta Doğu klasiklerinin gündeme alınma talepleri yenidir. “Sivil” derken de bunu kast ediyorum; yerel olan, yerli ile yapılan, özünde özgün ve özgür olan ve de halka ait olan...

Kendisini “Noel Baba avukatı” ilan eden sektörden ve politik hevesten sivillik beklemek, sanırım kıy(a)met(i) beklemektir.     

Büyük alamet

“Sanatçı” demek “sanatın isimsiz kahramanı olmak” demek iken, sanatçıların arasındaki “afiş(e) olmak” duygusunun ve ticarî rekabette “şöhret” şehvetinin “itibar” kriterine evrilmesi, endüstrileşmeye itiraz eden sanat aklının “delirme” belirtisidir.

Kültür-sanat, “afişe etmek”ten çok bir tasavvur/ürün olması sebebiyle bir “entelektüel alanla sivilleşmenin buluşma” çabasıdır. Onun için kültürde esas olan, “etkinlik” değil, “etkinleştirmek” hedefidir.

Kütür-sanat, şehir hareketlerinden çıkıp sadece sahne hareketlerine dönmüşse eğer, kültürel kıyametin büyük alametlerinden biri daha gerçekleşmiş demektir. Mahalle mahalle, sokak sokak ve hatta ev ev yaşayan ve yaşatılan kültür-sanat değerlerinin azalması ve sadece yerel-resmî yönetimler tarafından desteklenen meslekî-profesyonel bir ekip tarafından icra edilen “sahne hareketleri”ne dönüşmesi, “Ahir zamanda kötülük çok yayılacak!” vurgusunu çağrıştırmaktadır. Bu durumda, yaygınlaşan sahne hareketlerinin beraberinde getireceği üç temel zaafın/tarafın da hareketlenmesi mümkün: İlki “yüksek kaşeli şovlar, ikincisi “sanatta tekelleşme” ve üçüncüsü de “rutinlik/yeniye direniş”…

Bu zaaf/zayıflık sonucunda gönüllü/amatör grupların sahipsizliği, mahalleye inmeyen halkı ayağına davet eden merkezci sanat uygulamaları, altyapısız festivaller, kapalı devre çalışmaktan mülhem sosyal belediyeciliğin unutulması, şehir dışından gelecek/getirilecek sahne hareketleriyle yetinmek, “Altyapıdan çıkan dâhiler” diyememek, tek bir yüksek kaşeli popüler sanatçının konseri yerine on binleri hareketlendirecek kültür-sanat seferberliğinin yokluğu gibi birçok zaaf/zayıflama gerçekleşmektedir.

Epiktetos'un ifadesiyle, “At şarkı söyleyemediği için talihsiz değildir, koşamazsa talihsiz olur. Köpek uçamadığı için talihsiz değil, koku alamazsa talihsiz olur. İnsan aslanları boğamadığı ve olağanüstü işler yapamadığı için bedbaht değildir. O bunun için yaratılmış değildir. Ama temizliği, iyiliği, vefayı ve adaleti kaybettiği ve ruhuna Tanrı'nın işlediği İlahî değerler silindiği vakit bedbahttır”. Dolayısıyla küresel aklın ve endüstrinin “aynılaştıran” programına itiraz eden şehirlerimiz varsa eğer -ki olmalıdır-, dünyaya benzemedikleri zaman talihsiz değil, zenginliklerinin farkına varamamaları veya onları ortaya çıkaramamaları, kendinden uzaklaşarak başkalaşmaları halinde talihsizlik yaşarlar.

Kıyamet kopuyor

Kültürün özünü özetleyen ve sözünü etkili kılan cümle şudur: “Üç kuşağın aynı zaman ve mekânda birlikte yaşattığı her şey...” Küçük ve büyük alametlerin sonu(cu), kuşaklar arası kopma olur. Bu kopuş, artık “yıkım” ve “bağırış” sekansıdır. Başka bir deyişle damarın kesilmesi, lifin kopması, zincirin boşalması veya camın kırılması sahneleridir.

Kuşaklar, “Önce birbirlerine, sonra kendilerine” derken finalde “insan”a yabancılaşmaktadırlar. İnsana yabancılaşmak da kültürün ahlakı olan “insanlığı” öldürüyor. İnsanlık ölünce ortaya konulana “sanat” demek, sadece kendini aldatmaktır. Çünkü artık bunun bir kıymeti yoktur. İnsanı kıymetlendirmek yerine sanatı icra eden, sanatçının özel hayatını (çoğu sapkınlık olsa da) topluma “kültür” diye empoze eden akıl, bildiğimiz tüccar aklıdır.

Son Nebi’nin kutlu sözlerinden birini hatırlayalım: “Kıyamet kopsa dahi imkân varsa bir fidan dikin!” Kültürün kıyameti koptuğunda “bir fidan” dikmek önemlidir. “Fidan nedir?” diye soruyorsak, bu işte o zaman “ölümün ölümü” demektir. Yani sadece sözün değil, sanatın da bittiği andır bu.

Şimdi hesap günü! Herkes “eseri” ile baş başa sırasını bekleyecek…