BİR toplumun geçmişiyle kurduğu bağ, o geçmişten ne ölçüde mülhem olduğu ve tarihî bilgiyi nasıl anlamlandırdığıyla değerlendirilir. Bu anlamlandırma çabası, özellikle sanat ve mimarlık gibi toplumsal belleğin taşıyıcılarında derinlemesine hissedilir. Bu yazı, mimarlık tarihçisi ve akademisyen Prof. Dr. Doğan Kuban’ın “Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler” adlı kitabı ekseninde şekillenen bir okuma ve yorum çabasıdır. Denemelerin açtığı kapılardan geçerek kültür, kimlik, tarih ve sanat üzerine birlikte yeniden düşünmeye bir zemin sunuyor.
Doğan Kuban’ın “Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler” adlı eseri, çağdaş Türkiye’de tarih ve sanat tartışmalarına kavramsal açıklık getirme amacını taşır. Eser, farklı başlıklar altında yayımlanan denemelerinden oluşuyor ve genel olarak şu temel fikirleri vurguluyor: Çağdaş Türk kültürünün henüz tam kurumsallaşmamış bir geçiş süreci içinde olduğu ve bu nedenle tarih ve sanat tarihi yazımı için kavramsal durulaşmaya ihtiyaç bulunduğu... Özellikle “Türk-İslâm”, “Anadolu-Orta Asya” ve “Doğu-Batı” gibi kavramlar arasındaki ideolojik gerilimler, bugün kavramsal bulanıklığa yol açmakta; bu da tarihsel yorumların tutarlılığını zorlaştırmaktadır.
Bu karmaşık kavramsal düzlem, yalnızca akademik bir mesele değil. Aynı zamanda bir toplumun kendini nasıl tanımladığına, geçmişle bağını nasıl kurduğuna ve bugünü nasıl anlamlandırdığına da ışık tutar. Çünkü geçmişe dair yapılan her yorum, bugünün aynasında şekillenir. O nedenle tarih dediğimiz şey, sadece olup bitenlerin kronolojik sıralanışı değildir. O, zihniyetin, değerlerin ve aidiyetlerin şekillendirdiği çok katmanlı bir yansımadır. İnsan, ona her döndüğünde başka bir şey görür; çünkü bakan göz artık değişmiştir. Kültürel kimliğini sorgulayan bir toplum, geçmişin çok yüzlü yüzeyinde kendi siluetini arar. Ancak o siluet çoğu zaman parçalıdır; bir yanı Doğu’dan, bir yanı Batı’dan, bir yanıysa tanımsız bir boşluktan ibarettir. Tam da bu yüzden, tarih yazımı ve sanat anlayışı, kavramların bulanıklaştığı, ideolojilerin biçimlendirdiği bir alan olarak karşımıza çıkar ve bu durum sanatın biçimsel dünyasında da kendini gösterir. Mimarlıkta kullanılan üslup ve biçimler, o dönemin ekonomik, politik ve kültürel yapısından bağımsız düşünülemez. Örneğin Kuban, Osmanlı dönemi mimarisinde görülen Batılı üslup etkileri ile Anadolu’nun eski kökleri arasındaki etkileşimi sorgular; yapıların üzerindeki bezeme anlayışlarını bir “sentez” olarak yorumlar.
Böyle bir karmaşa içinde, toplumda hâlâ cevap bulamamış bazı sorular dönüp duruyor: Biz kimiz? Kültürel mirasımız nerede başlar, nerede biter? Sanatımızın kökü hangi coğrafyaya, hangi inanca dayanır? Bu sorulara verilen yanıtlar çoğunlukla çelişkili, bazen de birbirini dışlayacak kadar kutuplaşmış durumda. Oysa düşünce dünyası, ancak sağlam bir kavramsal zemin üzerinde yeşerebilir. Kavramların anlamı netleşmeden, tarih ve sanat üzerine yapılan her yorum, sisli bir yolda yürümeye benzer. Ve bu sisin içinde beliren her görüş, bir süre sonra ideolojik bir kabule, hatta bir dogmaya dönüşebilir. Örneğin, Divriği Ulu Camii üzerine yürütülen tartışmalar bu durumu açıkça gösterir. 1985’te UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne giren bu yapı, bir kesim tarafından “Anadolu Selçuklu” kimliğiyle sahiplenilirken, bazı araştırmacılar bezemelerinde ve taş işçiliğinde İran-Selçuklu geleneğinden gelen izleri öne çıkarır. Kimi bu mimariyi yerli ve özgün sayarken, kimi onu Orta Asya’dan İran’a, oradan Anadolu’ya uzanan bir kültürel sentezin parçası olarak değerlendirir.
Tartışmanın merkezinde ise “Anadolu-Orta Asya” ve “Türk-İslâm” gibi kavramların sınırlarının belirsizliği yatar. Sonuçta ortaya çıkan yorumlar, zamanla dogmatik söylemlere dönüşür: “Divriği yalnızca bizimdir” ya da “Divriği evrensel İslâm sanatının ürünüdür”gibi. Böylece kavramsal belirsizlik, tarihsel yorumun yerini ideolojik inanca bırakır.
Bugün “Türk-İslâm sanatı”, “Anadolu kimliği”, “Orta Asya kökeni”, “Doğu-Batı ayrımı” gibi kavramlar, sadece kültürel kimliğimizi tanımlamak için değil, aynı zamanda birbirimizi konumlandırmak, sınıflandırmak ve ayırmak için de kullanılıyor. Oysa bu kavramlar, kendi tarihsel bağlamları içinde ele alınmadan, sadece siyasal veya duygusal bir zemine oturtularak tüketiliyor. Kültür, böylece bir zenginlik olmaktan çıkıp, bir yarış alanına, bir kimlik çatışmasına dönüşüyor.
Sanat ve mimarlık ise bu kültürel çelişkilerin en somut yüzüdür. Çünkü taşın bir geçmişi, bir birikimi vardır; yapılarınsa bir dili, bir hafızası vardır. Bir cami minaresinde, bir medrese kemerinde, bir şehir planında yüzyılların zihniyeti okunur. Ama bu dili okuyabilmek için sadece biçime bakmak yetmez. O biçimi doğuran toplumun düşüncesi, inancı, ekonomisi, gündelik yaşamı da bilinmelidir. Mimarlık, yalnızca estetik bir disiplin değil, aynı zamanda toplumsal belleğin de mekâna kazınmış hâlidir.
Ancak bu belleği doğru okuyabilmek için sanat tarihinin de kendini yeniden tanımlaması gerekir. Yalnızca anıtsal yapıları, ünlü sanatçıları ya da mimarî stilleri sıralamak, sanat tarihini anlamaya yetmez. Asıl mesele, bir toplumun hangi koşullarda, hangi dünya görüşüyle, hangi kaygılarla ürettiği yapıları anlamaktır. Yani sanat tarihini, Doğan Kuban’ın da belirttiği gibi yalnızca bir “biçim tarihi” olarak görmekten vazgeçip, onu bir “düşünce tarihi” olarak ele almak gerekir.
Günümüzde şehirlerin hızla dönüşen çehresi, bu tarihsel mirasın üzerine çekilen kalın bir perde gibidir. Eskinin sokak dokusu, taşın sabrı, ahşabın sıcaklığı; şimdi beton, cam ve rastgeleliğin içinde kayboluyor. Kentleşme ise çoğu zaman tarihsel dokuyu yok sayan bir “gelişme” olarak görülüyor. Oysa her yıkılan yapı sadece fiziksel bir kayıp değil; aynı zamanda belleğin, aidiyetin ve estetiğin de yitirilmesidir.
Bu denemeler, işte böyle bir kaygıyla kaleme alınmış izlenimi veriyor. Dili yalın, düşüncesi net, eleştirisi ise yapıcıdır. Sorgulamak, hatırlamak, yeniden düşünmek için bir çağrıdır. Ne Batı’ya körü körüne hayranlık, ne de geçmişe kör bir bağlılık... Asıl mesele, her şeyi yerli yerine oturtmak, tarihe hakkını verirken bugünü anlamlı kılmak ve yarına sağlam bir zemin bırakmaktır. Çünkü sanatın, mimarinin, tarihin ve düşüncenin ortak paydası, insanın kendini ve dünyasını anlamlandırma çabasında yatar.



