
NE demişti Kenya’nın Kurucu Devlet Başkanı Kenu Kenyattu? “Gözümüzü açtığımızda baktık ki İncil bizim, topraklarımız ise beyazların elindeydi.”
Sevgili dostlar, bu ay çok ama çok önem vermemiz gerektiğini düşündüğüm birkaç konuyu kaleme almak istedim. Çünkü bu sorun, canlı bomba gibi patlamaya hazır. Zira bizi bizden koparıyorlar, aslımızla bizi birbirimize düşman ediyorlar. Adını da “çağdaşlık” koyuyorlar.
Son yıllarda apolitik, örgütsüz, öngörüsüz, bireyci, köşe dönmeci, çıkarcı ve ikiyüzlülük temelli mantığın hâkim olduğu ülkemizde artan sorunlar, kültürel yozlaşmaya yol açıyor. Aslında kültür, sanat ve spor, toplumları bir arada tutan ortak değerlerdir. Ama kültürel asimilasyon en büyük askerî işgalden daha tehlikelidir. Zaman içinde, yavaş yavaş, farkına varmadan kendine yabancı hâle getirildiğinin idrakine erişemezsin. Kenya’nın kurucu lideri Kenyattu’nun başa tutturduğumuz sözünü bu minvalde tamamıyla ele alalım ve unutmayıp hep aklımızda tutalım: “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların ellerinde topraklarımız vardı…”
Medya, ekonomik koşullar, şirketler ve eğitim sistemi ile istedikleri insan tipini inşâ ediyor, kendi din ve tarihine söven toplumlar yetiştiriyorlar. Seni senle kavga ettirdiler, ettiriyorlar. Seni evlatlarına, evlatlarını sana düşman ediyorlar. Sağınıza solunuza bir bakın, neler yaşıyoruz neler! Kültürel yozlaşma veya kendini inkâr, önce yiyecek ve içecek alışkanlıklarının değişmesiyle midede başlar, sonra da dile sirayet eder. Bir de bakarsınız ki, siz, siz olmaktan çıkmışsınız. Öyle ya, Almanya’nın Berlin kentinde Hıristiyanlar Müslümanlar için yürüyüş yaparlarken, Suudi Arabistan’da Müslümanlarsa Cadılar Bayramı kutlayıp Jennifer Lopez’in sahne şovunu konuşuyorlar.Her kültür, eskilerden veya yaşayan başka kültürlerden bir şeyler almış, terkip yaparak oluşmuştur. Kültür, sentezleri ve parçaları birbirine yamamaktan ibaret bir eklektik sistem veya bir bakıma mekanizma değil, elemanlarına icra edilince kendi olmaktan çıkan organik bir bütündür. Ameliyat masasında küçük bir organ nakli için bile “doku ve kan uyumu” şartken bu koca millete “kültür nakli” yapanlar, “ruh uyumunu” ne yazık ki hiç dikkate almadılar. Yüz sene sonra komadan uyanan bu millet, ne yazık ki artık bünyenin kabul etmediklerini kusuyor!
Allah’ın Vahiyde yer verdiği tavsiye, “Ticarî ilişkilerinize dikkat edin!” şeklinde. Niçin? Çünkü ticarî ilişkilere dikkat etmezseniz, sadece ticaret yozlaşmakla kalmaz, toplumun içinde her türden yozlaşma baş gösterir. İnsanlar nasıl para kazandıkları hususunda endişe duymayı bıraktıkları zaman ölçülerini yitiriyor, birbirlerini önemsemeyi bırakıyorlar.
Kültür soykırımı olur mu?
Kültür soykırımı mümkün müdür? Evet, mümkündür ve olmuştur da. Emperyalizmin Yahudiler eliyle Müslüman Osmanlı halkına yaptığı “kendi kendisine yabancılaşma” operasyonuna ne diyebiliriz? İnsanın kendinden, dedelerinden ve kültüründen utanç duyması, hatta nefret etmesi, Batı’ya benzeme dayatmalarının genel adıdır. Giyim kuşam değişimi, musiki değişimi, alfabe değişimi, ezanın bile değişiminin yanında öğretim sisteminin değişimi, Batı’ya benzeme saadetine erişmek için yapılmıştır.
Aslında Müslüman olmayan Türkler asimile oluyormuş. Tarihten misaller verelim: Sarı Uygurlar Budist olmuşlar, Karaylar ve Kırımçaklar Musevi (yani Yahudi). Gagavuzlar Hıristiyan olmuşlar, Macarlar, Bulgarlar, hatta Finler (Finlandiyalılar) Türk olsalar da Hıristiyanlaşmışlar. Ama Çin, Japonya, Kuzey Kore ve Güney Kore gibi ülkelerde neden dinî, millî ya da ırksal sorunlar görünmüyor da kendi kültürlerini binlerce yıldır bozulmadan devam ettirebiliyorlar, hiç düşündünüz mü?
Geçmişimizin sahip olduğu zarafet, asalet, tarih, medeniyet, kültür, edebiyat, müzik ve folklorik mirasımızın asimile edilmesi için sistematik çalışmalar yürütenlere karşı medeniyetimize sahip çıkmak boynumuzun borcu değil mi? Uyduruk Batı medeniyetinin kültürümüze sağlayacağı hiçbir katkı yok. Tabiî ki toplumlar başka medeniyetlerden etkilenirler, lâkin özünü asla unutmamalılar. Kendi özünü unutan toplum, yok olmaya mahkûmdur.
Uzmanlara göre kültür ile medeniyet arasındaki farklar şu şekilde: Kültür yaşanır, medeniyet öğrenilir. Medeniyete ait öğrenilen bir değer hayata aktarıldığında kültür haline gelirmiş. Kültür toplumu, medeniyet bireyi öne çıkarırmış. Kültür, medeniyete göre daha küçükmüş. Medeniyet daha kapsayıcıymış. Kültürün var olması medeniyete bağlı değilmiş, fakat medeniyet kültür temelinde meydana gelirmiş. Kültürün aktarılması için sadece dil yeterliyken, medeniyet daha bütüncül olarak sadece dille yayılmazmış. Kültür, toplumun duyuş, yaşayış biçimini oluşturan yazılı veya yazısız kuralların tarih içinde nesillere aktarılması durumuymuş. Medeniyet ise doğaya egemen olma, doğanın içinde toplum kurma, var olma mücadelesi ve çeşitli kültür farklılıklarına sahip olmakmış… Ancak bunlardan da önde geleni “ahlâk” ile “edep”tir. Bu ikisi olmadan diğerleri olsa ne olur, olmasa ne?
Din, siyaset, aile, yaşam, sosyal ağ, sağlık, kültür ve medeniyetin her biri ahlâk ve edebe bağlıdır. Devletimiz bugün yeterli veya yetersiz de olsa güvenlik, eğitim, diyanet, yargı, sağlık, ekonomi, savunma sanayi ve tarım gibi her alanda toplumsal iyileştirme tedbirleri almaya çalışıyor. Fakat her nedense, toplum olarak yaşadığımız kültürel kopuş ve manevî çözülme konusunda az sayıda yapılanın dışında gerekli ve yeterli bir adım atılmıyor. Uyuyoruz. Uyutuluyoruz.
Manevî dinamikleri zayıflayan toplumlar için kimlik kaybı kaçınılmazdır. Ne yazık ki bugün yaşananlar bunlara birer örnektir. Türk milleti büyük bir kültürel yozlaşma saldırısı altındadır. Bakın gençliğe, görürsünüz.
Diyeceğim şu ki; biz manevî değerleri bin yıl yaşatarak ve yaşayarak büyük bir medeniyet kurduk, kültür inşâ ettik, devletler kurduk ve yaşattık ancak bugün geldiğimiz noktada kültür ve maneviyat alanında gerekli/yeterli tedbirler alınmayınca, medyada söylenen her yalan, atılan her bir iftira, aşılanmaya çalışılan her ahlâksızlık, ateizm, ırkçılık ve Siyonist seviciliği gibi algılar ve bunları dillendiren kişiler toplumda müşteri buluyor, prim yapıyor.
Aslınızı unutmayın ve bu milleti millet yapan “millî ve manevî kültürün nesilden nesile taşınmasına” vesile olun! Bu millî bir görevdir.
Tedbir ve şifa aramak
Her türden kötülüğün tedbiri ve şifası manevî eğitimden geçer.
Bugün Millî Eğitim Bakanımızın ortaya koyduğu irade işte budur. Sahip çıkmak gerekmez mi?
Manevî alanda koca eksiklerin olduğu toplumumuzda entelektüel geçinen ama aklı bir karış havada biri, “Muhafazakârlıktan uzaklaşalım” diyerek akla ziyan açıklamalar yapıyor. İşte bu manevî tedbir ve eğitimin eksik kalmasının ana sebebi, içimizdeki bu bâtıl zihniyetlilerdir. Bu sebeple atılması gereken en öncelikli ve acil adım, Allah’a (cc) ve Müslüman topluma rağmen ayakta tutulmaya çalışılan bu bâtıl zihniyet ve ona sahip olanlardan arınarak manevî ve kültürel açığın kapatılması için gerekli tedbirlerin alınmasıdır. Bu iş, makama sunulan raporlardaki gibi sadece kâğıt üzerinde kalmamalıdır. Fiilen sahaya inilerek toplumun nabzı tutulmalı, mütedeyyin insanımızla olan mesafe daha fazla açılmadan ihya ve takviye edilerek omuz omuza, Rabbimizi toplum hâlinde memnun edecek atılımlar yapılmalıdır. Ve unutulmamalıdır ki, bu topraklarda “Millî Mücadele” ruhu ile Kurtuluş Savaşı, kürsülerde ve meydanlarda yapılan sohbetlerin takviyesiyle, halkı manevî olarak hazırlayarak başlatılmış ve zaferle sonuçlanmıştır. Biz de devlet ve millet olarak yeniden “Millî Mücadele” ruhuna dönmek zorundayız.
Gerek din, gerek devlet, gerekse kültürel anlamda istikbâlimizin mutlak kurtuluş reçetesi bu manevî tedbirlerden ibarettir. Bu tedbirler alınmadığı için ülkemizin yeniden Atatürkçü-dinci çatışmasına doğru itildiğini görüyoruz. Ki bu çatışmayı körükleyenler bizden değiller. Emperyalistlerin, darbe dâhil, her şeyi deneyip kaosa bulaştıramadıkları toplumumuzun çok hassas iki noktasını karşı karşıya getirerek emellerine ulaşmak için harekete geçtikleri açıkça görünüyor. Sürekli kaos ortamı ve gergin bir bekleyiş içindeki toplumumuzda huzurun tesisi de mümkün olamamaktadır. Maddî kaygı ve arayışlar her geçen gün artmakta, bu da sahip olunan nimetlerin şükründen toplumu uzaklaştırmaktadır.
Sadece zor günlerde bir araya gelen bir toplum olarak dış saldırılara karşı savunmasızız. Kültürel emperyalizme “Dur!” demek ve kültürel yozlaşmanın önüne geçmek istiyorsak, yaşamın her alanında insanî değerlerimizi yeniden canlandırmalıyız. Bu amaçla, “Böyle gelmiş böyle gider” felsefesi bırakılmalı, kötülüğü çağrıştıran davranışlara karşı sessiz kalmamalı, “İyiliği emredin, kötülükten sakının” İlâhî düsturunu kendimize ilke edinmeliyiz.
Allah’ın Vahiyde yer verdiği tavsiye, “Ticarî ilişkilerinize dikkat edin!” şeklinde. Niçin? Çünkü ticarî ilişkilere dikkat etmezseniz, sadece ticaret yozlaşmakla kalmaz, toplumun içinde her türden yozlaşma baş gösterir. İnsanlar nasıl para kazandıkları hususunda endişe duymayı bıraktıkları zaman ölçülerini yitiriyor, birbirlerini önemsemeyi bırakıyorlar. Zira birbirinizi önemsediğinizde yaptığınız iş yanınıza kâr kalmaz, yavaş yavaş vicdanınızı da öldürmeniz gerekir.
Yozlaşma kartopuna benzer; yuvarlanmaya başladı mı çığ gibi büyür. “Dikkat Et!” adlı şiirinde ne güzel demiş Üstad Abdurrahim Karakoç: “Kirlenmiş bir yüreği on ırmak temizlemez/ Bir namus lekesini kırk bıçak temizlemez/ Bilerek girdiğiniz çamurun pisliğini/ Sonradan pişman olup ağlamak temizlemez.” Başka söze gerek var mı?
Aristo der ki, “En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlâkı harabe olan millettir”. Zira kültürel yozlaşma, beraberinde tabiî olarak ahlâk ve vicdanı da harap eder. Batılılaşmak hevesiyle millî kültürümüze büyük darbe vurulduğundan, örneğin klasik Türk mûsikisine sövmeyi, Dîvan şiirini hor görmeyi, buna karşılık kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık duymayı öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlâna Dante’den küçük, Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi.
Bu nedenle aslınızı unutmayın ve bu milleti millet yapan “millî ve manevî kültürün nesilden nesile taşınmasına” vesile olun! Bu millî bir görevdir. Yoksasını en başta özetlemiştik, tekrar edelim: “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların ellerinde topraklarımız vardı…”