Kültürel yapımız ve ilmî seviyemiz

Kültürel Müslümanlığı biz, elimizde son derece önemli, değerli, geçerli ve güvenilir ölçüm âletleri olan Kur’ân âyetleri, aklın ilkeleri ve bilimin bulgularıyla murâkabe (kontrol) ve mukayese edebilirdik. Etmeliydik. Ama bunu yapmadık, yapamadık, başarılı olamadık, başaramadık…

Kavramsal analiz

“KÜLTÜR” kavramı aslında ecnebi (yabancı) bir kavram olup dilimize “culture” kelimesinden geçmiştir. Kökleri eski Yunan’a ve Latinceye kadar dayanır. Etimolojik olarak “ekmek, ekip biçmek, ekin, zirâî mânâda toprakla uğraşmak” anlamlarına da gelen “agriculture” kelimesiyle de yakın bir ilişkisi vardır.

Bizde ise kültür yerine eskiden “hars” kavramı kullanılırdı. Tabiî ki “Hars” kavramının ihtiva ettiği mânâ ile “Kültür” kavramının ihtiva ettiği mânâ arasında din, dil, târihî arka plân, sosyolojik, antropolojik yapı ve medeniyetlerin inşâ süreçleri açısından çok büyük farklılıklar vardır.

Nihâyetinde milletlerarası savaşlar, uluslararası ticârî ilişkiler, yapılan sosyal temaslar, eğitimsel, bilimsel ve teknolojik faaliyetler, telekomünikasyon ve dijitalleşmedeki gelişmeler, sinema, telefon, televizyon ve internetin icâdı gibi hususlar, interaktif bir şekilde kültürel alışverişi ve etkileşimi hızlandırdı ve toplumsal yapıda önemli değişim ve dönüşümlerin yaşanmasına yol açtı.

Tabiî bu alışveriş ve etkileşimde kazançlı çıkan kesim umûmiyetle Batı ülkeleri ve Batı toplumları oldu. Çünkü bilim ve teknolojideki üstünlük son yüzyıllarda onların eline geçti ve ister istemez dominant kültürün sahibi de onlar oldu. Sosyolojik olarak bu durum, determinizm prensibi açısından normal ve olağan bir sonuçtur.

Sosyologlar, antropologlar ve kültür alanında çalışma yapan bilim insanları kültür kavramını çok çeşitli açılardan târif etseler bile, genelde kültürü “maddî ve manevî kültür” olarak ikiye ayırmak mümkündür. İlâve olarak bir de buna “millî kültür” kavramı eklenebilir.

Maddî kültür; bilimsel bilgi kullanılarak insanların yaşamlarını kolaylaştırmak maksadıyla üretilen her türlü teknolojik araç gerecin üretim ve kullanım süreçleriyle alâkalı bir durumdur. Örneğin arabanın, buzdolabının, telefonun, televizyonun icâdı ve kullanımı gibi hususlar bu minvâl üzeredir.

Bu mânâda maddî kültür beynelmilel (uluslararası) olup evrensel bir karaktere sahiptir. Bundan dolayı gerektiğinde bunların alınıp kullanılmasında hiçbir beis (sakınca) yoktur. Ancak, özellikle televizyon, sinema, tiyatro gibi ferdi ve toplumu yoğun bir şekilde etkileyen plâtformlardaki program ve içeriklere çok dikkat etmek gerekir. Çünkü bu gibi teknolojik plâtformların gücü, kullanım amaçları doğrultusunda son derece etkili ve belirleyicidir. Özellikle de çocukları ve gençleri bu konuda bilgilendirmek ve bilinçlendirmekte büyük faydalar vardır.

Burada bilimin ve teknolojinin gücünü elinde bulunduranlar, dominant kültür açısından avantajlı durumdadırlar. Diğer ülke ve toplumlar ise bu mânâda pasif ve edilgen durumda olup, mânevî kültür açısından daima dominant kültürün saldırısı ve tehdidi altında bulunmaktadırlar.

Mânevî kültür ise yerlidir, millîdir, mahallîdir. Bir milletin yüzyıllar boyunca bir arada yaşamasından oluşan ve gelişen, zaman içerisinde de tekrarlana tekrarlana yerleşik hâle gelen, din, dil, duygu, düşünce ve zevk ortak paydasında neşv ü nemâ bularak sosyal miras yoluyla tevârüs eden ve nesilden nesle aktarılarak artık o milletin ve o toplumun öz malı olan bir özellik arz eder. Örf, âdet, gelenek, görenek gibi sosyal normların oluşturduğu ve sosyal hayatın her alanıyla ilgili olarak tüm yaşanmışlıklar bu cümledendir. Bunlar yemek yeme şekillerinden tutunuz da evlenme törenlerine, dînî oluşum ve ritüellere, mâni, türkü, dînî mûsikî ve destan gibi halk edebiyatına, tezhip, ebru, rik’a, mukarnas gibi sanatsal faaliyetlere ve mimârî şekil ve tarzlara varıncaya kadar sosyal hayatın tamamını içine alır.

Kültürel uygulamalar ve dinden (İslâmiyet) sapmalar

Ancak kültürel yapımızda öyle uygulamalar vardır ki bunların hiç kimseye faydası olmadığı gibi ülkemizin kalkınması ve ilmî seviyemizin artması bakımından da hiçbir getirisi bulunmamaktadır. Aksine, bu tür uygulamalar kültürel yapımızı dejenere etmekte ve toplumun sosyal kalitesini de düşürmektedir.

Örneğin tüm dileklerin yerine gelebilmesi için ağaca çaput bağlamalar, suya para atmalar, türbelerden, yatırlardan medet ummalar, okunmuş ekmekler, simitler, şekerler, muskalar, tütsüler, üflemeler, fallar, kahve falları, yıldıznâmeler, burçlar ve daha akla, bilime, dine (Kur’ân’a) ters düşen bir sürü uygulama… Dileğinizin yerine gelmesi için ağaca çaput bağladığınızda ne yapmış oluyorsunuz? Bilerek ya da bilmeyerek o ağacı kutsuyor, tabulaştırıyor, ululaştırıyor, hatta zımnen ilâhlaştırıyorsunuz. Çünkü ona bir ulûhiyet atfederek bütün isteklerinizin kabûlünü ondan beklemiş oluyorsunuz. Dilinizle bunu kabûl etmeseniz dahi (dilek ağacını kutsallaştırarak ilâhlaştırdığınız) fiilleriniz (davranışlarınız, eylemleriniz) bunun böyle olduğunu gösteriyor. Çünkü “kişinin işidir ayinesi, lâfa bakılmaz”. Vesile kılınan türbe, yatır konuları da bu minvâl üzeredir.

Hâlbuki İslâmiyet’te Allah ile kul arasına kimse giremezdi. Bırakınız kutsanmış olan ağacı, türbeyi, yatırı, ölüyü, diriyi de, vesile kılınan Rasûller bile olsa bu değişmez. Aracı kılmak, ancak Hıristiyanlık gibi tahrif edilmiş diğer dinlerde vardı. Fakat “İsrâîlliyât”, “Mesîhiyyât”, “mistisizm”, “panteizm” gibi hususlar din olarak İslâmiyet’e değil de din kültürü olarak yaşanan Müslümanlığın ve canlı (hayy) olarak yaşayan Müslümanların arasına girmeyi başardı. Neticede “kültürel İslâm” diyebileceğimiz şekilde yaşanan çarpık bir din anlayışı ortaya çıktı. Ve bu anlayış, Müslümanların “Kur’ân İslâm’ı”nı yaşamalarında ve Allah’ın emir ve yasaklarını hayata geçirmelerinde çok sıkıntı yarattı, önemli kırılma ve sapmaların meydana gelmesine sebep oldu. Aynı zamanda bu durum, Kur’ân’ın mânâ, maksat, murad ve hikmet bağlamında Müslümanlar tarafından içselleştirilerek kendi hayatlarına taşınmasının önünde muazzam bir set ve bariyer oluşturdu.

Murâkabenin önemi ve suçlamalar

Hâlbuki yaşanan bu kültürel Müslümanlığı biz, elimizde son derece önemli, değerli, geçerli ve güvenilir ölçüm âletleri olan Kur’ân âyetleri, aklın ilkeleri ve bilimin bulgularıyla murâkabe (kontrol) ve mukayese edebilirdik. Etmeliydik. Ama bunu yapmadık, yapamadık, başarılı olamadık, başaramadık. Yapanları ve başarılı olanları da zındıklıkla, mürtedlikle, müşriklikle, münâfıklıkla, kâfirlikle, İngiliz ajanlığıyla itham ettik.

Hatta bazılarımız bunları hedef göstererek dillerinin kesilmesini, kellelerinin uçurulmasını, şeriata göre kâtledilmelerinin câiz ve vâcip olduğunu söyleyecek kadar ileriye gittiler, ölçüyü kaçırdılar, akıllarını ve sağduyularını hepten kaybettiler.

Yaşanan acılar ve Rasûl’ün örnekliği

Bu mânâda birbirimize yaptığımız kötülüğü gerçek İngiliz ajanları ve gerçek “gâvurlar” olsa herhâlde bu kadar yapmazdı, yapamazdı ve bu kadar da zarar veremezdi. Ama bu coğrafya ve bu târih öyle bir coğrafya ve öyle bir târihtir ki, bu gibi hezeyanlara ve bu gibi katliamlara maalesef çok şahitlik yaptı. Hazreti Ali’nin ve Hazreti Osman’ın katledilmesinden bugüne gelinceye kadar bunun binlerce örneği yaşandı.

Hâlbuki Allah’ın Râsûl’ü, Taif’te ve Mekke’nin Fethi’nde gerçek müşriklere ve Kendisine önceden her türlü zulmü yapanlara dahi böyle bir eziyeti reva görmedi. Onlara şefkat ve merhametle yaklaştı, onları affetti. Çünkü O, gerçek mânâda bir Müslümandı ve merhametli bir Rasûl olduğunu her fırsatta olduğu gibi yine ispat etti. “Sünnet sünnet” diyerek izinden gittiklerini ve Rasûl’e tâbi olduklarını iddia eden günümüz Müslümanları gibi acımasız olmadı. Hele Rasûl’ün sünnetini istismar ederek mü’min kardeşlerine her türlü iftirayı atan, her türlü eziyeti yapan ve ellerine geçse bir kaşık suda boğacak olan sahte yobaz dinciler ve şiddet yanlıları gibi hiç olmadı.

Zâten böyle merhametli, şefkatli ve affedici bir Rasûl olmasaydı, insanlar hiç Kendisine inanır da İslâm değişik coğrafyalarda böyle hızla yayılır mıydı? Bugünkü Müslümanların önemli bir kısmının yaptığı gibi acımazsızca, bedevîce, dînî ve sosyal feodal yapılarına uygun bir şekilde yobazca davransaydı, yeryüzünde şimdi kaç tane Müslüman bulunurdu?

Mukayese ve sistemin işleyişi

İşte kültürel yapımız ve dînî anlayışımız bu kalitede olursa, ilmî seviyemiz de bundan pek farklı olmazdı herhâlde. Olmadı da. Çünkü bir sistemin işleyişi gibi toplumsal sistemler de böyle işler. Sistemler, kendilerine bağlı olan alt sistemler ve kendilerinin de bağlı olduğu üst sistem ile interaktif olarak etkileşimde bulunurlar. Bunların herhangi birinde meydana gelecek olan bir ârıza, bir sıkıntı, sistemin tamamını olumsuz olarak etkiler, etkileyecektir.

Bundan dolayı son yüzyıllarda her bakımdan hep geriye gittik. Bilim ve teknoloji alanında Batı’yla girdiğimiz yarışı maalesef kaybettik!

Şöyle bir düşünün bakalım: Son birkaç yüzyıldır biz hangi sahada dünya çapında bilim insanları yetiştirebildik? Bunların adlarını sayabilir misiniz? Benim bildiğim, son yıllarda iki bilim insanımız böyle çıktı. Bunlar da zâten Batı’da kariyer yapmış olan Prof. Dr. Fuat Sezgin ve Prof. Dr. Aziz Sancar idi. Bunun yanında Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Mükrimin Halil Yinanç, Halil İnalcık ve Erol Güngör gibi mütefekkir ve münevverlerimizi de bir miktar bunlara ilâve edebiliriz.

Sonuç

Dolayısıyla bir ülkenin, bir toplumun kültürel yapısı, seviyesi ve kalitesi ile ilmî birikimi ve potansiyelinin yapısı, kalitesi ve seviyesi arasında interaktif bir ilişki vardır ve bu ilişki biçimi, bir sistemin işleyişi gibi stratejik bir önem ve karakter arz eder.