Kavramsal
analiz
“KÜLTÜR” kavramı aslında
ecnebi (yabancı) bir kavram olup dilimize “culture” kelimesinden
geçmiştir. Kökleri eski Yunan’a ve Latinceye kadar dayanır. Etimolojik olarak “ekmek,
ekip biçmek, ekin, zirâî mânâda toprakla uğraşmak” anlamlarına da gelen “agriculture”
kelimesiyle de yakın bir ilişkisi vardır.
Bizde
ise kültür yerine eskiden “hars” kavramı kullanılırdı. Tabiî ki “Hars”
kavramının ihtiva ettiği mânâ ile “Kültür” kavramının ihtiva ettiği mânâ
arasında din, dil, târihî arka plân, sosyolojik, antropolojik yapı ve
medeniyetlerin inşâ süreçleri açısından çok büyük farklılıklar vardır.
Nihâyetinde
milletlerarası savaşlar, uluslararası ticârî ilişkiler, yapılan sosyal
temaslar, eğitimsel, bilimsel ve teknolojik faaliyetler, telekomünikasyon ve
dijitalleşmedeki gelişmeler, sinema, telefon, televizyon ve internetin icâdı gibi
hususlar, interaktif bir şekilde kültürel alışverişi ve etkileşimi hızlandırdı
ve toplumsal yapıda önemli değişim ve dönüşümlerin yaşanmasına yol açtı.
Tabiî
bu alışveriş ve etkileşimde kazançlı çıkan kesim umûmiyetle Batı ülkeleri ve
Batı toplumları oldu. Çünkü bilim ve teknolojideki üstünlük son yüzyıllarda
onların eline geçti ve ister istemez dominant kültürün sahibi de onlar oldu. Sosyolojik
olarak bu durum, determinizm prensibi açısından normal ve olağan bir sonuçtur.
Sosyologlar,
antropologlar ve kültür alanında çalışma yapan bilim insanları kültür kavramını
çok çeşitli açılardan târif etseler bile, genelde kültürü “maddî ve manevî
kültür” olarak ikiye ayırmak mümkündür. İlâve olarak bir de buna “millî
kültür” kavramı eklenebilir.
Maddî
kültür; bilimsel bilgi kullanılarak insanların yaşamlarını kolaylaştırmak maksadıyla
üretilen her türlü teknolojik araç gerecin üretim ve kullanım süreçleriyle
alâkalı bir durumdur. Örneğin arabanın, buzdolabının, telefonun, televizyonun
icâdı ve kullanımı gibi hususlar bu minvâl üzeredir.
Bu
mânâda maddî kültür beynelmilel (uluslararası) olup evrensel bir karaktere
sahiptir. Bundan dolayı gerektiğinde bunların alınıp kullanılmasında hiçbir
beis (sakınca) yoktur. Ancak, özellikle televizyon, sinema, tiyatro gibi ferdi
ve toplumu yoğun bir şekilde etkileyen plâtformlardaki program ve içeriklere
çok dikkat etmek gerekir. Çünkü bu gibi teknolojik plâtformların gücü, kullanım
amaçları doğrultusunda son derece etkili ve belirleyicidir. Özellikle de
çocukları ve gençleri bu konuda bilgilendirmek ve bilinçlendirmekte büyük
faydalar vardır.
Burada
bilimin ve teknolojinin gücünü elinde bulunduranlar, dominant kültür açısından
avantajlı durumdadırlar. Diğer ülke ve toplumlar ise bu mânâda pasif ve edilgen
durumda olup, mânevî kültür açısından daima dominant kültürün saldırısı ve
tehdidi altında bulunmaktadırlar.
Mânevî
kültür ise yerlidir, millîdir, mahallîdir. Bir milletin yüzyıllar boyunca bir
arada yaşamasından oluşan ve gelişen, zaman içerisinde de tekrarlana tekrarlana
yerleşik hâle gelen, din, dil, duygu, düşünce ve zevk ortak paydasında neşv ü
nemâ bularak sosyal miras yoluyla tevârüs eden ve nesilden nesle aktarılarak
artık o milletin ve o toplumun öz malı olan bir özellik arz eder. Örf, âdet,
gelenek, görenek gibi sosyal normların oluşturduğu ve sosyal hayatın her
alanıyla ilgili olarak tüm yaşanmışlıklar bu cümledendir. Bunlar yemek yeme
şekillerinden tutunuz da evlenme törenlerine, dînî oluşum ve ritüellere, mâni,
türkü, dînî mûsikî ve destan gibi halk edebiyatına, tezhip, ebru, rik’a,
mukarnas gibi sanatsal faaliyetlere ve mimârî şekil ve tarzlara varıncaya kadar
sosyal hayatın tamamını içine alır.
Kültürel
uygulamalar ve dinden (İslâmiyet) sapmalar
Ancak
kültürel yapımızda öyle uygulamalar vardır ki bunların hiç kimseye faydası olmadığı
gibi ülkemizin kalkınması ve ilmî seviyemizin artması bakımından da hiçbir
getirisi bulunmamaktadır. Aksine, bu tür uygulamalar kültürel yapımızı dejenere
etmekte ve toplumun sosyal kalitesini de düşürmektedir.
Örneğin
tüm dileklerin yerine gelebilmesi için ağaca çaput bağlamalar, suya para
atmalar, türbelerden, yatırlardan medet ummalar, okunmuş ekmekler, simitler,
şekerler, muskalar, tütsüler, üflemeler, fallar, kahve falları, yıldıznâmeler,
burçlar ve daha akla, bilime, dine (Kur’ân’a) ters düşen bir sürü uygulama… Dileğinizin
yerine gelmesi için ağaca çaput bağladığınızda ne yapmış oluyorsunuz? Bilerek
ya da bilmeyerek o ağacı kutsuyor, tabulaştırıyor, ululaştırıyor, hatta zımnen
ilâhlaştırıyorsunuz. Çünkü ona bir ulûhiyet atfederek bütün isteklerinizin
kabûlünü ondan beklemiş oluyorsunuz. Dilinizle bunu kabûl etmeseniz dahi (dilek
ağacını kutsallaştırarak ilâhlaştırdığınız) fiilleriniz (davranışlarınız,
eylemleriniz) bunun böyle olduğunu gösteriyor. Çünkü “kişinin işidir
ayinesi, lâfa bakılmaz”. Vesile kılınan türbe, yatır konuları da bu minvâl
üzeredir.
Hâlbuki
İslâmiyet’te Allah ile kul arasına kimse giremezdi. Bırakınız kutsanmış olan
ağacı, türbeyi, yatırı, ölüyü, diriyi de, vesile kılınan Rasûller bile olsa bu değişmez.
Aracı kılmak, ancak Hıristiyanlık gibi tahrif edilmiş diğer dinlerde vardı.
Fakat “İsrâîlliyât”, “Mesîhiyyât”, “mistisizm”, “panteizm”
gibi hususlar din olarak İslâmiyet’e değil de din kültürü olarak yaşanan
Müslümanlığın ve canlı (hayy) olarak yaşayan Müslümanların arasına girmeyi
başardı. Neticede “kültürel İslâm” diyebileceğimiz şekilde yaşanan
çarpık bir din anlayışı ortaya çıktı. Ve bu anlayış, Müslümanların “Kur’ân
İslâm’ı”nı yaşamalarında ve Allah’ın emir ve yasaklarını hayata
geçirmelerinde çok sıkıntı yarattı, önemli kırılma ve sapmaların meydana gelmesine
sebep oldu. Aynı zamanda bu durum, Kur’ân’ın mânâ, maksat, murad ve hikmet
bağlamında Müslümanlar tarafından içselleştirilerek kendi hayatlarına
taşınmasının önünde muazzam bir set ve bariyer oluşturdu.
Murâkabenin
önemi ve suçlamalar
Hâlbuki
yaşanan bu kültürel Müslümanlığı biz, elimizde son derece önemli, değerli,
geçerli ve güvenilir ölçüm âletleri olan Kur’ân âyetleri, aklın ilkeleri ve
bilimin bulgularıyla murâkabe (kontrol) ve mukayese edebilirdik. Etmeliydik. Ama
bunu yapmadık, yapamadık, başarılı olamadık, başaramadık. Yapanları ve başarılı
olanları da zındıklıkla, mürtedlikle, müşriklikle, münâfıklıkla, kâfirlikle,
İngiliz ajanlığıyla itham ettik.
Hatta
bazılarımız bunları hedef göstererek dillerinin kesilmesini, kellelerinin
uçurulmasını, şeriata göre kâtledilmelerinin câiz ve vâcip olduğunu söyleyecek
kadar ileriye gittiler, ölçüyü kaçırdılar, akıllarını ve sağduyularını hepten
kaybettiler.
Yaşanan
acılar ve Rasûl’ün örnekliği
Bu
mânâda birbirimize yaptığımız kötülüğü gerçek İngiliz ajanları ve gerçek “gâvurlar”
olsa herhâlde bu kadar yapmazdı, yapamazdı ve bu kadar da zarar veremezdi.
Ama bu coğrafya ve bu târih öyle bir coğrafya ve öyle bir târihtir ki, bu gibi
hezeyanlara ve bu gibi katliamlara maalesef çok şahitlik yaptı. Hazreti Ali’nin
ve Hazreti Osman’ın katledilmesinden bugüne gelinceye kadar bunun binlerce
örneği yaşandı.
Hâlbuki
Allah’ın Râsûl’ü, Taif’te ve Mekke’nin Fethi’nde gerçek müşriklere ve Kendisine
önceden her türlü zulmü yapanlara dahi böyle bir eziyeti reva görmedi. Onlara şefkat
ve merhametle yaklaştı, onları affetti. Çünkü O, gerçek mânâda bir Müslümandı
ve merhametli bir Rasûl olduğunu her fırsatta olduğu gibi yine ispat etti. “Sünnet
sünnet” diyerek izinden gittiklerini ve Rasûl’e tâbi olduklarını iddia eden günümüz
Müslümanları gibi acımasız olmadı. Hele Rasûl’ün sünnetini istismar ederek
mü’min kardeşlerine her türlü iftirayı atan, her türlü eziyeti yapan ve
ellerine geçse bir kaşık suda boğacak olan sahte yobaz dinciler ve şiddet
yanlıları gibi hiç olmadı.
Zâten
böyle merhametli, şefkatli ve affedici bir Rasûl olmasaydı, insanlar hiç Kendisine
inanır da İslâm değişik coğrafyalarda böyle hızla yayılır mıydı? Bugünkü
Müslümanların önemli bir kısmının yaptığı gibi acımazsızca, bedevîce, dînî ve
sosyal feodal yapılarına uygun bir şekilde yobazca davransaydı, yeryüzünde
şimdi kaç tane Müslüman bulunurdu?
Mukayese
ve sistemin işleyişi
İşte
kültürel yapımız ve dînî anlayışımız bu kalitede olursa, ilmî seviyemiz de
bundan pek farklı olmazdı herhâlde. Olmadı da. Çünkü bir sistemin işleyişi gibi
toplumsal sistemler de böyle işler. Sistemler, kendilerine bağlı olan alt
sistemler ve kendilerinin de bağlı olduğu üst sistem ile interaktif olarak
etkileşimde bulunurlar. Bunların herhangi birinde meydana gelecek olan bir
ârıza, bir sıkıntı, sistemin tamamını olumsuz olarak etkiler, etkileyecektir.
Bundan
dolayı son yüzyıllarda her bakımdan hep geriye gittik. Bilim ve teknoloji alanında
Batı’yla girdiğimiz yarışı maalesef kaybettik!
Şöyle
bir düşünün bakalım: Son birkaç yüzyıldır biz hangi sahada dünya çapında bilim
insanları yetiştirebildik? Bunların adlarını sayabilir misiniz? Benim bildiğim,
son yıllarda iki bilim insanımız böyle çıktı. Bunlar da zâten Batı’da kariyer
yapmış olan Prof. Dr. Fuat Sezgin ve Prof. Dr. Aziz Sancar idi. Bunun yanında
Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Mükrimin Halil Yinanç, Halil
İnalcık ve Erol Güngör gibi mütefekkir ve münevverlerimizi de bir miktar
bunlara ilâve edebiliriz.
Sonuç
Dolayısıyla
bir ülkenin, bir toplumun kültürel yapısı, seviyesi ve kalitesi ile ilmî birikimi
ve potansiyelinin yapısı, kalitesi ve seviyesi arasında interaktif bir ilişki
vardır ve bu ilişki biçimi, bir sistemin işleyişi gibi stratejik bir önem ve
karakter arz eder.