KÜLTÜREL etkileşim, “birbirinden
farklı kültürlerin bir şekilde karşılaşması ve birbirini etkilemesi” olarak
tanımlanmaktadır. Kültürel etkileşim, toplumların birbirilerini tanımalarına
katkı sağlarken sanatsal etkinliklerin yayılmasına ve bilinmesine de etki
etmektedir.
Bunun
yanında, kültürel etkileşim, toplumsal yapıyı bozmakta ve mevcut kültür
değerlerini yok etmektedir. Kültürel etkileşimin en büyük hedefi yerel
kültürdür.
“Bir
toplumun birikim ve hayat tarzının başka bir topluma yaşam ve dil üzerinden
aktarılması” olarak da tanımlanan kültürel etkileşimin temel mantığında, “Bugünkü
kadar hızlı ve kitlesel olmasa da tüm kültürler zaman içerisinde değişirler.
Değişim; çevre krizleri, yabancı istilâsı, kültür içerisinde davranış ve
değerlerin farklılaşmasıyla meydana gelir”[i] anlayışı yatmaktadır.
Kültürel etkileşim ile kültür transferi ya da baskın bir kültürün hâkim
kılınması, birbirine yakın kavramlardır. Her kültürel etkileşim, zaman içinde
bir kültür transferine dönüşebilmektedir. Bu dönüşüm genellikle Batı-Amerikan
kültürünün transferi şeklinde olmaktadır.
Kültürel
etkileşimin başat aktörü dildir. Bu bakımdan dil öğrenimi ya da yabancı dilde
eğitim gibi faaliyetler, aynı zamanda kültürel etkileşim faaliyetleridir ve
genellikle bu konuda faaliyet gösteren kişi ya da kurumlar da adı konulmamış
birer kültür elçisidirler. Bu bakımdan dilin önem ve ehemmiyeti farklıdır.
Çünkü “Dilin yalnızca göstergeler dizgesi değil, aynı zamanda bir kültür olduğu
kabul edilirse, dil ile kültürün birbirinden ayrı düşünülemeyeceği görülür; o
hâlde dil öğrenimi ve öğretiminde ‘kültür’ unsurunu hiçbir zaman
unutmamak gereklidir”[ii].
Bu
anlamda dil, kültürel etkileşimi aktarma/iletişim misyonuna sahiptir. Bu konu
hiç de sanıldığı kadar masum değildir. Bunu özellikle son yarım yüzyılda öne
çıkan ve neredeyse dünya dili hâline dönüştürülen İngilizce üzerinden ele almak
mümkündür. Genelde dil, özelde ise İngilizce öğretmenin esas boyutu, kültür
etkileşimi sağlamak ve bu şekilde kültür transferi gerçekleştirmektir. Şöyle
ki, “İngilizce konuşan Batı dünyasının inançları ve değerleri, gelenekleri
oldukça farklı olan bireylere ve ülkelere empoze edilmektedir; İngilizceyi
ikinci bir dil olarak öğreterek belirli değerleri ve inançları aktarırız”[iii]. Bununla beraber, kültürel
etkileşim de tek başına dilden ibâret değildir. Dilin aktarım görevi yanında,
davranış, kıyafet ve benzeri unsurlarla birlikte yaşam tarzı gösterisi de kültürel
etkileşimi sağlayan önemli aktörler olarak ifade edilebilir. Bu durum,
(yabancı) dil eğitimi ile sınırlı değildir.
Yabancı
dil eğitimindeki kültürel etkileşim, reklam kuşağında gösterilen reklamlara
benzemektedir. Doğal olarak birçok insan reklâm kuşaklarında gösterilen
reklâmlara karşı önyargılıdır. Ancak tehlikeli olan reklâm, reklâm kuşağında
gösterilen değil, onun dışındaki sahnelerdeki doğal akış içinde gösterilerek şuuraltı
mesaj etkisi içeren reklâmdır. Uzun zamandır küreselleşme, kültürel etkileşime ev sahipliği yapmakta ve
şuuraltı mesaj içeren reklâmlar gibi gizliden gizliye kültürel etkileşim, daha
doğrusu kültür transferi yapmaktadır. Burada amaç, var olan yerel kültürel
değerleri ortadan kaldırmaktır.
Küreselleşme
ile kenarda
köşede kalmış yerel kültürel değerlerin ortadan kaldırılması için kültürel
etkileşim kartının daha güçlü bir şekilde kullanılması gerekmektedir. Bu kartla
yerelde olan ve yerele ait olan hiçbir şeyin kalmaması, hasbelkader kalmış olanların
da hükümsüz ve etkisiz hâle dönüştürülmesi hedeflenmektedir. Bu eylemin birinci
kademesinde yapılan; karşı çıkmak ya da yok etmek değil (hibritleştirmek),
melezleştirmektir. Melezleştirmek, başlangıçta son derece cazip görünen, ancak
bir adım sonrasında yok edicilik saklayan bilinçli bir eylemdir.
Küreselleşmenin
kültürel etkileşiminin öncü kuvveti medyadır. Medyanın yanında yardımcılık vazifesini
üstlenen kuvvetler olarak sinema, tiyatro ve benzeri faaliyetleri saymak
mümkündür. Bu kuvvetlerin hiçbirinin etkisini yadsımak doğru değildir.
Özellikle sinemanın etki alanı oldukça geniştir. Yine özellikle Batı ve
Amerikan kaynaklı filmlerin kimi dost, kimi düşman olarak gösterdiği, bakış
açısının anlaşılması bakımından önemlidir. Bu durum bizim sinemamız için de geçerlidir.
Bir
an için gözlerimizi kapatıp, geçmişte “yılda 100 film çekmiş olmakla övünülen” Yeşilçam
filmlerimize doğru kısa bir yolculuğa çıkalım. Bu filmlerimizde köyden şehre
gelen genç erkek ya da kadın rollerinin eğitimini, bu eğitimde esas rol oynayan
kıyafet, ifâde ve yaşam tarzını hafiften irdeleyelim. Sizce bu filmlerde,
ısrarla ve üzerine basa basa gösterilen “evin içinde ayakkabılarla gezilmesi,
gündelik hayatın hemen hemen her ânında su tüketir gibi alkolün tüketilmesi,
alkol tüketiminin çoğunlukla ev içinde yapılması, evde kurulan her sofranın/masanın
baş köşesinde alkol olması, kıyafetlerin anormal derecede beden teşhirine
ağırlık verilerek seçilmesi ve gündelik hayatta kullanılan dilin halkın
kullandığı dilden farklı bir noktada seyretmesi” sebepsiz, nedensiz ve kendiliğinden
olabilir mi?
Yine
o filmlerde (ki sıradan bir Batı filminde kolay kolay rahip ya da papazlarla
ilgili olumsuz bir kare görmek mümkün değildir) gerekli gereksiz, senaryoya
uygun ya da aykırı, ama her fırsatta köyün ya da mahallenin imamının kötü bir
karakter olarak gösterilmesi normal, kendiliğinden ve bir organizasyona bağlı
olmaksızın yapılmış olabilir mi?
Aynı
Yeşilçam filmlerinde, milletimize ait olan ve “millî” olarak bilinen ne varsa,
isimden kıyafete, mekândan zamana, inançtan ritüele varana kadar her ne varsa
hepsinin alaya alınması nedensiz ve kendiliğinden olabilir mi?
O
kadar uzağa gitmeyin, bu ülkede, “üç aylar” olarak bilinen Kamerî aylarda doğan
çocuklara Recep, Şaban ve Ramazan isimleri verilirdi. Günümüzde bu isimlerin, en çok da “Şaban”
isminin âdeta kullanılamaz hâle getirilmesi, basit bir komedi maksadıyla ve sınırlı
olarak yapılmış olabilir mi?
Elbette
olamaz!
Günümüzde
geçmişin en güçlü silahı olan sinema sektörü, iletişim ve ulaşım alanındaki
teknolojik gelişmeler nedeniyle gücünü kaybetmiş ve bu gücü televizyonlara
kaptırmıştır. Televizyon (TV), Yeşilçam’ın gerçekleştiremediği değişimin
farkındadır ve ona göre daha bilinçli hareket etmektedir. TV’lerin saldırdığı
ve değişime neden olmaya çalıştığı hususlar, toplumsal yapımızın en hassas
unsurlarıdır. Bu unsurlar, aynı zamanda bütün uğraşısına rağmen Yeşilçam
filmlerinin yıkmaya başaramadığı unsurlardır.
Yıllardan
beri süren evlilik ve izdivaç programlarında ortaya konulan sahnelerin, aynı şekilde tamamen kurgularla yapılan sözde
aile meselelerini çözmekle meşgul gibi görünen programların hemen hemen
hepsinin hedefi, toplumsal yapımıza dinamit koymaktan başka bir şey değildir.
Bu programların her birinin adı konulmuş ya da konulmamış hedefi, aile
mahremiyetini ortadan kaldırarak aile mefhumunu yıkmaktır. Üstelik bu
programların hepsi plânlı ve sponsor destekli programlardır.
Bu
plânlı ve sponsor destekli programların son serisi ve belki de en sinsi olanı, “yemek
programları” adı altında yürütülmektedir. “Yemek programları” adı altında
yürütülen senaryo, aslında toplumsal melezleştirme faaliyetinin değişik bir
versiyonudur. Yemek programlarındaki değişim hedefi ayrı bir yazı konusu olacak
kadar önemlidir. Ancak kültürel etkileşim bahsinde bir nebze de olsa söz
etmekte fayda vardır.
Yapılan
şey dikkatli bir şekilde gözlemlenirse, mutfağımızın da tıpkı aile kurumumuz
gibi melezleştirilmek hedefi içinde olduğu görülecektir. Bu melezleştirme, yok
etmekten önceki son aşamadır. Çok değil, beş yıl sonra kendimize ait bir tane
yemeğimizin kalmayacağını, mutfaklarımızdaki alet ve edevattan yemek
çeşitlerine kadar Türkçe olmayacağını söylemek bir kehanet değil, acı bir
gerçeğin ifâdesidir.