İYİLİK ve güzellik gibi
duygular, kişinin iradesine bağlı iki seçenektir. İyilik, güzelliğin bir özdeşi
olabilir mi? Eğer ahlâkî bir teslimiyet içinde görülürse, iyilik, ahlâk ile
örtüşebilir, bütünleşebilir. İyilik, bir kavrayış ve bir iradenin aracıdır.
Peki güzellik? İyiliğin ortaya çıkışı nedeniyle bir benzeşme olsa da güzelliği
iki hâlde tasavvur etmek doğru olacaktır. Birincisi başlangıcından, aslından
olmasıdır. İkincisiyse sonradan olma, ortaya çıkarma, güzel olmasını
sağlamaktır. Pek çok şey iyi ve güzel kavramı içinde bir hâl alabilir.
İstenildiği takdirde iyi ve güzel olmak ihtimâl dâhilindedir, mukabildir.
İyilik
ve güzelliği etkileyen unsurlar vardır. Bu unsurlardan en önemlisi ise paradır.
Para her dönemde ve yıllarca insan hayatını etkilemiştir, etkilemeye de devam
edecektir. Onu kullanış biçimi, bu etki içinde olumlu ve olumsuz bir yere
götürür. İnsan hayatı boyunca iyi, güzel ve başarılı olmaya gayret eder. Hattâ
erişilmez, ulaşılmaz olmayı da dener. Ne çare ki insan, insansız yapamaz.
İnsanın olduğu yerde her şey vardır. Çünkü dünya, başta insanlar için
yaratılmıştır. İnsan kendi dönemleri içinde yaptıklarıyla anılır. İyilik,
kötülük, estetik ve hayranlık bırakır. Bu değerlerin yaşaması ve insanların
hemcinslerini memnun ve mutlu etmesi ise, yaptıklarıyla kendisinden sonra
anlaşılır. İnsan böylece anılır ve değer görür. İşte kültür duyarlılığı böyle
bir şeydir ve kalıcı olan da budur. İyi bir iz bırakmaktır ötelere. Gelecek
nesillere iyi bir iz, fevkalâde bir miras bırakmak, eserin/eserlerin iyilik ve
güzellikle îfâ edilmesiyle mümkün olur.
Her
şey insan zihninde başlar. Bir iş yapmak ve sonuca gitmek, ancak zihinsel egzersiz
ve sinerjiyle gerçekleşmiş olabilir. Yapılan ve yaşanan şey/şeyler de güzellik
kavramı ve iyilikle bütünleşmeli, bu da hayatın kültürü hâline gelmelidir.
Hayatımıza
güzellikler hâkim olmalı
Çağımızda
paranın gücü, çok şeyin yaptırımı ve egemenliği alenen görülüyor, hissediliyor.
İyi düşünülmüş, olumlu olguların/yapıların arkasında ince düşünceler, iyi
davranışlar; olumsuz yapılarınsa arkasında sakil, biçimsiz, kötü anlayışlar/düşünceler
yatar. İnsan hayatı ve çevresine bırakılan etkide ahlâk ve maneviyatla birlikte
estetik de bulunmalıdır. Yapılan eserler, bırakılan davranışlar hayranlık
oluşturmalıdır. Bugün için böyle bir düşünce sanırım çok abes, uçuk ve ütopik
gelebilir. Ama deneyenler de vardır. Ülkemizde ve dünyada ahlâkî yanı doğrudan
veya dolaylı olsun/olmasın, sanatın insan hayatına hâkim olmasını savunan ve
sınır tanımayan fertlerin varlığını da görüyoruz. Evet, insan hayatına
güzellikler hâkim olmalıdır. Güzellikse kültürle bütünleşmelidir.
İnsandaki
güzellik geçici, akılsa bâkidir. Ancak güzelliğin de bâki olduğu alanlar
vardır. Geleceğe bırakılan güzel eserler zamanın kültürünü ölümsüz yapar. İnsan
elinden çıkma güzellikle kültürü birbirinden ayırmak pek mümkün değildir. Ancak
yine de güzellik, kendini kültürle buluşturmalıdır. Bir ülkenin ekonomisi,
çalışma hayatı, yaşam tarzı ve düzeyi, o ülkenin sanat ve kültür anlayışının
nasıl bir medeniyet düzeyinde olduğunu gösterir. İlerlemek ve gelişmenin şartı,
bir medeniyeti ortaya çıkarır. Medeniyet adına kültürü ve sanatı baş tâcı etmek
gerekir. Gandhi diyor ki, “Kültür yoksunluğunun sonu hep aynıdır; sefil bir
uygarlık ve eli kulağında bir çöküş!”.
Kültür
toplumu oluşturulmalı
Medeniyet,
kültür sayesinde insan yaşamına düzeyli yeterlilik kazandırırken, sanatın
katkısı ile de güzelleştirir. Teknoloji ve donanımların gelişmesi kültür ve
sanatın inceliği, güzelliği, yol göstericiliği olmadığı sürece yetersiz kalır.
Kültür ve sanat iç içe, birlikte medeniyetin yapısına katkı sunar, hayata anlam
yükler. Kültür, bir toplumun/milletin kimliğidir. Yaşam tarzı, dil, düşünce ve
duygu birikimidir. İnançlar, normlar, gelenek ve görenekler, düşünce biçimleridir.
Bu manevî unsurların yanında şehirlerin yapısı, mimarisi, teknikleri, sanat
yapıları, parkları, ibadethaneleri, müzeleri de maddî kültür varlıklarını
oluşturur. Kültür, sanat ve medeniyetin sirayet ettiği, egemen olduğu hayatta,
insanların bakışları, düşünüşleri, giyim kuşamları, zevkleri de değişir ve
güzelleşir.
Halkın
kültür ve sanatla bütünleşmesi için şehirlerin yapısından başlayarak hayatın
bütün alanına kültür ve sanatın mührü vurulmalıdır. Bunun için de devletin
süreklilik arz eden kültür-sanat çalışmaları olmalıdır. Kültür ve sanatın
önündeki engeller yok edilmelidir.
Her
şeyin başı eğitimdir. Eğitimle ilerleme ve başarı sağlanır. Kültür ve sanatın
önündeki engeller eğitimdeki uygulamalarla aşılabilir. Kültür ve sanat, fertler
üzerinde belli bir davranış değişikliğine neden olur. Dolayısıyla bireyin
öğrenerek kavrayışındaki gelişmeler, beraberinde o kişide davranış
değişikliğine de yol açmaktadır.
Kültür
ve sanat için eğitim şart!
Kültür
ve sanat, toplumu üretkenliğe sevk eden ve pozitif yönde tetikleyen unsurlar
olarak toplumun aydınlatılmasında önemli bir görevi yerine getirmektedir. Bu
bakımdan kültür ve sanat eğitimi önce aileden başlamakta ve daha sonra okulda
devam etmektedir. Yön göstermek ve yönlendirmek büyük önem taşımakta, çağımızda
kitle iletişim araçlarının etkisinin olağanüstü boyutlara ulaştığını da görmekteyiz.
Ülkemizde, söz konusu bu alanda ilerleme vardır, ancak yeterli değildir. Örgün
eğitim içerisinde sanat eğitimine ayrılan ders saatleri kısıtlı olmaktan
çıkarılmalıdır. Aksi hâlde uygulamalar zaman azlığı nedeniyle ilgi ve beceri
açısından yeterli olmayacaktır. Bu yıl görsel sanatlar dersi iki saat daha
artırıldı. Bu, olumlu bir gelişme.
Sadece
kültür ve sanatın önündeki önemli engellerden biri de tekelci yaklaşımlar ve
kültürün değişime açık olmasıdır. Avrupa ülkelerinde sanat galerileri ve
müzelerine öğretmenler rehberliğinde öğrenciler götürülüp ünlü sanatçıların
eserleri tanıtılmaktadır. O eserlere ait bilgilerin anlatımı sırasında
karşılıklı soru-cevap şeklinde diyalogların geçtiği görülmektedir. Böyle bir
eğitim alan öğrencinin ileriki yaşamında nasıl bir birey olacağı da az çok
tahmin edilebilmektedir. Avrupa’nın herhangi
bir ülkesinde insanların kendi içlerinden yetişip çıkmış sanatçılarına, hattâ
sanat anlayışlarına dair az çok bilgileri vardır. Bu öğrencilerin Picasso,
Mattise, Rodin, Salvador Dali, Leonardo Da Vinci, Van Gogh ve Munch gibi
sanatçıların eserlerine ilişkin az çok fikri vardır. Bizde ise Tamburi Cemil
Bey, Itrî, Zeki Müren, Emel Sayın, Barış Manço, Hoca Ali Rıza, Osman Hamdi Bey,
Şeker Ahmet Paşa, İbrahim Çallı, Sadi Çalık,
Zühdü Müridoğlu, Hüseyin Gezer, Mehmet Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl,
Nazım Hikmet, Peyami Safa, Orhan Veli ve daha nicelerini tanımak, okumak,
anlamak, sanatlarını görmek ve müziklerini dinlemek, ancak çocukların ve
gençlerin iyi eğitim görmüş nitelikli öğretmenler ve böyle bir kültür ortamına sahip
olmaları ile mümkün olur.
Ulusal
eğitim alanı insanı temel alan, akılcı, üretken, bilimsel ve yüksek sanatı
hedefleyen bir gelişmiş toplum oluşturulabilir.
Kültür
değişmelerine dikkat!
Bir
toplumun kültürü kendine, tarihine özgüdür. Bu kültürü akıl birikimi, bilim çalışmaları
ve toplumun yaşama süreci -ile çoğunluğun benimsediği yaşam tarzı- oluşturur.
Toplumun bireyleri de kültürü taşıyan canlı unsurlardır. Kültür durağan
değildir ve zaman içinde değişir. Farklı kültürler birbirlerini etkilerler.
Kültür alışverişi sonucu toplumsal değişimler yaşanır. Bu alışveriş insanların
birbirini tanımasını, daha sevecen ve hoşgörülü olmasını sağlar. Toplumsal
kültürler zamanla dünyanın ortak kültürü hâline dönüşebilir.
Demografik
ve toplumsal yapı değişkenliği de kültürü öteler. Kültür bilinci oluşmamış
toplumlarda sanat da gelişmez. Bu bakımdan sınırımızda yaşanan savaş sebebiyle
ülkemizdeki sığınmacıların azımsanmayacak bir nüfus oranına sahip olması,
kültür alanında da bazı sıkıntılara sebep olabilir. Ülkemizde pek çok farklı
kültürden mülteci bulunuyor. Kültür alanında yozlaşma yaşanırken kültür
değişmeleri de göz ardı edilemez, bu bakımdan devlet, acilen mültecileri sadece
eğitim alanında değil, kültür ve sanat alanında da eğitmelidir.
Teknolojinin
hızla ilerlediği günümüzde, insanlar arası iletişim ve etkileşimin geçmişe göre
çok daha etkili olduğu görülmektedir. Böyle bir durum, ortaya yeni sorunların
da çıkmasına sebep olmaktadır. Teknolojik gelişmelerin insan hayatını daha da kolaylaştırdığı
bir gerçektir. Bu durum, toplumların kültürel gelişmişliklerine aynı ölçüde
katkı sağlamadığını da göstermektedir. Bu saikle sanat, insanın dünyayı kavrama
çabasındaki en büyük rolü oynar ve bireye yeni bakış açıları kazandırır. Ernest Fischer, “Sanat, insanın kendisini öbür
insanlarla, doğayla ve dünyayla özdeş görmesinin, var olan ve var olacak her
şeyle birlikte duymasının ve yaşamasının aracı ise, görevi de insanın gelişmesine
koşut olarak gelişecektir” der.
Kültür
içinse Nurettin Topçu, “İnsanlar kendi ruh varlıklarını millet kültürleri
hâlinde yoğururlar” der. Sanat, güneşin çiçekleri renklendirmesi gibi hayata
renk verir. Kültürse hayata anlam katar, daha iyi yaşanmasını sağlar. Kültür ve
sanatın hayatı anlamlandırma ve inşâ etme noktasında etkisiz kalmasından
sıyrılması, dolayısıyla hayatı şekillendirmek yönünde yeterliliğe kavuşması
dileğimizdir.
***
Hazreti
Halime’yi anlamak ve anlatmak
Semavî dinlerden
biri olan İslâmiyet’i anlamak için en önemli kaynakların başında kutsal
kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet, İcmâ ve Kıyas gelir. Yani diğer adıyla
Edille-i Şer’îye…
İslâm dinini anlamak bu bakımdan kolay ve
anlaşılır olmakla birlikte, o dönemin yaşantısına dair Kur’ân-ı Kerîm, ziyâdesiyle
de Peygamber Efendimiz’in yaşayışından örnekler inananlara yol göstermiş ve
aydınlanmalarını sağlamıştır.
İslâmiyet’in ilk dönemlerine dair insan hayatını
ve fertleri anlamak için detaylar düşünüldüğünde, yine kaynakların kısıtlı
olduğu düşünülebilir. Bu bakımdan sahabelerden Hazreti Halime’yi (ra) anlamak
kolay olsa da anlatmak hayli zordur. Yazar Sergül Vural böylesine zor bir alana
girmiş ve kalemi almış eline. Sevgili Peygamberimiz’in (sav) sütannesi Hazreti
Halime’yi (ra) anlatmış, ortaya güzel bir roman çıkmış.
“Efendimizin Sütannesi Hazreti Halime” romanı,
cahiliye döneminde kız çocuklarının diri diri gömülmesiyle başlayan dönemi
anlatarak başlıyor. Cahiliye dönemi âdetlerinin temelini teşkil eden geçim sıkıntısı,
servetin kızlar vasıtasıyla başkalarının ellerine geçmesi endişesi ve bir de
kabile hırsları... O dönemde içki, kumar, tefecilik, putlar ve putlara yapılan
adaklar ve kadınların değersiz görülüşü, daha sonra Hazreti Halime’nin (ra)
ailesi, evlenmesi, çocukları, Peygamberimize sütannelik etmesi, bu sırada vukû
bulan mucizeler, olaylar anlatılırken romanda, yine o dönemle ilgili
gelenekler, alışkanlıklar, coğrafya ile ilgili tasvirler ve tespitler iyi etüt
edilerek romanda yer almış.
Kitap, arka kapakta şöyle tanıtılmış:
“Halime... Şefkat abidesi, hasret
yorgunu Halime... Doyamadı. Doyulur muydu En Sevilene? ‘Yeter’ denilir miydi
sevdiğinin yanındayken geçip giden zamana? Sevgi dolu, şefkatli, Emanetinin
üzerine aşkla titreyen bir anne... Sütannelerin en hayırlısı...
Asr-ı Saadet’in ayak seslerini duyabileceğiniz bir
fedakârlık, hasret ve sahipleniş romanı… Sergül Vural, akıcı ve şiirsel
üslûbuyla ilkleri sevenlere, karanlık gecelerde Yıldızların izlerini sürenlere,
doğumundan ölümüne kadar anlatıyor Hazreti Halime’nin hayatını.
Bu kitapta Efendimizin sütannesi Hazreti Halime’nin hayatını
ilk defa aşk dolu bir iklimde okumakla kalmayacak, âdeta olayların içinde
yaşayacaksınız.
Ve şimdi, Saadet Güneşi’nin doğduğu günlere, çölün sinesine
gitme vakti! Şimdi Hazreti Halime’nin hayatına şahitlik etme vakti! Şimdi,
‘Halime’ olma vakti!”
Bu tanıtımda da belirtildiği üzere, kitapta yazar Sergül
Vural’ın akıcı ve şiirsel üslûbu, kitabın başlangıcından sonuna kadar rahat
anlatımı ve sade Türkçesi vurgulanıyor. Romanın başlarındaki anlatım bir deneme
türü kıvamında olmakla beraber, birkaç bölüm sonrası imgesel ve soyut anlatım,
yerini somuta bırakıyor. Gelişen ve ilerleyen olaylar kitaba hâkim oluyor.
Âlemlerin Sultanı Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed
Mustafa’nın (sav) doğum süreci sonrasında sütannelik yapan Hazreti Halime’yi
anlatmak, zor ve yetkinlik isteyen bir husustur. Ayrıca roman, hikâye gibi bir
olayı kısaca anlatmakla kalmaz, detaylandırır. Yazar Sergül Vural, zor olana
talip olmuş.
Roman, bir gerçeğe dayanması sebebiyle kaynağını hadîs-i
şeriflerden ve İslâm tarihinden almaktadır. Buna mukabil, o kutsal toprakları,
yaşanan olayları, kişileri, çevreyi ve o anlardaki havayı, anlayışı, kavrayışı,
yaşantıyı anlatmak her şeyden önce bir tarih bilgisi, donanımı ve anlayışı
gerektirir. Romanda böylesi tarihî kavrayışla beraber, aynı zamanda bazı
kelimelerin kullanılışına da dikkat edilmiş ve özen gösterilmiş. Arapça veya Farsça
kelimelerin yer yer kullanılmış olması, metnin akışını bozmuyor. Bilâkis duru
ve dinamik, his ve gerçeklik veren, telkin eden kelimeler esere heyecan da veriyor.
Zaman zaman belâgate varan anlatım, kitabın daha rahat okunmasını sağlıyor.
Romanın her bölümünde yer eden ve gerekli olan merak unsuru
pek fazla dikkat çekmiyor. Her romanda kitapseverler heyecan, macera, entrika,
kahramanlar, karakterlerin ve karaktersizlerin rol aldığı durumlar ve yine
romanların olmazsa olmazları arasında yer alan aşk mevzuları, hisleri, bencil,
cömert veya gururlu hâlleri bu romanda yer almıyor. Aşk ve sevgi ise Büyük İnsan,
Âlemlerin Nûru, Güneşi, Sebebi, Çâresi, Aydınlık Yüzüyle anlatılmaya
çalışılmış.
Romanda merak unsuru olmasa da, yine de “Bundan sonra ne
olacak?” sorusunu sorduran bir nitelik mevcut. Bu his sebebiyle yazarın üslûp
ve konu hâkimiyetini içinde barındırdığına, sakladığına hükmedebiliriz.
Eserin kanaatimce en heyecan verici yanını, yazar Sergül
Vural sona bırakmış. Peygamberimizle sütkardeşinin buluşmasının, yüreklerde
heyecan ve rikkate sebep olduğunu belirtmeliyim.
Başta belirttiğimiz üzere, roman o döneme ait yaşanan
gerçeklikleri bugün için kaleme alınmış. Sevgili Peygamberimizin billur bir
nehirden akıttığı kelimelerle anlatıldığı romanın yazarı Sergül Vural Hanım’ı, emeği
dolayısıyla tebrik ediyor, “Kaleminize sağlık!” diyorum. Böylesi zor bir alanda
Türkçemize iyi bir eser kazandırdığı için teşekkürler ve tebrikler!
Efendimizin Sütannesi Hz. Halime, Sergül
Vural, Nesil Yay. Mayıs 2018, İst. 280 sh.