KÜLTÜR ve medeniyet
kavramları, sosyologları, felsefecileri ve aynı zamanda diğer alanlardaki
birçok kimseyi çoğu zaman meşgul etmiştir. Kavramlar üzerinde durmak kiminin
hoşuna gitmeyebilir, ama biraz da işimiz gereği kavramları çoğu zaman
tanımlamanın anlamak kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yazımda biraz bu
kavramlar üzerine durmaya çalışacağım. Öncelikle kültür, daha sonra da
medeniyet kavramı noktasında fikir beyan etmek için uğraşacağım. Şimdiden
olabilecek bazı eksiklikler ve kusurlar için engin hoşgörünüze sığınıyorum.
Kültür
“Kültür”
kavramı dilimizde çok yer ettiğinden, belki kelimenin etimolojik boyutunu çok
da irdeleyenimiz yoktur. Ama Türkçeleşmiş gibi gelen bu kelime, çoğu kavramda
olduğu gibi Batı veya Latince kaynaklıdır. Latince “cultura” kelimesinden gelen
bu kavram, anlam olarak “işlemek, ekmek, dikmek veya inşa etmek, süslemek ve
bakmak” gibi çok geniş anlamlara gelebilmiştir. Tarım ve ziraat gibi
kavramların karşılığı zaten Batı dillerinde daha çok “agri-horti culture”
şeklinde ifade edilmektedir.
“Kültür”
kelimesi dilimize girmeden önce kullandığımız “hars” kelimesi ise, Arapça
kökenli “tarla ekmek” anlamında olan bir kelimedir. Bu yüzden “hars”
kelimesinin ilk Türkçe karşılığı “ekin” olarak Türkçeleştirilmiştir. Bir
anlamda yine ekmek anlamına gelen bir kelimedir. Görüldüğü gibi ister “hars”
deyin, ister “ekin”, isterseniz “kültür”, hepsinin tarımla bir ilgisi varmış
gibi görülüyor. Buna bir de günlük dilimizde kullandığımız “kültür mantarı,
kültür çiçekçiliği ve yoğurt kültürü” tamlamalarının yanında çoğumuzun aklına
gelen “mahallî kültür, millî kültür veya insanlık kültürü” ekleyip, bu kavramların
biraz farklılık oluşturduğunu kolayca fark edebiliriz.
Peki,
etimolojik olarak tarımla bir boyutta ilişkisi olan kültür kavramını nasıl
açıklayacağız? Bu bağlamda işimizin çok da kolay olmayacağını görebiliriz.
Bir
sohbet sırasında kullandığım “Bilgisayar veya telefon da kültürün bir
parçasıdır” cümlesine cevaben bir tepkiyle karşılaşmıştım. Buradaki tepkinin
kaynağı ne olabilir? O hâlde kültürü nasıl anlıyoruz?
Kendi
tarihimizde, özellikle Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör ve Yılmaz
Özakpınar gibi birçok düşünür, kültür ve medeniyet üzerinde durmuşlardır. Hepsinin
kendi bağlamında tanımlamaya çalıştıkları bir kültür ve medeniyet tanımı
bulunsa da, bir o kadar da ortak yönleri mevcuttur.
Tekrar
kültür ve medeniyet kavramlarına dönecek olursak… Acaba kültür ve medeniyet
kavramlarından ne anlayacağız?
Yukarıda
bahsettiğimiz gibi, kültür kavramının her zaman bir insanî boyutunun olduğu
ortadadır. Yani bir anlamda neredeyse “İnsan eşittir kültür” diyebilir miyiz?
İsterseniz
bir de şöyle düşünelim: Yeryüzünde insan olmasaydı, acaba kültürden ve
medeniyetten bahsedebilecek miydik? “Bahsedebiliriz” diyen olabilir ama ciddî
anlamda bu iddiası tartışılır. O zaman biraz daha konuyu toparlayalım ve
soralım: Kültür, acaba insanın doğaya bir artısı mıdır? İnsanın bir an
yeryüzünde olmadığını varsayalım, o zaman çevremizde neler olur veya olmazdı?
Dilimiz olabilir miydi? (Konuştuğumuz dilden bahsediyoruz tabiî...)
Kullandığımız alfabe, taşıtlar, düğünler, inançlarımız, müziğimiz,
yemeklerimiz, evlerimiz veya doğa olayları dışında taş üstüne taşın konulması
gibi…
Buradan
çıkaracağımız sonuç ne olabilir o zaman? Kültür hakkında, “Doğaya eklediği veya
doğada belki ham hâlde olsa da insanın elinden geçen veya insanla şekillenen
her şey” diyebilir miyiz? Örnek olarak sesi düşünün… Ses, aslında fiziksel bir
kavramdır ama bir ezgi veya tını müzik hâlini alıyorsa, onun bu hâli almasında
asıl sebep sesin kendisi midir, yoksa bunu işleyen insan mı? Cevabımızın “Evet!”
olduğunu hissediyorum (veya ben öyle olmasını düşünüyorum). Bir başka boyutu
göz önüne alalım: Bir üzüm bitkisini, buğdayı, mısırı ve daha diğer kültürü
yapılan bitkileri örneğin... Acaba bunlar kendi hâllerinde olsalardı bundan kim
un yapacak, kim çoğaltacak, kim tarımını yapacak, kim çeşitlerini arttıracak,
kim üzüm suyundan şerbet veya üzümle ilgili diğer yiyecekleri yapacaktı? Eğer
hayvanları evcilleştirmeseydik yünü kim işleyecekti, kim kilim yapacaktı, kim
desenleri işleyecekti, kim yünden veya kıldan giyecekler yapacaktı?
Görüldüğü
gibi, ister canlılardan olsun, ister etrafımızdaki cansız varlıkları işleyerek,
kendimizce belki hayatı kolaylaştırmak, belki yaşam alanlarımızı genişletmek
amacıyla da olsa, nihayetinde kültürde hep insanı görüyoruz. Yani insanın çevresinde
olanı alması, geliştirmesi, işlemesi, yaygınlaştırması ve biraz da estetik
zevkini katarak bezemeye başlaması, yani işin içine sanatı da katması sizce
kültür değil midir?
Görüldüğü
üzere sanat da kültürün bir parçası olmaya başladı. Peki, dünyayı ve evreni
anlamak adına yaptığımız bilimsel faaliyetler de kültür içine alınabilir mi?
Bence alınır. Bilimden ve bilgiden esinlenerek ortaya koyduğumuz teknik de
insanlık kültüründen ayrılamaz gibime geliyor. Geriye ne kaldı, belki her
aşamada kullandığımız, bizi insan yapan yüksek kapasitedeki düşünme ve zekâ
gücümüz… Yani aklımız olmasaydı bir felsefeden, bir matematikten, bir mantıktan
veya diğer sosyal bilimlerden bahsedebilecek miydik?
Bununda
ihtimâl dışı olduğunu düşünüyorum. Geriye insanlık kültürüne dâhil
edemeyeceğimiz bir şey kalmadı gibi…
Buradaki
soru o zaman şöyle olmalı: “Millî veya mahallî kültür” dediğimiz zaman ne
anlayacağız? Bir diğer konu ise, “maddî veya manevî kültür” dediğimiz zaman ne
anlamamız gerekiyor?
Bence
konu çok basit! Yukarıda ses örneğini vermiştik. Sesin kendisi aslında fiziksel
bir kavram olmasına rağmen, bunu işleyen, farklı tınılar ve ezgiler kazandıran,
aynı zamanda çevremizdeki farklı eşyaları ve materyalleri kullanarak
geliştirdiğimiz müzik araçlarıyla o sesi işleyebilmekte ve bir ahenk içerisinde
ortaya notalara döktüğümüz bir hâl ortaya çıkabilmektedir. Sonuçta bağlama bizim
millî çalgımız olurken, bir başka müzik aleti de başka bir milletin olabilir ve
bizler de kullanabiliriz. Kimimize göre “ney”in sesi bize birçok şey
çağrıştırabilir; ama özü, kargı ve ciğerlerimizden, dudaklarımız ve diğer
organlarımızı kullanarak ortaya çıkan havanın farklı şekilde ses çıkarması
değil midir?
Belki bazılarımız konunun bu kadar basite indirgenmesinden hoşlanmayabilir ama bu söylediklerimize ek olarak aklımızdan geçenleri, hislerimizi, coşkularımız veya hüzünlerimizi de örnekleyebiliriz. Sonuç yine değişmiyor gibime geliyor.
Tekrar
toparlayacak olursak… Belki yeryüzünde yaşayan her bir birey, hatta buna bu
dünyadan göçenler dâhildir, bir köyün, bir şehrin, bir bölgenin ve ülkenin,
nihayetinde dünyadaki insanların ortak kültürlerinden de bahsedebiliriz.
Peki,
unutulmuş veya kaybolmuş kültürler, geçmişten bugüne aktarılanlar ve aktarılıp
geliştirilenleri de dâhil edecek olursak, insanlığın bir tarafı relik
(geçmişten kalıntı), bir tarafı gelişen ve değişen ve bir o kadar da yeni yeni
ortaya çıkan bir insan veya insanlık kültüründen ve bu kültürü de yerelden
millîye, oradan da evrensel bir insanlık kültürüne taşıyabilir miyiz?
Bir
diğer soru ise şu: Acaba bir kültürü (bu mahallî, bölgesel veya millî olabilir)
bir diğer kültürden üstün sayabilir miyiz (daha düşük veya daha primitif)?
Böyle bir kategorizasyonun kendi içerisinde çok da geçerli olduğunu
düşünmüyorum. Arap kültüründe deveyle ilgili en az 50 ilâ 60 arasında kavram
olduğundan bahsedilir, bizde de keçi, koyun, atla…
Sonuçta
her kültür, kendi bağlamında gelişir ve yaşar. Durum böyle olunca, hangi
kültüre ilkel (primitif) ve hangi kültüre gelişmiş (advens) diyeceğiz? Böyle
bir sınıflamanın da çok geçerli bir yönü olmadığını kolayca görebiliriz.
Günümüz
sosyologlarının bir sorusu da, “Acaba insanlık ortak bir kültür havuzu mu
oluşturuyor? Yani yaşadığımız yer ve mekân neresi olursa olsun, hemen hemen
giydiklerimiz, konuşma dilimiz, yaşadığımız yerler zamanla birbirine mi
benzeyecek ve mahallî/yerel kültürler yok olma sürecine mi girecekler?”
şeklindedir.
Bu
bağlamda çok fazla işaret var gibi görünüyor. Karadeniz’e gittiğinizde, eskiden
oraya özgü bir evi, giyimi, düğünü görebilirdiniz. Aynı şekilde Urfa’ya,
İzmir’e veya Antalya’ya gitsek, söz konusu işaretleri görebilirdik. Ama şimdi
evlerimiz neredeyse aynı, apartmanlarımız birbirlerine benziyor, yediklerimiz
de hakeza… Daha da ilginci, ülke dışına çıksanız da eski dönemlere göre artık
birçok şey birbirine benzemeye başladı.
Örnek
olarak alışveriş merkezlerinin konseptleri bütün dünyada neredeyse aynı. Bu
durum belki zaman içerisinde, nasıl günümüzde ölü diller var ise, birçok
mahallî, hatta millî kültürün yok olma sürecini hızlandıracak gibi görünüyor.
En azından bütün dünyada pizza, herkesin bildiği bir yemek oldu; jeans tarzı
giysiler herkesin giydiği kıyafetler hâline geldi.
Kullandığımız
bilgisayarlar, telefonlar, otomobiller neredeyse dört beş markanın monopolüne
girmeye başladı. Belki bir 50 sene sonra binlerce yılda kendi bağlamında ve
yerelinde gelişen birçok insanlık kültürü kaybolup gidecek ve yerini belki
monotonlaşan bir insanlık kültürüne bırakacak. Böyle bir dünyayı düşünmek bile
istemiyorum ama gidiş o yöne doğru gibi…
Sonuçta
akıntıya kürek çekmek gibi, ama yine de kültür ne kadar evreselleşirse
evrenselleşsin, insanlar yine mikro ortamlarında kendilerine has, değişik
kültür varyetelerini geliştirebilirler. Yani kendi sürecinde zamanına göre
belki farklı kültürler oluşturacağız.
Medeniyet
Yazımıza
başlarken kültür kavramını tanımlamaya çalıştık; bir ara hars, ekin gibi
kelimeler kullansak da şu an yaygın olarak kültür kavramını kullanmakta
olduğumuzu belirttik. Bu kelimenin aslının yine ekmek, dikmek olduğunu gördük.
Buradan hareketle kültürün, aslında insanın elinin değdiği ve insanla vücut
bulan (tabiî aklımızı ve gönlümüzü de katarak) meydana getirdiğimiz her şey
olduğunu gördük. Bu bağlamda kültürün mahallî olduğu kadar evrensel boyutunun
da olduğunu gördük.
Bir
diğer konu ise, insanlık kültürünün gittikçe monoculture (tek kültür) hâline
dönüşmesine şahit olmamız idi. Günümüzde bunu etkileyen ve katkıda bulunan ve de
yönlendiren Batı gibi görünse de, zamanla bu sürecin yine kendine göre yerellik
unsurları taşımaya başlayacağını düşünebiliriz.
Kültürü
tanımlamaya çalıştıktan sonra “medeniyet” kavramına gelelim. Bir taraftan “uygarlık”
desek de, kelimenin “Medîne” şehrinin isminden gelmesiyle tanıma “şehirleşme” gibi
anlamlar yükleyebiliriz. Fakat medeniyet veya uygarlık diyecek olursak ne
anlayacağız? Yani medenî ve uygar tanımını nasıl yapacağız?
Kültürün
bir başka boyutu olan medeniyet veya uygarlığın İngilizce karşılığı “civilization”dır.
Dolayısıyla medeniyeti, kültürün bir alt boyutu olarak görüyorum ve daha çok
insanların bir arada yaşama katsayısı gibi anlıyorum. En medenî veya uygar
insanın veya milletin katsayısı bire yaklaşabilir; tam tersi ise, sıfıra
yaklaşan bir durum arz edebilir.
Biraz
matematiksel olacak, ama bir arada yaşayabilme yeteneğimiz veya katsayımız bire
doğru giderken, tam tersine, dağ başındaki bir insanın kendine göre bir kültürü
olsa da bir medeniyeti olabilir mi? Veya böyle bir sorunu olabilir mi? Ama
yanına bir ikinci kişi gelirse ne olur? İşte o zaman kültürün bir parçası olan
medeniyet veya uygarlık, kendini ortaya çıkarmaya başlayabilir! Bu uygarlık,
kültürüne, mekânına ve inancına göre durum almaya başlar, yine ortak olan
insanlık medeniyeti, farklı medeniyetler geliştirebilir.
Yukarıda
bahsettiğimiz gibi kültür “tek bir kültüre” doğru giderken, insanlık medeniyeti
de kültürün ortaklaşa olmasına paralel şekilde “tek bir insanlık medeniyeti”ne
doğru gidebilir. Sonuçta her geçen gün kullandığımız araç
ve gereçler ortaklaşırken (cep telefonu ve otomobil gibi), insanlık medeniyetinin
de ortak bir medeniyete doğru gideceğini düşünüyorum.
Sonuç
olarak, “Geçmişten günümüze kültür, insanın ürettiği ve ortaya koyduğu her şeydir”
diyebiliriz.