Kültür ve medeniyet üzerine bazı düşünceler

Karadeniz’e gittiğinizde, eskiden oraya özgü bir evi, giyimi, düğünü görebilirdiniz. Aynı şekilde Urfa’ya, İzmir’e veya Antalya’ya gitsek, söz konusu işaretleri görebilirdik. Ama şimdi evlerimiz neredeyse aynı, apartmanlarımız birbirlerine benziyor, yediklerimiz de hakeza… Daha da ilginci, ülke dışına çıksanız da eski dönemlere göre artık birçok şey birbirine benzemeye başladı.

KÜLTÜR ve medeniyet kavramları, sosyologları, felsefecileri ve aynı zamanda diğer alanlardaki birçok kimseyi çoğu zaman meşgul etmiştir. Kavramlar üzerinde durmak kiminin hoşuna gitmeyebilir, ama biraz da işimiz gereği kavramları çoğu zaman tanımlamanın anlamak kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yazımda biraz bu kavramlar üzerine durmaya çalışacağım. Öncelikle kültür, daha sonra da medeniyet kavramı noktasında fikir beyan etmek için uğraşacağım. Şimdiden olabilecek bazı eksiklikler ve kusurlar için engin hoşgörünüze sığınıyorum.

Kültür

“Kültür” kavramı dilimizde çok yer ettiğinden, belki kelimenin etimolojik boyutunu çok da irdeleyenimiz yoktur. Ama Türkçeleşmiş gibi gelen bu kelime, çoğu kavramda olduğu gibi Batı veya Latince kaynaklıdır. Latince “cultura” kelimesinden gelen bu kavram, anlam olarak “işlemek, ekmek, dikmek veya inşa etmek, süslemek ve bakmak” gibi çok geniş anlamlara gelebilmiştir. Tarım ve ziraat gibi kavramların karşılığı zaten Batı dillerinde daha çok “agri-horti culture” şeklinde ifade edilmektedir.

“Kültür” kelimesi dilimize girmeden önce kullandığımız “hars” kelimesi ise, Arapça kökenli “tarla ekmek” anlamında olan bir kelimedir. Bu yüzden “hars” kelimesinin ilk Türkçe karşılığı “ekin” olarak Türkçeleştirilmiştir. Bir anlamda yine ekmek anlamına gelen bir kelimedir. Görüldüğü gibi ister “hars” deyin, ister “ekin”, isterseniz “kültür”, hepsinin tarımla bir ilgisi varmış gibi görülüyor. Buna bir de günlük dilimizde kullandığımız “kültür mantarı, kültür çiçekçiliği ve yoğurt kültürü” tamlamalarının yanında çoğumuzun aklına gelen “mahallî kültür, millî kültür veya insanlık kültürü” ekleyip, bu kavramların biraz farklılık oluşturduğunu kolayca fark edebiliriz.

Peki, etimolojik olarak tarımla bir boyutta ilişkisi olan kültür kavramını nasıl açıklayacağız? Bu bağlamda işimizin çok da kolay olmayacağını görebiliriz.

Bir sohbet sırasında kullandığım “Bilgisayar veya telefon da kültürün bir parçasıdır” cümlesine cevaben bir tepkiyle karşılaşmıştım. Buradaki tepkinin kaynağı ne olabilir? O hâlde kültürü nasıl anlıyoruz?

Kendi tarihimizde, özellikle Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör ve Yılmaz Özakpınar gibi birçok düşünür, kültür ve medeniyet üzerinde durmuşlardır. Hepsinin kendi bağlamında tanımlamaya çalıştıkları bir kültür ve medeniyet tanımı bulunsa da, bir o kadar da ortak yönleri mevcuttur.

Tekrar kültür ve medeniyet kavramlarına dönecek olursak… Acaba kültür ve medeniyet kavramlarından ne anlayacağız?

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, kültür kavramının her zaman bir insanî boyutunun olduğu ortadadır. Yani bir anlamda neredeyse “İnsan eşittir kültür” diyebilir miyiz?

İsterseniz bir de şöyle düşünelim: Yeryüzünde insan olmasaydı, acaba kültürden ve medeniyetten bahsedebilecek miydik? “Bahsedebiliriz” diyen olabilir ama ciddî anlamda bu iddiası tartışılır. O zaman biraz daha konuyu toparlayalım ve soralım: Kültür, acaba insanın doğaya bir artısı mıdır? İnsanın bir an yeryüzünde olmadığını varsayalım, o zaman çevremizde neler olur veya olmazdı? Dilimiz olabilir miydi? (Konuştuğumuz dilden bahsediyoruz tabiî...) Kullandığımız alfabe, taşıtlar, düğünler, inançlarımız, müziğimiz, yemeklerimiz, evlerimiz veya doğa olayları dışında taş üstüne taşın konulması gibi…

Buradan çıkaracağımız sonuç ne olabilir o zaman? Kültür hakkında, “Doğaya eklediği veya doğada belki ham hâlde olsa da insanın elinden geçen veya insanla şekillenen her şey” diyebilir miyiz? Örnek olarak sesi düşünün… Ses, aslında fiziksel bir kavramdır ama bir ezgi veya tını müzik hâlini alıyorsa, onun bu hâli almasında asıl sebep sesin kendisi midir, yoksa bunu işleyen insan mı? Cevabımızın “Evet!” olduğunu hissediyorum (veya ben öyle olmasını düşünüyorum). Bir başka boyutu göz önüne alalım: Bir üzüm bitkisini, buğdayı, mısırı ve daha diğer kültürü yapılan bitkileri örneğin... Acaba bunlar kendi hâllerinde olsalardı bundan kim un yapacak, kim çoğaltacak, kim tarımını yapacak, kim çeşitlerini arttıracak, kim üzüm suyundan şerbet veya üzümle ilgili diğer yiyecekleri yapacaktı? Eğer hayvanları evcilleştirmeseydik yünü kim işleyecekti, kim kilim yapacaktı, kim desenleri işleyecekti, kim yünden veya kıldan giyecekler yapacaktı?

Görüldüğü gibi, ister canlılardan olsun, ister etrafımızdaki cansız varlıkları işleyerek, kendimizce belki hayatı kolaylaştırmak, belki yaşam alanlarımızı genişletmek amacıyla da olsa, nihayetinde kültürde hep insanı görüyoruz. Yani insanın çevresinde olanı alması, geliştirmesi, işlemesi, yaygınlaştırması ve biraz da estetik zevkini katarak bezemeye başlaması, yani işin içine sanatı da katması sizce kültür değil midir?

Görüldüğü üzere sanat da kültürün bir parçası olmaya başladı. Peki, dünyayı ve evreni anlamak adına yaptığımız bilimsel faaliyetler de kültür içine alınabilir mi? Bence alınır. Bilimden ve bilgiden esinlenerek ortaya koyduğumuz teknik de insanlık kültüründen ayrılamaz gibime geliyor. Geriye ne kaldı, belki her aşamada kullandığımız, bizi insan yapan yüksek kapasitedeki düşünme ve zekâ gücümüz… Yani aklımız olmasaydı bir felsefeden, bir matematikten, bir mantıktan veya diğer sosyal bilimlerden bahsedebilecek miydik?

Bununda ihtimâl dışı olduğunu düşünüyorum. Geriye insanlık kültürüne dâhil edemeyeceğimiz bir şey kalmadı gibi…

Buradaki soru o zaman şöyle olmalı: “Millî veya mahallî kültür” dediğimiz zaman ne anlayacağız? Bir diğer konu ise, “maddî veya manevî kültür” dediğimiz zaman ne anlamamız gerekiyor?

Bence konu çok basit! Yukarıda ses örneğini vermiştik. Sesin kendisi aslında fiziksel bir kavram olmasına rağmen, bunu işleyen, farklı tınılar ve ezgiler kazandıran, aynı zamanda çevremizdeki farklı eşyaları ve materyalleri kullanarak geliştirdiğimiz müzik araçlarıyla o sesi işleyebilmekte ve bir ahenk içerisinde ortaya notalara döktüğümüz bir hâl ortaya çıkabilmektedir. Sonuçta bağlama bizim millî çalgımız olurken, bir başka müzik aleti de başka bir milletin olabilir ve bizler de kullanabiliriz. Kimimize göre “ney”in sesi bize birçok şey çağrıştırabilir; ama özü, kargı ve ciğerlerimizden, dudaklarımız ve diğer organlarımızı kullanarak ortaya çıkan havanın farklı şekilde ses çıkarması değil midir?

Belki bazılarımız konunun bu kadar basite indirgenmesinden hoşlanmayabilir ama bu söylediklerimize ek olarak aklımızdan geçenleri, hislerimizi, coşkularımız veya hüzünlerimizi de örnekleyebiliriz. Sonuç yine değişmiyor gibime geliyor.


Tekrar toparlayacak olursak… Belki yeryüzünde yaşayan her bir birey, hatta buna bu dünyadan göçenler dâhildir, bir köyün, bir şehrin, bir bölgenin ve ülkenin, nihayetinde dünyadaki insanların ortak kültürlerinden de bahsedebiliriz.

Peki, unutulmuş veya kaybolmuş kültürler, geçmişten bugüne aktarılanlar ve aktarılıp geliştirilenleri de dâhil edecek olursak, insanlığın bir tarafı relik (geçmişten kalıntı), bir tarafı gelişen ve değişen ve bir o kadar da yeni yeni ortaya çıkan bir insan veya insanlık kültüründen ve bu kültürü de yerelden millîye, oradan da evrensel bir insanlık kültürüne taşıyabilir miyiz?

Bir diğer soru ise şu: Acaba bir kültürü (bu mahallî, bölgesel veya millî olabilir) bir diğer kültürden üstün sayabilir miyiz (daha düşük veya daha primitif)? Böyle bir kategorizasyonun kendi içerisinde çok da geçerli olduğunu düşünmüyorum. Arap kültüründe deveyle ilgili en az 50 ilâ 60 arasında kavram olduğundan bahsedilir, bizde de keçi, koyun, atla…

Sonuçta her kültür, kendi bağlamında gelişir ve yaşar. Durum böyle olunca, hangi kültüre ilkel (primitif) ve hangi kültüre gelişmiş (advens) diyeceğiz? Böyle bir sınıflamanın da çok geçerli bir yönü olmadığını kolayca görebiliriz.

Günümüz sosyologlarının bir sorusu da, “Acaba insanlık ortak bir kültür havuzu mu oluşturuyor? Yani yaşadığımız yer ve mekân neresi olursa olsun, hemen hemen giydiklerimiz, konuşma dilimiz, yaşadığımız yerler zamanla birbirine mi benzeyecek ve mahallî/yerel kültürler yok olma sürecine mi girecekler?” şeklindedir. 

Bu bağlamda çok fazla işaret var gibi görünüyor. Karadeniz’e gittiğinizde, eskiden oraya özgü bir evi, giyimi, düğünü görebilirdiniz. Aynı şekilde Urfa’ya, İzmir’e veya Antalya’ya gitsek, söz konusu işaretleri görebilirdik. Ama şimdi evlerimiz neredeyse aynı, apartmanlarımız birbirlerine benziyor, yediklerimiz de hakeza… Daha da ilginci, ülke dışına çıksanız da eski dönemlere göre artık birçok şey birbirine benzemeye başladı.

Örnek olarak alışveriş merkezlerinin konseptleri bütün dünyada neredeyse aynı. Bu durum belki zaman içerisinde, nasıl günümüzde ölü diller var ise, birçok mahallî, hatta millî kültürün yok olma sürecini hızlandıracak gibi görünüyor. En azından bütün dünyada pizza, herkesin bildiği bir yemek oldu; jeans tarzı giysiler herkesin giydiği kıyafetler hâline geldi.

Kullandığımız bilgisayarlar, telefonlar, otomobiller neredeyse dört beş markanın monopolüne girmeye başladı. Belki bir 50 sene sonra binlerce yılda kendi bağlamında ve yerelinde gelişen birçok insanlık kültürü kaybolup gidecek ve yerini belki monotonlaşan bir insanlık kültürüne bırakacak. Böyle bir dünyayı düşünmek bile istemiyorum ama gidiş o yöne doğru gibi…

Sonuçta akıntıya kürek çekmek gibi, ama yine de kültür ne kadar evreselleşirse evrenselleşsin, insanlar yine mikro ortamlarında kendilerine has, değişik kültür varyetelerini geliştirebilirler. Yani kendi sürecinde zamanına göre belki farklı kültürler oluşturacağız.

Medeniyet

Yazımıza başlarken kültür kavramını tanımlamaya çalıştık; bir ara hars, ekin gibi kelimeler kullansak da şu an yaygın olarak kültür kavramını kullanmakta olduğumuzu belirttik. Bu kelimenin aslının yine ekmek, dikmek olduğunu gördük. Buradan hareketle kültürün, aslında insanın elinin değdiği ve insanla vücut bulan (tabiî aklımızı ve gönlümüzü de katarak) meydana getirdiğimiz her şey olduğunu gördük. Bu bağlamda kültürün mahallî olduğu kadar evrensel boyutunun da olduğunu gördük.

Bir diğer konu ise, insanlık kültürünün gittikçe monoculture (tek kültür) hâline dönüşmesine şahit olmamız idi. Günümüzde bunu etkileyen ve katkıda bulunan ve de yönlendiren Batı gibi görünse de, zamanla bu sürecin yine kendine göre yerellik unsurları taşımaya başlayacağını düşünebiliriz.

Kültürü tanımlamaya çalıştıktan sonra “medeniyet” kavramına gelelim. Bir taraftan “uygarlık” desek de, kelimenin “Medîne” şehrinin isminden gelmesiyle tanıma “şehirleşme” gibi anlamlar yükleyebiliriz. Fakat medeniyet veya uygarlık diyecek olursak ne anlayacağız? Yani medenî ve uygar tanımını nasıl yapacağız?

Kültürün bir başka boyutu olan medeniyet veya uygarlığın İngilizce karşılığı “civilization”dır. Dolayısıyla medeniyeti, kültürün bir alt boyutu olarak görüyorum ve daha çok insanların bir arada yaşama katsayısı gibi anlıyorum. En medenî veya uygar insanın veya milletin katsayısı bire yaklaşabilir; tam tersi ise, sıfıra yaklaşan bir durum arz edebilir.

Biraz matematiksel olacak, ama bir arada yaşayabilme yeteneğimiz veya katsayımız bire doğru giderken, tam tersine, dağ başındaki bir insanın kendine göre bir kültürü olsa da bir medeniyeti olabilir mi? Veya böyle bir sorunu olabilir mi? Ama yanına bir ikinci kişi gelirse ne olur? İşte o zaman kültürün bir parçası olan medeniyet veya uygarlık, kendini ortaya çıkarmaya başlayabilir! Bu uygarlık, kültürüne, mekânına ve inancına göre durum almaya başlar, yine ortak olan insanlık medeniyeti, farklı medeniyetler geliştirebilir.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi kültür “tek bir kültüre” doğru giderken, insanlık medeniyeti de kültürün ortaklaşa olmasına paralel şekilde “tek bir insanlık medeniyeti”ne doğru gidebilir. Sonuçta her geçen gün kullandığımız araç ve gereçler ortaklaşırken (cep telefonu ve otomobil gibi), insanlık medeniyetinin de ortak bir medeniyete doğru gideceğini düşünüyorum.

Sonuç olarak, “Geçmişten günümüze kültür, insanın ürettiği ve ortaya koyduğu her şeydir” diyebiliriz.