Kültür ve medeniyet kavramlarına dair genel bir mülâhaza (3)

“Kendi kültür ve medeniyet tarihini, kendi klasiklerini tanımadan yetişen, millî dehasından habersiz kalan bir okumuş-yazmış tabakanın yabancılara hayranlık duyguları içinde ezik ve yenik düşmesi kaçınılmazdır. Millî kültür ve medeniyete yabancılaşma problemi birçok alanda çok ciddî problemlere yol açabilir.” (Seyyid Ahmed Arvasî)

TÜRK münevver üstatları arasında sayılan ve 1970’te faaliyete geçen “Türk-İslâm Sentezi” görüşünü savunan Aydınlar Ocağı’nın kurucuları arasında bulunan Ekrem Hakkı Ayverdi, Z. Fahri Fındıkoğlu, Nihat Sami Banarlı, İbrahim Kafesoğlu, Oktay Aslanapa, Fethi Gemuhluoğlu, Muharrem Ergin, Ahmet Kabaklı, Faruk Kadri Timurtaş, Sabahaddin Zaim, Süleyman Yalçın, Necmettin Hacıeminoğlu, Ayhan Songar, Salih Tuğ ve Mustafa Kafalı gibi, söz konusu dönemde Sağ çevrelerde oldukça etkili olan çok sayıda isim vardır.

Bu âlî zevattan Prof. Dr. Erol Güngör’ün 1975’te yayımlanan “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” adlı eserinde kültür emperyalizminden bahsedilmemiştir. Savunulan görüşler hemen hemen tamamen aynı olmakla birlikte, bazı münevverlerin bu kavramı kullanmayı tercih etmedikleri görülür. Güngör, “istilâcı kültür” ifadesini kullanmıştır. Ki örneğin Ahmet Kabaklı’nın “kültür emperyalizmi” tanımıyla tümüyle örtüşen görüşler, bu ifade üzerinden ortaya konulmuştur. Erol Güngör’ün hocası Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın etkisiyle serbest kültür değişmeleri normal karşılanırken, zorunlu kültür değişmesine sertçe karşı çıkılmıştır.

Bir başka münevver Prof. Dr. Necmeddin Hacıeminoğlu’na göre kültür, “bir milleti başka milletlerden ayıran manevî değerler manzumesidir”. Hacıeminoğlu da tıpkı Ahmet Kabaklı gibi bu unsurları saymıştır ve bu unsurlar Kabaklı’nın söyledikleriyle hemen hemen aynıdır. Dolayısıyla Hacıeminoğlu’nun anladığı şekliyle kültür emperyalizmi, askerî veya iktisadî yolla başka bir milleti uzun süre sömürmenin mümkün olmadığını hesap ederek o milletin kültür unsurlarını ortadan kaldırmaya yönelen yeni bir emperyalizm yöntemidir. Hacıeminoğlu da buraya kadar ele aldığımız yazarlarla benzer bir biçimde, kültür emperyalizmine Türkiye’nin açık hâle gelmesini Tanzimat döneminden itibaren başlayan Batılılaşma sürecine bağlamıştır. Bu süreç, Türkiye’de bir kültür yıkımı ortaya çıkarmıştır.

Hacıeminoğlu’nun görüşüne göre, 20’nci yüzyılın başına değin kültür emperyalizmini bir araç olarak kullanan emperyalist devletler, bu safhadan sonra ideolojik emperyalizme girişmişlerdir. Bu da emperyalizmin dördüncü bir türüdür. Denilebilir ki, ideolojik emperyalizm kültür emperyalizminin açtığı kapıdan girebilmiştir. Türkiye’de ideolojik emperyalizmin -ki yazara göre bu  Marksizm/Leninizm’dir- etkili olabilmesi, ondan önce gelen kültür emperyalizminin başarısıyla ilgilidir. Nitekim Hacıeminoğlu’na göre “yerli ve millî olmayan spor dallarıyla meşgul olanların, Batı müziği ile iştigal edenlerin, Batı müziği sazları çalanların komünizme ve yabancı ideolojilere daha açık” olduğunu gözlemlemek mümkündür. Bu noktada Hacıeminoğlu da kültürü millî güvenlik meseleleriyle ilişkilendirmiş ve önüne geçilmesi gerektiğini düşündüğü kültürel yıkımı vatanın istilâ edilmesinden bile daha tehlikeli görmüştür.

Yazdıkları ve Türk kültürüne getirdiği derin nefesle dikkatleri üzerine toplayan Cemil Meriç, dışarıdan gelme olduğunu düşündüğü için kültür emperyalizmi kavramını bir “taklit” ya da “heves” olarak görmüştür; ancak makalesinde “aydınlarımız” ifadesini kullansa da münderecatının bütününde “Avrupalılaşma”, “Amerikanlaşma”, “çağdaşlaşma” gibi kavramlar yerine “kültür emperyalizmi” kavramını kullanmaya başlamanın esas sorumlusu olarak Sol entelektüelleri ele almış ve Sol’un görüşü olarak Sol literatürdeki farklılaşmaların üstünde durmaksızın Sol entelleri ve arkadaşları tarafından yayımlanan kitaba odaklanmıştır. Biz ise daha ötesini ifade ederek ve ona adeta belli bir Sağ yaklaşım adına “Sağ” söylemde kültür emperyalizmi kavramının nasıl ele alındığına dair genel bir değerlendirme yaparak, milliyetçi muhafazakâr çevrelerde kültür emperyalizminin emperyalist ülkelerin egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları yeni bir yöntem olduğunu ve emperyalizm türleri içerisinde en tehlikelisi olarak değerlendirildiğini söyleyebiliriz.

Sol söylemin tamamen aksine kültür emperyalizminin komünist ülkelerden kaynaklandığı yönünde hâkim bir kanaat mevcuttur. Ancak kültür emperyalizmi eleştirilerinde komünizmin Türkiye’de etkili olabilmesinin sebebi olarak Tanzimat’tan itibaren başlayan Batılılaşma süreci, hümanist ve materyalist akımlar gösterilmiş, bu özden kopuşa karşı ve dolayısıyla kültür emperyalizmiyle mücadele de bu akımlarla mücadele olarak anlaşılmıştır. Bunun yanında izaha muhtaç olan ve göz önünde bulundurulması gereken bir diğer önemli husus, bu yaklaşımda kültür emperyalizminin hedefi ve onu etkileyecek temel “millî kültür” olarak tanımlanmıştır.

İslâmcı yaklaşımlarda ise tüm lâik ve beşerî ideolojilerin kültür emperyalizmine yol açan kaynaklar olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. İslâmcı ideolojik yönelim arttıkça, kültür emperyalizmini millî kültürü değil, dini tahrip eden ve dolayısıyla ancak din temelinde direnilebilecek bir emperyalizm türü olarak görme eğilimi de artmıştır. Seyyid Ahmet Arvasî’ye göre, “her rengi ile emperyalizmin son bir veya bir buçuk asırdan beri bizim ülkemiz üzerinde de esaslı bir çalışma içinde bulunduğunu, mekteplerimizi, basınımızı, radyo ve televizyonlarımızı, kendi kültür ve medeniyetlerinin vitrini hâline getirmek için bizi muhteşem Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin değerlerinden koparmak ve en azından bu değerleri savunamaz hâle düşürmek için hummalı bir çalışmanın içinde her çareye başvurur”.


Günümüz üzerinden tartışmalara nasıl bakmalı?

Sonuç olarak kanaatimizi arz edersek, Türkiye’de bizim kuşak olarak, akademik görüşün dışında okuduklarımız ve tecrübelerimizden hareketle söyleyebiliriz ki (yaşımız gereği), Sol asla yerli düşünmez, bunun yanında enternasyonalist bir görüşe sahip olarak gayr-i millîdir. Müslüman milletimizin dinî değerleri ve hayatı ile pek barışık değildir. Batı karşıtlığı fikrine sloganların efsunlu kelimelerinin ötesinde hep muhabbet besler, hayat tarzı Batılı olduğu gibi bir yanda Doğu karakteri taşımaktadır.

“Sağ” diye tabir edilen münevverin ise “kültürü” değişik şekillerle ifade etse de komünist tehlikesi ve yayılmacılığından mülhem olduğu fikirlerine katılmak mümkün değildir. Hepsi birbirinden kıymetli olan bu zevatın büyük kısmı, kurulan Cumhuriyet’in kurucu lider kadrosunun fikirlerine ters düşmeyi ahlâkî ve zamansız bir tenkit gibi görmüşlerdir. Bir diğer katılmadığımız kanaat ise kültür ve medeniyet arasındaki illiyettir. Katıldığımız kanaat ise ABD’nin, Batı ülkelerinin ittifaklarıyla dünya ülkeleri üzerinde silah, işgal ve ambargo üzerinden hâkimiyet kurmak istediği toplumların özel alanlarına kadar inen araçlar ile daha da perçinlemiş olduğudur. ABD, “dolar” ile paranın hâkimiyetini “dili (İngilizce)” ile kültürün dilini, yiyecek/içecek ve giyim de dâhil şey ile kültürün damağını ele geçirmiş bulunmaktadır. Ve ABD, bütün bilimleri ile bu güce hizmet eden bir yapıya dönüştürmeyi başarmış görünmektedir. Oluşturduğu patent ağlarıyla her şeyi kontrol altında tuttukları gibi, dünyada üretilen her şeyin ortağı durumundadırlar.

Ayrıca onlar, “Tanımadığını yönetemezsin” ilkesi ile daha önce Oryantalistler, sonraları ajanlar, şimdi de bu görevi fazlasıyla yapabilen dijital teknolojiler (sosyal medya) üzerinden dünyadaki bütün istihbarî bilgileri kişilerin kendi rızasıyla toplayabilmektedirler. Genetik biliminin gelişmesiyle de sömürü ağları insanların genlerine kadar inmiş bulunmaktadırlar. Bugün ilaç ve gıda sektörü üzerinden insan organizmasıyla yine küresel çıkarlar doğrultusunda oynamaya devam etmektedirler.

Nihayetinde kültür emperyalizmine kadar inen yollar inceden işlenerek bugüne kadar gelinebilmiştir. Bunun için kültür emperyalizmi, Batılı emperyalist sisteminin ulaştığı son ve zirve noktasıdır. Kültür emperyalizmi, Batı kültürünün insanın duygusal algı ve aklî mekanizmalarını etkisi altına alan, yeni ve güçlü bir köleleştirme projesidir. Kültür emperyalizminin aynı zamanda siyâsî bir proje olarak işlemesi, bu güce karşı çıkmak için askerî ve siyâsî bir güç sahibi olmayı da gerektirmektedir. Bunun için yaygın medya, internet ağları ve teknolojiden kopmadan, bu güce karşı “yerelleşme” diye ortaya atılan teoriler sadece basit bir tepkisellikten öteye geçmemektedirler.

İstiklâl Şairimiz Mehmed Âkif her ne kadar Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar”a benzetmiş olsa da, kadim bağları olmayan bu sahte medeniyete karşı çıkmak, bu gücün beslendiği tüm mekanizmaları ele geçirmek ile olur. Ki bu da yakın zamanda dünya ülkelerinin ekonomik gücü, siyâsî konumu ve bağlılıkları düşünüldüğünde pek de mümkün görünmemektedir. Modernleşme süreci Batılı olmayan toplumlarda geri kalmışlık hissinin kabul edilmesiyle etkisini göstermiştir. Modern toplumların terakki düzeyine ulaşmak için yapılan köklü değişim projeleri sancılı bir çözülmeyi de beraberinde getirir. Osmanlı-Türk toplumunda özellikle hissedilen bu olgu, kendi kültürel ve toplumsal varoluş mücadelesi dışında gerçekleşmiş, kendisine ait olmayan bir tarihsel tecrübe yaşanmaya çalışılmıştır.

Tanzimat’la birlikte Türk kültürü yani Türk milletinin hayatı, birbirine uymayan her türlü kültür ögesinin bir arada bulunmasıyla bir panayır yerini andırmıştır. Bu görünümde kültür zenginliğinin değil, manevî parçalanmanın işareti olmuştur. Bugün Türk kültürünün önündeki mesele, medeniyet meselesidir. İki yüzyıldır “İçine düştüğümüz güçlüklerden kurtulacağız” derken medeniyetimizi tahrip ettik. Değişmek gerekliydi fakat yanlış teşhis konulmuştur. Yanlış strateji uygulanmıştır. On dokuzuncu yüzyıl, kimliğin yeni şartlar ve zemin ekseninde net olarak belirlenmesinden ziyade belirsizlik girdabında hep boşa çıkmıştır. Bütün gayretlere rağmen toplumsal düzen ve ilişki sistemleri eskiye nazaran daha da bozulmuştur. Toplum yapısı önce ikizleşmiş, sonra da yapılar arası çatışmalar ortaya çıkmıştır.

Kanaatimiz odur ki, son yüzyılda  münevverlerimizin gönül tellerimize dokunarak işaret ettikleri, her rengi ile emperyalizmin son bir veya bir buçuk asırdan beri bizim ülkemiz üzerinde de esaslı bir çalışma içinde bulunduğunu acı olsa da kabul etmek zorundayız. Bütün mekteplerimizi, basınımızı, radyo ve televizyonlarımızı, kendi kültür ve medeniyetlerinin vitrini hâline getirmek için bizi muhteşem Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin değerlerinden koparmak ve en azından bu değerleri savunamaz hâle düşürmek için hummalı bir çalışmanın içinde bulunduğunu ifade ederiz.

Bir milletin geleceği, ümidi ve başarısı “genç nesillerin” terbiyesine bağlıdır. Bir millet istikbâlini genç nesiller için hazırladığı terbiye ölçüsünde teminat altına alır. Terbiye, bir milletin dününü, bugününü ve yarınını bir bütün hâlinde kavrayarak zamanın ve zeminin şartları içinde ileri ve güçlü bir hayat hamlesi biçiminde değerlendirmelidir. Bir milletin, bir ailenin çocuklarına bırakacağı en değerli miras ve vereceği en büyük hediye, iyi bir terbiyedir. Nitekim Hazreti Muhammed (sav), “Hiçbir baba, çocuğuna iyi bir terbiyeden daha güzel bir hediye veremez” diye buyurmuştur. Yine Peygamberimize göre, “hayırlı bir evlat yetiştiren bir kimsenin amel defteri, kendi ölümünden sonra da kapanmaz”. Bugün yeryüzünde, “din” adı ile anılan pek çok inanç gurubunun mevcut olduğunu söyleyen âlim zevat, “din” kavramının kafamızda ve vicdanımızda açık ve berrak bir tarife kavuşturulamadığı takdirde -gerçekte doğru olmadığı hâlde- din sanılan birçok bâtıl inanç ve fikrin sebep olacağı kavram kargaşalığının tehlikeli boyutlara varacağından bahseder.

Onlar gerçek bir din anlayışının oluşturulması gerektiğine vurgu yaparlar. Onlara göre gerçek din, bütün bozuk dinleri, bütün bâtıl inançları ve bütün sahte tanrıları yıkan, insanları objektif ve sübjektif uydurma mabutların pençesinden kurtaran, “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyerek bir mutlak varlık olan Allah’a yönelmeyi öğreten dindir. Adlarını yazmadığımız âlim ve mümtaz münevverler adına, bizim neslimizin (yetmiş seksen arası) gönül tahtında oturan, fikirleri ve yazdıkları ile bize mürşid olan Seyyid Ahmet Arvasî’nin (rahmetüllahi aleyh) görüşü ile sözümüze son verelim:

“Kendi kültür ve medeniyet tarihini, kendi klasiklerini tanımadan yetişen, millî dehasından habersiz kalan bir okumuş-yazmış tabakanın yabancılara hayranlık duyguları içinde ezik ve yenik düşmesi kaçınılmazdır. Millî kültür ve medeniyete yabancılaşma problemi birçok alanda çok ciddî problemlere yol açabilir. Devletimizin ve Müslüman milletimizin bunu önceden bilerek tedbir alması gerekmektedir. İlây-ı Kelîmetullah ve Nizam-ı Âlem kavramları bizim şerefli tarihimizde en az bin yıldan beri kültür ve medeniyetimize yol göstermektedir. Zaman değişmiş, her şey değişmiş gönül ufkunda, bu iki kavramın ihtiva ettiği mânâ asla silinmemiştir. İlây-ı Kelîmetullah, sözlük mânâsı itibariyle Allah Kelâmının yüceliğini bildirmek ve yaymak demektir. İslâm ve kültür tarihindeki ıstılahî mânâsını düşününce, bu, her türlü küfür, şirk ve ilhada karşı Allah’ın varlığını birliğini, İslâm’ın yüceliğini ve Kur’ân-ı Kerim’in üstünlüğünü savunmak mânâsına gelir.”

Mühim bir mevzu ve hayatımızı etkileyen “kültür” kavramı hakkında kısa bir hülâsa vermeye gayret ettik. Son sözümüzde mümtaz üstatlar adına Arvasî Hocamızın ifadeleri, veciz, inşirah hissi veren ve serlevha nasihatler olarak genç nesle ışık olacaktır.

Seyyid Ahmet Arvasî Hocamıza ve onun şahş-ı manevîsinde ebediyete göçen bütün ecdada Allah’tan rahmet diliyorum. Vesselâm...

 

*“İmparatorluk” ifadesi Arş. Gör. Dr. H. Seçkin Çelik’e aittir.

**Yazı içindeki “kültür emperyalizminin komünizme bağlanması” fikrine katılmadığımızı ifade etmek zaruret hâlini almıştır.