Kültür ve medeniyet kavramlarına dair genel bir mülâhaza (2)

Kabaklı, kültür emperyalizminin Sol eğilimli entelektüel ve yazarlar tarafından ele alınmış olduğunun farkında olarak, bu kavrama “Marksistlerin” verdiği anlamdan tamamen farklı bir anlam verdiğinin altını çizmiş ve kültür emperyalizmini “manevî sömürgecilik” ile aynı anlamda ele alacağını belirtmiştir…

19’uncu yüzyıl, Osmanlı Cihan Devleti’nde büyük buhran ve sarsıntıların ortaya çıktığı yüzyıldır. Bunda, Batı karşısında, özellikle de teknik ve askerî sahalardaki yenilgilerin büyük payı vardır. Öyle ki, Tanzimat Fermanı’yla başlayan ve Cumhuriyet ile sonuçlanan süreçte ortaya çıkan fikir akımlarına bakıldığında, hepsinin aynı düşündüğünü söylemek biraz insafsızlık olur.

Ancak kahir ekseriyetinin Batı karşısındaki geri kalmışlığımızı (!) kabul etmek zorunda kaldıkları görülür. Bu nedenle dönemin Osmanlı aydınları, bu geri kalmışlıktan kurtulmakve modern Batı (!) seviyesini yakalamak için farklı birtakım çözüm önerilerini ileri atmışlardır.

Bu çözüm önerilerinin farklılıklaşmasında din olgusundaki farklı anlayışlar ve dinin devlet ve toplumla ilişkisine yaklaşımların önemli bir yeri bulunmaktadır. Söz konusu tarihlerde Osmanlı dünya görüşü günlük hayatın temel probemlerine çözüm üretemez duruma düşünce, teknik olarak reformu kaçınılmaz (!) görmüştür. Bu konu ile alâkaklı olarak Batı’yı örnek almışlar, fakat bununla beraber Batı’nın kültür ve medeniyeti Osmanlı toplumunun geniş coğrafyasının içerisine inisiyatifinin haricinde sıçramıştır.

Batı’nın ilerlemesinde kültürünün büyük etkisinin olduğunu düşünen bir kısım Osmanlı aydını, gerileme nedeni olarak kendi kültürlerini ve İslâm dinini görmüş, onları hedef seçmişlerdir. Çözüm üretememe sebebi olarak yine kendi kültür ve dinini görmüştür. Böylece yapılan yenileşme hareketleri kültürel arka plân ve din dikkate alınmadan gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Üzerimize giydirilen/giydirilmeye zorlanan libas dar gelmiş, milletimizin efkâr-ı umumiyesi tarafından yapılanların sunî olduğu ifade edilmiştir. Bu hâl bir milletin dinine bağlılığını, millî meselelere hassasiyetini göstermiştir.

Türk aydınlarının bir bölümü Batı karşısında aşağılık duygusuna kapılmıştır. Üstünlüğü başka kültür ve dinin yaşanmasıyla eş değer görmüşlerdir. Bu nedenle kurtuluş, yüzeysel -bugünkü tabirle palyatif- çarelerle, şekilsel metotlarla gerçekleştirilmek istenmiştir. Bu dönemde kendilerine has farklı çözümleriyle üç siyâsî fikir akımı dikkati çekmektedir: Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük.

Her üç akım da çağdaşlaşma taraftarıdır ancak çağdaşlaşma kavramı ve çağdaşlaşma için izlenecek yolda özellikle İslâmcılar ve Batıcılar birbirlerinden ayrılmışlardır. Batıcılar, Batı’nın ilim ve tekniğinin yanında kültür ve ahlâkından da iktibaslar yapılması gerektiğini savunurlarken İslâmcılar yalnızca ilim ve tekniğinin alınmasını, kültürüne karşı kapılarımızı kapatmamız gerektiğini savunmuşlardır. Bu hususta -aralarında derece farkı olmakla birlikte- Milliyetçiler ve İslâmcılar, Batıcılara karşı birleşmişlerdir. Ancak, İslâmcılar Batı’nın fen ve tekniğini, kültür olarak da Asr-ı Saadet’te yaşanan gerçek İslâm’ın temel alınmasını savunurken, milliyetçi çevreler ise Batı’nın fen ve tekniğinin yanı sıra güya terakki için İslâm’ın inanç ve ibadeti ile Türk kültürünün bir sentezini savunmuşlardır. Batıcılar ve Milliyetçilerin “lâiklik” konusunda hemfikir oldukları dikkati çekmektedir.

Devlet kurumuna bakış

Osmancılık, İslâmcılık ve Türkçülük akımlarının başarısız olması üzerine yeni bir arayış içinde olan Osmanlı aydınları, mütareke yıllarında Türk Ocağı bünyesinde bu akımlara tepkinin neticesinde, pragmatist bir zorunluluk olan “Türkiyecilik” şeklindeki bir fikri gündeme getirmişlerdir. Bu isim, daha sonra mütefekkir Nurettin Topçu’da “Anadoluculuk” şeklini almıştır. Anadoluculuk akımının görüşündeki ana vurgu, “vatan” kavramıdır. Vatan kavramı salt üzerinde yaşayan insanların “yerel ve ayırıcı inancını” ifade eder. Hâkim olan görüşe göre Osmanlılarda vatan, Osmanlı Devleti’nin sınırları içindeki yerleri, İslâmcılıkta Müslüman unsurların ağırlığında olan yerleri, Turancılıkta Türk olan ve Türk dili konuşan bütün ülkeleri ifade ediyordu. Anadoluculuk düşüncesi ise sınırları çizilmiş Anadolu coğrafyasını merkeze alan bir milliyetçilik anlayışını ifade etmektedir.

Osmanlı’nın son döneminde birçok alanda yapılan bu yenileşme hareketlerinden din ve dinî hayat da nasibini almıştır. Din insanla birlikte varolmuş, insanlık tarihinde ne kadar gerilere gidilirse gidilsin, dinî inançlardan yoksun bir topluma rastlanmamıştır. Zira din duygusu fıtrîdir. Yani din duygusu insan olmanın tabiî sonucu olarak sahip olunan ve doğuşla birlikte getirilen bir hilkat-ı İlâhî mahreçli duygudur. Münevverlerimizin görüşlerine ileride yer verilmekle beraber, bu hususla alâkalı en dikkate değer reçete olarak görüşüne yer verdiğimiz, Muallim Seyyid Ahmet Arvasi’dir. Bir neslin irşadında emek sahibi kıymetli bir müteffekir olan Arvasi Hoca için söylenecek kelâm-ı kibar, “O bir Peygamber âşığı idi; Türk-İslâm ülküsünü şiar edinerek her meselenin Kur’ân ışığında çözülmesini tavsiye ederdi” şeklinde olabilir.

Arvasi, din eğitiminin her konusu üzerinde ciddî tahliller yapmış, din eğitimi konusunda önemli teklifler getirmiştir. Bu tekliflerdeki ana vurgu, din eğitiminin Devlet eliyle sağlanması olarak görülür. Ama çağdaş devlet anlayışını bu konuda yeterli bulmaz. Ona göre, Türk-İslâm ülküsünde devlet kavramı, liberalizmin, komünizmin ve faşizmin “devlet” anlayışından çok farklıdır.

Liberalizmde devlet, sadece asayişi temine memurdur ve sosyal, ekonomik ve politik hayata “seyirci” kalan bir müessesedir. Komünizmde devlet, “tarih boyunca bir zulüm vasıtası olmuş ve ortadan kalkması gereken, son aşamada da kendiliğinden yok olacak” bir sınıf baskısıdır. Faşizmde ise devlet, “fert” ve “cemiyet” çatışmasından doğan ve onları aşan bir sentez olup “şef’in şahsında objektifleşen ve herkesin itaat etmekte mükellef olduğu bir “put”tur.

Oysa Türk-İslâm ülküsü açısından devlet, bir milletin teşkilatlanarak kendi sosyal, kültürel, ekonomik ve politik varlığını hür iradesi ile teminat altına alması demektir. Devletini kuramayan bir kavim ya kendi yurdunda başka bir kavmin boyunduruğuna girer ya da yeryüzüne dağılarak zelil ve perişan olur. Görülüyor ki devlet, millî bağımsızlığın, hür, şerefli, mesut ve müreffeh yaşamanın, kendine uygun bir nizam içinde kendini geliştirmenin, kendi millî tarihi, millî kültürü ve milli ülküleri içinde yücelmenin en büyük teminatıdır.

Kendi devletini kaybeden bir millet, büyük tehlikelere maruz kalır. Yalnız ekonomik bakımdan bir sömürge durumuna gelmez, tarihini, dilini, dinini, sosyal ve kültürel değerlerini de kaybeder.

Netice olarak Türk toplumu, Tanzimat’la birlikte önemli bir değişim içine girmiştir. Sarahatle ifade etmeliyiz ki, bütün toplumsal değişmeler gibi bu değişimin macerası da son derece sıkıntılı olmuştur. Zira “Frenk mukallitliği” olan bu durum, günümüzde yaşanan tartışmalar ve Batı taklitçiliği içerik olarak farklı olsa da çerçeve olarak bu tarihî sürecin devamı niteliğindedir. Rahatça söylenebilir ki, gerek ideolojik, gerek sosyal ve gerekse kültürel alanda üretilen projeler bu genel çerçevenin tekrarından ibarettir. Tanzimat’la başlayan Batılılaşma düşüncesi, günümüze kadar devam etmiştir. Bugün dahi mankurtların olduğu bir “Frenk mukallitliği” cereyanının devam ettiğini belirtmek zorundayız. Dolayısıyla bu süreçte üretilen fikir hareketleri tarihinden, kültüründen ve dilinden kopuk olarak oluşmuştur.

Türkiye’de Sol’un dünya görüşü

Geçtiğimiz ayki bölümde Batı tarzı entelektüelden bahsederek yerli “entellerimizin” kültür emperyalizmi ile alâkalı görüşlerine yer vereceğimizi belirtmiştik. Şimdi, “Sol görüşlü entelektüel ve yazarların” kültür emperyalizmine yönelik yaklaşımlarını (bu ifade araştırmacı akademisyenin tabiridir-SP) DTCF’nin Akademik Dergisi’nde teferruatla ve bir akademisyen gözü ile araştıran Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Araştırma Görevlisi Dr. H. Seçkin Çelik’in tespitlerine birlikte bakalım.

1960-1980 yılları arasındak Sol’un duayen (fikir babasi) saydığı ideologların söylediklerinden mülhem gazete ve dergilerin yanı sıra konferans ve benzeri dokümanlardan oluşan geniş bir rapor hâlindeki raporda şu ifadelere yer veriliyor:

“Sol eğilimli entelektüel, yazar ve eğitimcilerin kültür emperyalizmi kavramıyla ilgili yazdıklarını genel olarak değerlendirdiğimizde, kültür emperyalizmini ekonomik ve siyâsî emperyalizmi destekleyici bir unsur olarak görme ve onu kültürel bir dayatmayla ilişkilendirme konusunda hâkim bir kanaat olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak bu, kültür emperyalizmi konusunda Sol çevrelerde farklı yaklaşımlar olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine, farklı sosyalist yaklaşımlar kültür emperyalizmine yönelik farklı tutumları beraberinde getirmiştir. Özellikle Üçüncü Dünyacı ve Batı karşıtı Sol ile Batı hümanizmini insan uygarlığına çok önemli bir katkı olarak gören Sol yaklaşımlar arasındaki fark, doğal olarak bu kavramın nasıl tanımlanacağını, kültür emperyalizmi tehdidinin kaynağının nasıl tespit yapılacağını belirlemiştir.

Ağırlıklı olarak kültürde hümanizmin yaratıcılığa götüreceği kabulünden ötürü Batılı kültür ürünlerine yönelik düşmanlık olumlu görülmemiştir. Ancak Batı kültürü/uygarlığı, emperyalizm ve kapitalizm arasındaki ilişki ne ölçüde dolaysız sayılıyorsa, Batılı kültür ürünlerine yönelik eleştirisellik de o ölçüde artmıştır.

Sol çevrelerde genel kabul gördüğünü söyleyebileceğimiz bir diğer nokta, kapitalist olmayan ülkelerin kültür emperyalizmiyle ilişkilendirilmemesidir. Kültür emperyalizmiyle en çok ilişkilendirilen ülkeyse ABD’dir. Üretilen metinlere baktığımız zaman, 1967’deki çağrıya karşın, kültür emperyalizmi üzerine derinlikli bir eserin ortaya çıkmadığını görüyoruz. Ancak belirtmek gerekir ki, 1970’lerde bu kavram, artık iyice kabul görmüş, yerleşmiş durumdaydı. Kavramın sosyalist söyleme girmesinin beraberinde getirdiği dikkate değer yenilik, emperyalizme ilişkin Sol literatürde ekonomiye verilen ağırlığın yanında kültür konularına da artık eskisinden daha geniş oranda yer verilmesi olmuştur...”

Türkiye’de Sağ’ın dünya görüşü

Buna karşı -amiyane tabirle- “Sağ görüşlü entelektüel, yazar ve eğitimcilerin” kültür emperyalizmine yönelik yaklaşımlarını yine Çelik’in çalışmasında görebiliyoruz.

Büyük bir külliyatı ihtiva eden eserleri ve medeniyet tasavvurumuzda mümtaz yerleri olan, meydana getirdiği müspet hissiyatın tesiri kadar manevî iklimimizde emekleri olan bu âlî zevâttan birkaç ismi zikredeceğiz. Bu zevâttan Osman Yüksel Serdengeçti’ye göre bir milletin kültürünün yabancı bir kültürün istilasına uğraması dış istilalardan daha tehlikelidir. Çünkü dış istilalar bir milleti yok edemezken, kültür emperyalizmi sonucunda benliğini, Türkçesini, özünü yitiren bir millet yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Nitekim Osmanlı Cihan Devleti zamanında bu imparatorluğa bağlanan milletler, Osmanlı tarafından temsil edilmedikleri (asimilasyon) için varlıklarını korumuşlar, nihayet Osmanlı’dan ayrılıp kendi devletlerini kurmuşlardı. İmparatorluk Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda çökmüştür. Artık yapılması gereken, Osman Yüksel’e göre, “Kuvay-ı Milliye ruhu(nun) muhafaza edilmesi şartıyla”, Batı’nın bilim ve tekniğinden yararlanmaktı. Ancak gerçekleşen böyle olmamıştı. Siyâsî işgale kapatılan kapılar “kültür istismarına”, “manevî emperyalizme” sonuna kadar açılmıştı. Çanakkale’yi geçemeyen kuvvetler, başka yollardan onu kolayca geçmesini bilmişlerdi.

Yine bu zevâttan Sâmiha Ayverdi de doğrudan kültür konularını ele alan bir kitabını incelediğimiz dönemde yayımlanmış olmasına karşın, bu kitapta “kültür emperyalizmi” kavramından bahsetmemişti. Ancak o da bu terimi kullanmadan konuyla ilgili görüşlerini başka sözcüklerle ifade eden yazarlardandı. Kültüralist bir yaklaşımı olan Ayverdi, millî kültürle ilgili meseleleri tüm meselelerden daha önemli görüyor, dolayısıyla Türkiye’nin tüm sorunlarının çözümünde de millî kültür politikasını temel alıyordu. Ona göre mevcut eğitim-kültür siyaseti, “kendimizi inkâra” dayalıydı. Yapılması gereken, “eski medeniyetimizin” restore edilmesi ve “yabancı hayranı” kılınan nesillere tüm ihtişamı ile anlatılmasıydı. Bu bir “ölüm-kalım meselesi” idi. Ayverdi, emperyalizm kaynağı olarak Sol kesimden tamamen farklı olarak Sovyet Rusya’yı birinci sıraya koyuyordu. İzlenen yanlış eğitim-kültür politikalarından ötürü gençliğin “komünistlerin eline düştüğü” kanaatinde olan Ayverdi’ye göre “Türklüğün sınır bekçisi olan dil, din, tarih, sanat ve her çeşit kültür sahası” komünizmle meydan muharebesine girişilen “kanlı savaş alanları” hâline gelmişlerdi. “Türk ve Rus kuvvetleri” diye yazıyordu   Ayverdi ve bu iki kuvvet, “mektepler, tiyatrolar, radyolar, televizyonlar, sinemalarda yaka yakaya cenk ediyorlardı”. Bu savaşta başarılı olmak için üniversite yeniden fethedilmeli, Türk eğitimine yeni bir yön verirken buna köstek olacak Sol eğilimli kişiler “maarif bünyesi”nden uzaklaştırılmalıydı.

“Sâmiha Ayverdi, Batı emperyalizmini komünizm ve Siyonizm’den sonra bir tehlike olarak görenlerin başından gelenlerdendir” dersek abartmamış oluruz. Kaldı ki, Türkiye komünizmin yayılmasına karşı Batı ile birlikte mücadele ederken ve Batı’nın başında Sovyetler gibi bir dert dururken, Batılıların hâlâ Türkiye ile uğraşmalarına sitem ediyordu. Ayverdi’nin en çok şikâyet ettiği konulardan biri, Anadolu’daki Antik Yunan ve Roma kalıntılarının ortaya çıkarılmasını destekleyen Katoliklerin emperyalist motivasyonlara dayalı olduğunu düşündüğü yaklaşımlarıydı.

Sâmiha Ayverdi ve Ahmet Kabaklı gibi Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu da kültür-eğitim konularıyla ilgili çok makale kaleme almış isimlerden biriydi. Batı ile kültürel ilişkiler konusunda Serdengeçti, Necip Fazıl Kısakürek, Nuri Pakdil, Ahmet Kabaklı ve Sâmiha Ayverdi’ye göre ılımlı bir tutuma sahip olan Kafesoğlu, Mümtaz Turhan Hoca’ya, bir parantez içinde söylersek, milliyetçiliğin “millî kültür” temeline dayanması gerektiğini düşünüyordu. Ancak Üstad, kültür milliyetçiliğinden bahseden makalesinde dahi “kültür emperyalizmi” kavramına yer vermemiştir. Bu konudaki kanaatimizin ne olduğu bu yazının konusu dışındadır.

Bu kıymetli ve âli münevverlerimizden biri olan ve Kafesoğlu gibi düşünen bazı zevâtın Batı terakkisine karşı olmadıkları, dolayısıyla   kültürü tarif etmedikleri anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Kafesoğlu’na göre 150 yıldır gittikçe şiddeti artan bir şekilde Avrupa kültürünün propagandası yapılıyordu ve Batı medeniyetinin temellerine inmek kisvesi altında “Antik Çağ” anlayışıyla Türk milleti kendi kültüründen uzaklaştırılıyordu. Kafesoğlu da Ayverdi gibi “Antik Yunan ve Roma kalıntılarının Türk parası ve emeği ile çıkarılmasını” bu kapsamda eleştiriyordu. Kafesoğlu’na göre Türkiye’nin bu tür yabancı fikir cereyanlarının mücadele sahası hâline gelmesi, bir “millî kültür barajı” bulunmamasından kaynaklanıyordu.

Eğitimci Ahmet Kabaklı, kültür emperyalizminin Sol eğilimli entelektüel ve yazarlar tarafından ele alınmış olduğunun farkında olarak, bu kavrama “Marksistlerin” verdiği anlamdan tamamen farklı bir anlam verdiğinin altını çizmiş ve kültür emperyalizmini “manevî sömürgecilik” ile aynı anlamda ele alacağını belirtmiştir. Yazara göre kültür emperyalizmi askerî, siyâsî ve iktisadî emperyalizmden çok daha tehlikeli ve “öldürücü”dür. Bu tespitine ilişkin örnekler veren Ahmet Kabaklı, 200 sene süren İngiliz hegemonyasına rağmen Hindistan ve Pakistan adları ile iki yeni milletin sahneye çıkmasını, askerî emperyalizmin milletleri yok etmediğine örnek olarak göstermiştir.

Kabaklı’nın kültür emperyalizmi üzerine yazdığı makaleler ve kitaptan sonra bu kavramın Sağ söylemin içine yavaş yavaş yerleşmeye başladığını görüyoruz. Bunun en belirgin göstergesi, milliyetçî, muhafazakâr, hatta bazı İslâmcı eğilimli akademisyen ve yazarları bünyesinde toplayan Aydınlar Ocağı’nın “Türkiye’nin Bugünkü Meseleleri” adlı kitapta kültür emperyalizmi sorununa yer vermiş olmasıdır. Kitapta, kültür emperyalizmi meselesi, Türkiye’ye tehdit oluşturduğu düşünülen üç akımla ilişkilendirilir: Hümanizm, materyalizm ve komünizm.

Zaten “Bugünkü Meseleler”de komünizm tehlikesinin hümanizmin açtığı çığırdan Türkiye’ye girdiği savunulduğundan, bu üç akım birbiriyle doğrudan bağlantılı görülmüştür. Aydınlar Ocağı’nın görüşünü yansıtan bu kitaba göre Türkiye’de komünizmin üç safhasının olduğu kanaatı vardır: 1938’e kadar olan birinci safhada komünistler görüşlerini yaymaya çalışmışlar ama Atatürk’ün engellemesiyle bunda başarı sağlayamamışlardır. Bu, deneme safhasıdır. Hazırlık safhası denilen ikinci safha, Atatürk’ün ölümünden sonra başlamıştır ve bu safhada Türkiye’yi doğrudan doğruya ele geçirmenin mümkün olmadığının anlaşılmasından ötürü millî kültürü tahrip etmek ve böylece tabiri caiz ise “kaleyi içeriden yıkmak/ele geçirmek” amaçlanmıştır. Geniş hacimli şekilde bu kitapta savunulan görüşe bakılırsa bunda da başarılı olunmuş, “millî kültür” engeli ortadan kaldırılarak bütün tesir ve telkin sahaları ve en kritik kilit noktaları ele geçirilmiş, millî olan her şey, kültürün bütün kodları/dalları rayından çıkarılmış, edebiyat, şiir, roman, tiyatro, dil, diğer güzel sanatlar, inanışlar, dünya görüşü ve hülâsa milletin en hayatî hissiyatı dumura uğratılmış ve adeta başkalaştırılmıştır.

1960’tan sonra ise bu başarının üstünde temellenen bir patlama safhası ortaya çıkmıştır. Milletimizin âlî menfaatleri için dertlenen âlim ve ehl-i dilin gayretlerinden olan diğer bir gayreti de arz edeceğiz…