Kültür ve medeniyet kavramlarına dair genel bir mülâhaza (1)

Kültür, din ve ideolojinin bedenlenmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı koparmaya kalkışırlarsa kültür ile beraber dini de değiştirme yoluna girmiş olurlar.

MİLLETLERİN hayat alanlarının önemli rüknü sayılan ve temel köklerinden olan kültürün ne olduğuna ve nadanların bu rüknün neden imhasını hedef hâline getirdiklerine bakmamız gerektiğine inanıyorum. Kültürün medeniyetle alâkasını endüstriyel terkibe bağlayanlar olduğu kadar, bunu o ülkenin bekasıyla (bizim açımızdan bekamızla doğrudan alâkalı ve hayatî) ilgili bir ülkü olduğunu savunanlar da olmuştur.

Naçizane bu yazıyla muradımız, kendi gök kubbemize ait, Müslüman milletimizin hayat iksiri olan itikadî anlayışımız ve inancımızla meczolmuş hâli ve bizi biz yapan kadim kültürümüzün hâl-i pürmelâline göz atmak.

Bu mevzu hakkında münevverlerimizin ve diğer tarafta Batılı plânda entelektüel geçinen yerli entellerin fikirlerini özetleyerek siz kıymetli dostlarımızın görüşlerine sunmak önemli. Yine bu cümleden olmak üzere, kültür emperyalizminin ne olduğu ve bununla beraber Batılılaşmayı kutsayan yerli aydınlarımızın (!) mevzubahis konu hakkındaki fikirlerine de yer verecek, geniş bir vadide, çeşitli fikrî mülâhazaların ikliminde meselenin serencamına bakacağız.

Kültür nedir?

Toplum bilimcilere göre kültürün birçok tanımı olsa da genellikle bir toplumun bilgi, inanç, sanat, ahlâk, hukuk, örf ve âdetlerini ifade eden değerlerden meydana gelen genel bir kavramdır. Ayrıca kimi üstadın kültürü “hars” diye tanımladıklarını belirterek söylemeliyiz ki kültür, herhangi bir insan topluluğunun kendi tarzı ile sosyal problemlere karşı ürettiği çözüm şekillerini ifade eder. Her toplumun kendine has bir kültürü vardır ve onu diğer toplumlardan ayırır.

Kültür; zaman, mekân ve geçmiş sosyal yaşanmışlıkları, deneyimleri ve özde inanç değerlerinin harmanlanmasıyla oluşur ve devam eder. Tecrübe edilen amel ve kullanılan araçlar değiştikçe zamanla tarz da değişebilmektedir. Bu değişim iradî ya da gayr-i iradî olarak farklı kültür ilişkilerine göre yavaş veya hızlı olabilmektedir. Kültür, bir toplumda, birlikte yaşanan hayatın akışına bağlı olarak ve öğrenme yoluyla nesilden nesle aktarılır/geçer. Onun için kültüre “sosyal miras, mazi veya geçmiş” de denir.

Bütün bu yaklaşımlardan sonra denilebilir ki, kültürün ana noktası, bir toplumun yaşam ve inanç değerleriyle ürettiği ve nesilden nesle aktardığı tecrübe ve diğer unsurların tamamıdır.

Ayrıca her mevzuda olduğu gibi referansımız olan itikadımızın zaviyesinden yani İslâmî açıdan konuya bakalım ki herhangi bir eksiklik kalmasın.

Kültür, din ve ideolojinin bedenlenmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı koparmaya kalkışırlarsa kültür ile beraber dini de değiştirme yoluna girmiş olurlar. Bedenini parça parça kaybeden din gider (milletin hayatından çıkar) ve onun yerine yeni kültürün dini veya dinsizliği gelir. Kültür ile din arasında böyle bir bağ bulunduğuna göre, kültürün değişimi dini yakından ilgilendirir. İslâm’ın en temel amaçlarından biri, dini (Müslümanların hayatında İslâm’ı) korumaktır. İslâm’ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış/kültür değişimi veya kültür taklidi haramdır. Bazen bununla da kalınmaz, dinden çıkma sonucu doğabilir.

Misâl: Sevgili Peygamberimiz (sav) Medine’ye göçünce, burada öteden beri iki bayramın bulunduğunu ve bu bayramlarda kutlama yapıldığını öğrenmişti. Bayramlar dinin etkilenmesi bakımından önemli kültür unsurları oldukları için bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban Bayramlarını tebliğ etti. Ayrıca İslâm’ın başka dinlerle ilişkisi bakımından sembolik değeri/fonksiyonu bulunan âdet ve uygulamaları Müslümanlara yasakladı.

Kimileri kültür ile Batılılaşmayı ve de terakkiyi birbirine karıştırır. Bu noktada bir nebze de olsa kültür ile medeniyet arasındaki illiyete bakmamızda fayda var.

Kendisine “muallim” denilmesini tavsiye eden, bize göre de hâzâ gerçek bir mübelliğ olup Hazreti Resûl’e âşık bir “muallim” olan Seyyid Ahmet Arvasî’yi hatırlayalım. Arvasî’ye göre kültürle medeniyet arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Kültür, bir milletin oluşturduğu maddî ve manevî sosyal değerlerin bütünü, medeniyet ise bu kültür malzemesine yön ve biçim veren bir üst sistem ve çağdaş seviyeye göre işlenme durumudur. Kültür ve medeniyet iç içe gözüktükleri için, onları birbirinden ayırmak zordur. Ona göre camilerimiz, halılarımız, soframız ve iktisadî faaliyetlerimiz bir bütün hâlinde millî kültürümüzün sınırları içerisindedir. Kültürün manevî unsurları kültür; maddî unsurları ise medeniyet demek değildir. Zira medeniyet, kültür üstü bir sistemdir. Arvasî, bir milletin kültür ve medeniyetinin birbirinden ayrılmayacak biçimde kaynaştığını söylemektedir. Bu sebepten o, “kültürde millî, medeniyette ise milletlerarası olmak” fikrini tutarsız bir düşünce olarak görmektedir. İşte Arvasî, Ziya Gökalp’in medeniyetin milletlerarası olduğu görüşüne bu yüzden karşı çıkmaktadır. Ancak Arvasî, Gökalp’in kültürün millî olduğu görüşüne katılmakta ve “Kültür de, medeniyet de millîdir” demektedir.

Arvasî’ye göre medeniyetin hammaddesi kültürdür. Her medeniyetin hammaddesi milletin tarihinden, coğrafyasından ve içtimaî temaslarından süzüp çıkardığı millî kültür malzemesidir. Bu konu ile alâkalı olarak mütefekkir Nurettin Topçu’dan da bir misâlle yetinelim. Medeniyeti maddî, kültürü ise ahlâkî değerlere tekabül eden olgular olarak gören Topçu, teknolojinin bilimsel bir zaruretin sonucu olduğuna dikkat çeker. Topçu’ya göre teknolojiyi oluşturan bilim, kültürel unsurlardan biri olduğu için, medeniyet de kültürün doğurduğu bir olgudur.

“Sol cenahın bu konu ile cürmü pek müspet değildir” diyerek fazla fincan kırmayalım. Bu mevzu ayrıca yazmaya değer.

Biraz da “kültür emperyalizmi” nedir konusuna değinelim...

Kültür emperyalizmi

Klasik anlamda “kültür emperyalizmi”, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş veya gelişmemiş diğer ülke kültürlerini tüketim, medya ve özellikle kitle iletişim araçlarıyla etkilemesi ve kendine benzeterek kültürünü yok etmesidir. Hâkim görüşe göre 20’nci yüzyılda küreselleşmeye başlayan dünyamızda 21’inci yüzyılın iletişim teknolojilerinin oldukça yoğun kullanımına paralel olarak en çok konuşulan konuların başında kültür emperyalizmi gelmektedir.

Daha önce 15’inci yüzyılda askerî güçle yapılan işgal ve köleleştirmenin ardından gelişen sanayileşmenin doğurduğu ucuz işçi ihtiyacı, sömürülen ülkelerden tedarik edilen gönüllü kölelerle karşılanmaya başlandı. Buna buhar makinesinin icadı, endüstri sanayiinin gelişmesi ve modern yaşama (!) biçiminin yaygınlaşması ile dijital bilişim ve vizyon tekniklerinin gelişimi eklendi. Nihaî olarak kültür emperyalizmi ivme kazanarak alt kültürlerde (!) bir çeşit kültürsüzleşme sonucunu doğurmuştur.

Münevverlerimizin ortak kanaati şudur ki; Batı, emperyalist zihnî yapıya bir günde değil, yüzyılları bulan ve zihinsel olduğu kadar siyâsî ve ekonomik evreleri de içine alan süreçlerden geçerek gelmiştir. Batı emperyalizminin uzun bir zaman aralığında geçirdiği tüm bu süreçlerin başında ise Avrupa’da milât kabul edilen “aydınlanma” gelmektedir. Aydınlanma ile özellikle zihinsel bir başkalaşım/devrim yaşanmıştır. İşin dinî geri plânında özgür düşünce ve ifadenin yasak olması, mülkiyet hakkının Yaratan/Tanrı adına sadece -hâşâ- tanrısal nitelikler atfedilen soylular tarafından adaletsizce zapt edilmesi ve bu doğrultudaki çıkarcı hükümlerin toplumsal eşitsizlikleri ve adaletsizliği beslemesi ve dolayısıyla Kilise ile kralın halk vicdanında sürekli sorgulanması vardı.

Orta Çağ karanlığından kurtulmak için bilimi can simidi olarak kullanan Batı, bilimi Kilise’nin tartışmasız “tek doğru” dogmasıyla çatışması sonucunda, daha önceki adaletsizliklerle biriken tepkiselliği de arkasına alarak Kilise’yi işlevsizleştirmek için fırsat yakalamıştır. Önemli bir tespitimizin burada izahı da zaruret hâlini almıştır: Batı Orta Çağ karanlığındayken, İslâm dünyasının o dönemki ihtişamlı tasavvuru ve terakkisi akıllarda tutulmalıdır.

Kilise’ye karşı başlatılan hareket, bu şekliyle dinî inancı sınırlandırıp insanı ve toplumu yöneten bir formdan çıkartarak, sadece kültürel normlara dönüştürmüştür. Sosyal ve siyâsî hayattan çekilen Kilise’nin dinî temsiliyeti “Pazar ayinleri” ve belli ritüeller ile kısıtlanıp dört duvar arasına hapsedilmiştir. İşte Batı’da gelişen endüstriyel inkişafa karşı Cihan Devletimizin kahir ekseriyetteki münevverlerinin moral bozukluğu ve terakki endişesi bu noktada baş göstermiştir. Bu olup bitenlere Müslüman münevverimizin nokta-ı nazarından bakmaya devam edeceğiz…