Kültür buhranında medeniyet anaforu

Sanat, özgür insan işidir. Yani sanatı “sivil” yapar. Batı’nın medeniyete yaklaşım da burada başlar ki doğrudan kendisinden almış olduğumuz sorun da budur. Tanzimat’a kadar “Sanat, sanat için mi, yoksa toplum için midir?” sorunuyla karşılaşmamış kültürümüz, “Mayalansın” diye içerisine katılan Batı düşüncesine ayak uyduramamış ama uydurmuş gibi davranarak taklit yapmaya çalışmıştır.

KÜLTÜR ve medeniyet, sık biçimde yan yana kullanılan iki kavramdır. Her nedense ve/veya her nasılsa bir tür siyam olarak gezinirler dillerde. Bu iki kavram hususunda toplum bilim tanımlamalarını eğer es geçecek olursak, kendisine çizdiği fikir ekseninde farklı bir yaşam kanalı kurgusu oluşturan neredeyse bütün fikir adamlarının kültür ve medeniyet üzerine kendi yorumlarına şahit oluruz. Zira kültür de, medeniyet de o fikir yörüngesinin helezonik kıvrımlarını oluşturur. 

Kültür ile medeniyet, birbirlerinden farklı olduğu bilinen fakat mutlak surette aynılarmış gibi kullanılan iki kavramdır hatta. Buradaki yanlışlığı düzeltmeye çabalamaksa, kültür ve medeniyet bidatine küfretmek gibi algılanabilir. Dolayısıyla bu tür bir yanlışlığı düzeltme gayesi, alışmanın kudurmaktan beter oluşunu bir kez daha ispatlar.

Farklı topluluk, farklı kültür algısı

Cebir ilmini kümelerle öğrenmeye başlayan bir toplumun kültürü de küme mantığıyla hesaplaması ve de bu hesaba göre yorumlamasından fazlasını beklemek günahtır. Zira küme algısı, toplum kavramının da, topluluk kavramından ayrılmasını engellemektedir. Dolayısıyla bütün ülke içerisinde birbirinden farklı toplulukların ancak kendilerini “halk” saymasını yadırgamamak gerekir. Her ne söylersek söyleyelim, her topluluğun kendi toplum algısı, her toplumun da oluşturduğu kendi kültürü çıkacaktır bu neticeyle. 

İşte bu kadar fazla toplumun olduğu yerde medeniyet yaratma davasının güdülmesi de bambaşka çeperlerle döşeli olacaktır. Bu medeniyet algısına göre üzerinde durulabilecek sanat anlayışını, sanatçının kendisi dahi ne denli doğru inşa edebilir ki? Bu kadar toplumun olduğu yerde sanatın toplum için mi, yoksa sanat için mi olduğunu nasıl izah edebiliriz?

Ülkemiz kültür ve medeniyet yapılanmalarında, bu dip sorunlar sebebiyle sanatın ne toplum için, ne sanat için varlık gösterebildiğini söyleyebiliriz. Zira sanat da farklı toplumların paralelinde şekillenecek ve herhangi bir toplum için olan sanat, başka bir topluma hitap becerisi gösteremediği için kınanacak, öteki haline getirilerek dışlanacaktır. Öyle ya, bu toplum yapılarının katı ve kaba ilkeleri, kendisinde ikamet eden sanat icracısını da belli kalıplara sokacak, söz konusu toplumun bütün değer ve şahsiyetleri önünde emir beklerken, diğer toplumların değerlerine ve diğer toplumlardan doğan sanata saldırmakta ve onu iğreti göstermekte herhangi bir beis duymayacaktır.

Maya meselesi

Kültür, eğer doğal yollarla düşünüldüğünde gerçekten bir mayalanma meselesi ise, kültür oluşturacak öğenin, doğrudan içinde bulunduğu kaptaki maddeyle hemdem olması ve çekirdeğine nüfuz eden karaktere bürünmesi gereklidir. Eğer bu biçimde bir işlem zuhur etmiyorsa, “Kültür oluşturacak öğeyle onu mayalayacak öğenin kökleri bir değil” demektir. Misâlen yoğurt yapmayı gösterirsek eğer, sütü mayalamak için mutlaka yine kendi kökünden olan yoğurt mayalanır. Süte –örneğin- reçel mayalamaya çalışırsak ne elde edilir bilemem. Hoca’nın göl meselesi böyledir zaten. “Ya tutarsa?” deriz, tutmaz, tutmamıştır da... 

Mesele kültür ve medeniyet olup kültürden yola çıkınca, medeniyeti kültürle değerlendirmenin ancak olgun kültür yapılarında mümkün olabileceğini de düşünmenin zamanıdır. Ancak olgun kültür yapılarının medeniyet oluşturabilmesi, o kültürün kolektif bilinç altındaki ferdî hürriyetinden geçer. Batı adamı konuya “civilization” şeklinde yaklaşırken belki de bunu bizim şimdiki dilimizle çok net biçimde aktarmıştır. Oysa her an kullandığımız “medeniyet” sözcüğünü dolduramaz, dolayısıyla onunla yaşamaktan bihaber düşeriz. Hazinenin üstünde yatıp da fakirlikten ölmek gibidir bu.

“Sivil” sözcüğünü ancak “askerî olmayan” manasıyla kullanan küme cebrindeki bir toplum için de medeniyete bakmak günahtır. Emir altında hayatını idame ettirmeyi planlamak, belki de bugün gelinen “Kapağı attım mıydı...” fikrinin temelidir. Bu yüzden sanat icra eden, yani üreten bir toplumun varlığını görmek de, göstermek de zordur. 

Üreten insan, özgür insandır

Ama sanat, özgür insan işidir. Yani sanatı “sivil” yapar. Batı’nın medeniyete yaklaşım da burada başlar, ki doğrudan kendisinden almış olduğumuz sorun da budur. Tanzimat’a kadar “Sanat, sanat için mi, yoksa toplum için midir?” sorunuyla karşılaşmamış kültürümüz, “Mayalansın” diye içerisine katılan Batı düşüncesine ayak uyduramamış ama uydurmuş gibi davranarak taklit yapmaya çalışmıştır. Bu taklit, maalesef hâlâ sürmektedir. 

Sanatı ne sanat, ne de toplum için düşünmek, onu böylesi bir bataklıktan kurtarabilir. Aslında Necip Fazıl, Poetika’sında bu sorunu “Ben şiiri her türlü hasis gayenin üstünde doğrudan doğruya kendi zat gayesine -sanat için sanat-, fakat kendi zat gayesinin sırrıyla da Allah’a ve Allah davasını topluma -cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim” şeklindeki düşüncesiyle düzeltmeye çalışır. Vaktinin sorununa doğrudan parmak basma hedefindeki bu düşünce gayet iyi niyetlidir. Yalnız evrensel sanat anlayışı içinde doğru mudur? Öyle ya, en basit biçimde ülkemiz “toplumlar ve halklar” perspektifinden bakıldığında bu çok zor. Konservatuar binasında Bach icra eden genç, atölye çıkışında R&B dinliyor, Ankara havası dinleyen kimseye de tepeden bakıyor… Bu ne perhiz?!

Sanat, sanatçısı içindir

Ben, sanatı evrensel düşündüğümde, malum soruna farklı bir cevapla yaklaşmak istiyorum. Sanat, ne sanat, ne de toplum içindir; ancak sanatçısı içindir. 

Sanatı kültür profilinde “esnaf” ile bir yâd eden bir ülkede medeniyet temelinin çapı ve genişliği neden bütün manasıyla görülemez ve yorumlanamaz? “Meslek Odası” demek yerine “Esnaf ve Sanatkâr Odası” demeyi tercih etmenin ve bunu tarihsel bir köke dayandırmanın bir sebebi olsa gerek. 

Tarihî bu temel, “üreten” iki unsuru yan yana getirmiş ve ona “sivil” bir hüviyet kazandırmıştır. Sanatın sanatçısı için var olma sebebi, söz konusu sanatla birlikte sanatçının, varlığını ortaya koyma ve hayatını idame ettirmek için sahibi olduğunu sunması, esnaf diliyle “arz etmesi” gereklidir. Toplumun, sanatçının sahip olduğundan faydalanması ise ancak iktisadî bir fayda meselesidir. Bir piyanisti dinlediğinizde icra ettiğinin değerini ölçeklendiremezsiniz. Fakat o sanatkârın mesela bir konserine gider ve bilet ücreti ödersiniz. Bir el süpürgesini aldığınızda, size söylenen fiyatı pahalı bularak pazarlık yapmaya yeltenir, sonra da o süpürgenin ustası tarafından nasıl ortaya çıkarıldığını gördüğünüzde, “Verdiğimiz azmış bile” dersiniz. 

Maalesef ülkemiz toplumlar algısında, işte bu örnekteki piyanist ile süpürgecinin dâhil olabilecekleri net toplum karakterleri oluşmuştur. Öyle ya, bir iğrençlik abidesi gibi dile pelesenk olan “elitler” ile “varoşlar”, Batı’nın insan hakları literatürüne soktuğu sınıflandırmasız insan sınıflandırma halini almıştır. Piyanist ancak elit olmalıyken, süpürgeci de varoş olmalıdır. Kurgu budur, nasıl adlandırırsak adlandıralım…

Velhâsılı tutmuyorsa, “Tutsun” diye uğraşmanın, yanlış bir inat üzerinde diretmenin bir anlamı yoktur. Kültür, kemale erecek ve medeniyet ancak böyle tesis edilebilecektir.