Kuklalarla efendiler arasındaki fark

Biz bu cennet vatanın her karışında, insan kalmayı başaranlar olarak, Müslüman olarak yaşamaktan, Türk olmaktan onur duyanlarız. Dili, dini başka, ama acısı olan insanların derdine de devâ olmanın, bir yaraya merhem sürmenin, bir yükü bölüşmenin verdiği rahatsızlığa râzı olduğumuz kadar yorgunluklarımızdan huzur devşirmeyi insanlıktan sayanlarız. Vicdanını satarak dünyevî rahata erenlerle aramızdaki fark bu işte!

UYKULARIMIZ kaçıyor İsrail’in Filistinlilere, Çin’in Doğu Türkistanlılara, Hindistan’da Müslümanlara, Esed rejiminin Suriye halkına, Libya’da Hafter’in masum sivil halka yaptıkları zorbalıklardan, zulümlerden haberdar oldukça…

Yastığımız taş, uyku çile oluyor gözlerimize.

Yutkunamaz oluyoruz Afrikalı kadınların kollarında açlıktan ölen yavruları, susuzluktan kırılan coğrafyaları düşününce…

Sofralarımızda envaiçeşit gıdanın, billur gibi bardağımıza dökülen suyun şükrünü edâ edememekten korkuyoruz. İlkin üzüntü çörekleniyor gözlerimize, ardından bir vebâl fırtınası kopuyor rûhumuzda…

Düşeni kaldıramayınca, mazluma el uzatamayınca, yıkılanı yapamayınca, yoksulun derdine çâre olamayınca, kavgaları durduramayınca, haksızlığa mâni olamayınca rahatımız kaçıyor.

Neden?

Çok iyi, çok zengin, çok mâhir, çok becerikli, çok güçlü ve çok heybet sahibi olduğumuzda mı rahatsız oluyoruz dünyanın dört bir tarafında cereyan eden zulümlerden?

Hayır, sadece insan olarak vicdanımızı kaybetmediğimizden, kul olarak inandığımız dinin bizleri insanlara, hayvanlara ve sair mahlûkata ezâ ve eziyetten men ettiğindendir rahatımızdan vazgeçişimiz. Âlemlerin Rabbi Allah’ın, Vahy-i İlâhî ile paylaşmayı emrettiğindendir bencilce bir rahat edişten imtina edişimiz.

Peki, rahatsız oluşumuz korkudan mı? Cennet tahayyülü gibi bir uhrevî menfaat hesabından mı?

Şahsım adına cevap vermeliyim ilkin ve sonra imanlı tüm kalplerin aynı hassasiyeti taşıdığına da şerh düşmeliyim: Ne korku, ne menfaatvâri bir hesaptır bizi rahatımızdan vazgeçiren. Vicdanı sökülmüş, canavarlaşmış, görünümü insan, eylediği ne varsa insanlıktan uzak olanlara benzemekten hayâ ettiğimizdendir. Fıtratımızda var olan insanî vasıfların şifrelerini çözmüş olan âyetlere iman edişimizdendir. Saâdetin, son din İslâm’ın prensiplerine riayetten geçtiğine inandığımızdandır. Bir Asr-ı Saâdet tahayyülü kurduğumuzdandır…

Hem sonra, nedir şu rahat denilen ahval?

Kendi çıkarları için insan olmaklığını satmak mı? Kimliğini, değerlerini, ait olduğu milleti, toprağı satıp da terör estirmek mi?  Kapı kapı yardım dağıtan “Vefa” ekibine uzaktan saldırıp öldürmek mi? Kalbinde insaniyetten eser kalmayınca uzaktaki canlıyı av belleyip yapışkan ve uzun dilli sürüngenler gibi halkın sağlığı ve ihtiyaçları için seferber olanları dilleriyle taciz etmek mi?

Ne bileyim, deprem olduğunda, beton yığınları altından çığlıklar yükselirken kayak merkezlerine gidip kartopu oynamak, şömine karşısında keyif çatmak mı?

Devlet arazisine sızıp havuz yaptırmak mı? Çalıp çırpmak mı? Her dar vakitte rant devşirmek için yarışmak mı?

***

Sahi, “rahat” denilen şey ne menem bir şeydir?

İnsan rahatlayınca ne olur? Rahat denilen şey, başkalarının enerjisini kullanıp kendine kazanç temin etmek mi? Kendisine güvenen insanların oylarıyla bir mâkâma oturup dertten, kederden, salgından, ölümden neş’e devşirmek mi?

Kendi insanı için hizmeti canına zul addedip, İslâm düşmanı Haçlıların emrine amâde olmak mı? Türk milletinin dayanışmasından rahatsız olup acısıyla, vefâtıyla rahata ermek mi?

Kendi inisiyatifi ve kendi gayreti ile gelemediği yerlere bedeli ödenmiş, parası tahsil edilmiş mevkilerde ipleri çekilince harekete geçen kuklaların kalbi olamaz tabiî ki…  

Taş çatlar, ağaç yarılır ama vicdanını satanların kılı kıpırdamaz! Bu öyle menem, öyle içler acısı bir insaniyetten vazgeçiştir ki iyiliğe, güzelliğe, hayra ve hasenata dair ne varsa karşısında nefretle direnebilmek için şeytanî bir zekâya haiz olmak lâzım gelir.

İşte insanî vasıflarını Batıl/ı tefecilere rehin verenlerin milletin zorluktan, darlıktan, hastalıktan kırılması hâlinde rahat olup kolaylıktan, genişlikten, refahtan mes’ûd olmasından rahatsız olanların ahvali ile mü’mince bir yaşamak plânlayan bizlerin arasında ters bir orantı vardır.

Bu yüzdendir bizlerin rahatımızdan vazgeçişi…

Bizler, vatanımızın her karış toprağını kutlu bilenleriz. Ezanlar susmasın, al bayrağımız mavi göklerde hür ve asude dalgalansın, gayr-i sâfî millî hâsılamız artsın, Rabbimiz ele güne el açtırmasın dileriz. Ki alan değil, veren el olmaya talibiz!

***

Bir kere bizler, ipleri başkasının elinde olan kuklalar değiliz. Biz Müslümanlar, kendi köşelerimizde, hayr ile yarışırken, uykularından vazgeçip “Nereye yetişebilirim, ne eyleyebilirim, nasıl yardım edebilirim?” diye düşünürken nefsinden başka kölesi olmayan efendileriz.

Sanmayın ki miskiniz! Dünyayı köleleştirmeye çalışanlarla iş birliği hâlinde olanların karşısına da dimdik dikilebilecek dirayetteyiz.

Çünkü “kötüler, kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar”, iyi biliriz!

Bu yüzden şöyle diyor Cumhurbaşkanımız:

“Devletin halkına hizmet götürmesine tahammülü olmayan gizli yapının bir süredir yürüttüğü siyâsî ittifakı sahada bir ileri aşamaya taşıdığı anlaşılıyor. Hâlâ bu partilerin riyakâr siyasetini göremeyenler için bu iki hâdise başlı başına ibret vesikasıdır. Bu toprakları, bu devlet ve millet düşmanlarına bırakmayacağız.

Devletin askerine, polisine, vatandaşlarımıza hizmet için canla başla çalışan görevlilerine saldıran herkes bunun bedelini en ağır şekilde ödeyecektir.

Sınırlarımız içinde ve dışında PKK’sından FETÖ’süne kadar tüm terör örgütlerine hayatı zindan edeceğiz. PKK’nın kafasını nasıl dağlarda eziyorsak, milletimize verdiğimiz hizmetlere tahammül edemeyen siyâsî uzantılara sandıkta Cumhur İttifakı olarak hezimete uğratmayı sürdüreceğiz.”

***

Evet, kötüleri hezîmete uğratmak içindir rahatımızdan vazgeçişimiz.

Öte yandan bizler, iki hususta rahatız: İlki, hidâyet lütfedilmiş kulluk mâkâmına lâyık görülmüş olmak; ikincisi, kendi milletinin ihtiyaçlarını karışlayan, halkının sağlığını korumak için çırpınan, en ücra köşeye erişmeye çalışan, vicdanı ve insanî gayreti ile sair coğrafyaların ihtiyaçlarını karşılamayı da başaran bir Cumhurbaşkanına sahip olmak…

Bu iki rahattan alıyoruz gücümüzü. Bu yüzden boşlukta salınmıyor ne söylediğimiz, ne eylediğimiz. Bu yüzden yorulmak nedir bilmiyoruz. Öyle süflî, öyle ucuz rahatlıklarda yok gözümüz!

Ah, bir de dünyada salgının kol gezdiği şu dönemde, ülkesinde Covid-19’dan yüzlerce ölüm, binlerce vaka varken uzay ordusu kuran, deterjan içmeyi tavsiye eden bir devlet yöneticimiz olsaydı, nice olurdu ahvalimiz?

Biz bu cennet vatanın her karışında, insan kalmayı başaranlar olarak, Müslüman olarak yaşamaktan, Türk olmaktan onur duyanlarız.

Dili, dini başka, ama acısı olan insanların derdine de devâ olmanın, bir yaraya merhem sürmenin, bir yükü bölüşmenin verdiği rahatsızlığa râzı olduğumuz kadar yorgunluklarımızdan huzur devşirmeyi insanlıktan sayanlarız.

Vicdanını satarak dünyevî rahata erenlerle aramızdaki fark bu işte! Bizler elle tutulur olanın azlığına, gözle görülür olanın acizliğine inananlar olduğumuzdan, kutlu ve sonsuz bir saâdeti hedefleyenleriz.

Yaşarken aynalara baktığımızda gördüğümüz, Allah’tan başka kimsenin önünde eğilip bükülmeyerek dimdik kıyamda duran efendiliğimizdir.

Olmaz küçük işlerle hesabımız. Bir kere ilişmiş bir Allah dostunun feryâdı kulaklarımıza:

“Ey nefsim!

Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki, ‘Fâniyim, fâni olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem.

Rûhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem.

İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim.

Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.

Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdatı umûmen isterim’.”

***

İnançlı ve şereflice bir yaşamak gâyemiz var. İmanla, şereflice bir ölüm tahayyül ederiz. Belki nâmımız anılmaz ancak ardımızda bir hoş sedâ bırakmanın tebessümüyle şu fâni dünyayla vedâlaşabiliriz!

Kim bilir, belki de şehâdet nasibimiz olur da ay yıldızlı bayrağımızla süslenir kabrimiz!

İşte böylesi temenniler süslerken hayâllerimizi, bizler rahatımızdan vazgeçmeye gönüllü talibiz!