SÜLEYMAN Soylu’nun mesajını yanlış
mı okuduk?
Süleyman Soylu’nun, annesiyle çekilmiş bir
fotoğrafının altına yapılan yorumlardan birinde küfreden şahsın, adlî kontrol
şartıyla serbest bırakılmasına gösterdiği tepkiyle sarsıldık. Soylu, haklı
olarak annesini hedef alan mesajın sahibine hâddinin bildirilmesini bekliyordu.
Ancak yakalanan zanlı sorgusunun ardından serbest bırakılınca, Bakan Soylu da
patlayıverdi. Bu mesajı, “Bakın ben bakanım. Ama bakan olmam, kanunların bana
özel uygulanmasına sebep olmuyor. Ben bile annemi bu küfürbazlardan
koruyamıyorum. Ben de sizden biri gibiyim!” şeklinde okunabilirdi. Açıkçası ben
ilk olarak bu mealde okudum mesajı. Kendisine destek verenlerin de çoğunun aynı
fikirde olduğunu düşünüyorum.
Ancak mesajın sonundaki, “Mesajımla yeniden alınırsa
da provokasyon sayacağım” cümlesi, Hükûmet içinde rahatsızlığa sebep oldu.
Adalet Bakanı, derhâl ve çok sert bir açıklama yaparak İçişleri Bakanı’na hâd
bildirme çabasına girdi.
Eğer gerçekten kendisine karşı kasıtlı bir haksızlık
yapıldığı imasında bulunduysa, bu çok büyük bir hatâ olarak Soylu’nun hânesine
yazılacaktır. Daha önce sosyal medya üzerinden istifa ettiğinde çok daha güçlü
bir şekilde geri dönmeyi beceren İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, “Muhteşem”
lakabını koruyabilmesi için tepkilerini doğru mecralarda göstermeyi tercih
etmesi lâzım.
Abdülhamit Gül’ün, Soylu’ya verdiği ilk cevabın ise
affedilebilir bir yönü olamaz. Hükûmet üyeleri birbirlerinin kuyusunu kazan
insanlar fotoğrafı vermeye başlarlarsa, bu işin sonu hem kendileri, hem de
temsil ettikleri dâvâ açısından iç açıcı olmaz.
Hükûmet içindeki bu tartışmalı süreç elbette önemli
ama her iki taraf da olayı uzatmadığı için biz de daha fazla üzerinde
durmayalım şimdilik. Asıl konu, sosyal medya üzerinden yapılan terbiyesizlikler
ve biz bunu çözemediğimiz sürece karşılıklı olarak küfürleşmeler devam edip
gidecek. Maalesef, mütedeyyin görünümlü kızlarımız dâhil, birçok kişi küfrü
hayatın bir parçası olarak görmeye başlamış durumda. Hâlbuki küfrün ima yoluyla
yapılması bile ne kadar çirkin, ne kadar aile yapımıza aykırı!
Şu anda Türkiye’de küfretmenin geldiği nokta, kadınlar
açısından şöyle özetlenebilir belki:
“Birinci
sınıf” kadınlara küfredersen kolluk kuvvetleri seni alır, yargı içeri atar,
sonucu herkes alkışlar. Birinci sınıf kadınlar birilerine küfrederse olay (bazen)
yargıya intikal eder, ceza alsalar bile yargının hantal seyri işler ve ceza
uygulanamaz; zaten çoğu da cezasız kalır ve sonucu, bir taraf özgürlüklerin, bir
taraf da edepsizlerin zaferi olarak görür.
Küfreden ya da edilenin cinsiyetinden bağımsız durum
ise şöyle bence:
Bir AK Partiliye küfredilirse, ne kadar birinci sınıf
kadın, erkek, yazar, sanatçı, akademisyen, siyâsetçi varsa üç maymunu oynar,
birkaç cılız ve riyakâr itirazla olay kapanır. Bir muhalife küfredilirse, aynı
birinci sınıf kesimle birlikte AK Partili herkes, üzerine vazifeymiş gibi küfrü
lânetleyen açıklamalar yapar.
“Birinci sınıf” dediğimiz, toplumun -sözde- elitleri
gerek siyâsî, gerekse de içtimaî hayatın düzenleyicisi rolünden vazgeçemiyorlar
bir türlü. Kendini elit zanneden bu kesim, kendi hakları söz konusu olunca
şahin kesilirken, kendi gibi düşünmeyenlerin hakları söz konusu olunca tüm duyu
organları bakımından köreliyor ve birer eşyaya dönüşüyorlar sanki.
Başak Demirtaş’a hakaret olayını hatırlarız hepimiz.
Daha önce de bu konuda birkaç kelâm etmiş ve küfrün her türlüsünü lânetlemek
gerektiğini ifade etmiştim. Bir cinsiyet üzerine yoğunlaşmak da çok gereksiz ve
anlamsız bence. Kadın ya da erkek fark etmez, kimden ve kime gelirse gelsin,
küfür tek millettir ve şeytanın dilidir. Ancak ne Başak Hanım’ın tabiî
taraftarları, ne de bizim siyâsî kanadımız, aynı görüşte olmadıklarını her
fırsatta belli ediyorlar.
Meselâ AK Parti Trabzon Vekili Bahar Ayvazoğlu
hakkında bir -sözde- gazetecinin iftiraları ya da AK Parti Grup Başkanvekili
Özlem Zengin’e sosyal medya üzerinden edilen küfürler karşısında gösterilen
tepkilerin Başak Demirtaş olayındakine göre çok cılız kaldığını inkâr edemez
kimse. Görünen o ki, herkes kendi canı yandığında ya da sevdikleri mağdur
olduğunda sesini yükseltmeyi tercih ediyor.
Süleyman Soylu’nun tepkisini de bu yönde
değerlendirmek gerekebilir. Canı yanmış, dozunu ayarlayamadığı bir tepki
vermiştir. Ama Adalet Bakanı için aynı hoşgörüyü gösterme şansımız yok. Başak
Demirtaş olayında, eşinin terörist olmasını önemsemeden (ki olması gereken de
odur zaten) hakkında atılan mesajı en yüksek perdeden lânetleyen Abdülhamit
Gül, Soylu’nun annesi için yazılan mesaja benzer tepkiyi vermek yerine Bakan
arkadaşına sesini yükselttiyse, sistemde bir sorun var demektir.
İzmir Karabağlar Belediye Meclis Üyesi ve Gençlik
Örgütleri İzmir eski sekreteri Dilâ Koyurga’nın dönemin Başbakanı ve bugünkü
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a rahmetli annesini de içine alan galiz ve
açık küfürlerinden dolayı yargılanıp beraat etmiş olması, aslında Soylu’nun
tepkisinin de ne kadar anlamsız olduğuna işaret ediyor. Anlıyoruz ki, kanunlarımız,
küfrü bazen başbakana edilmiş olsa bile suç saymayabiliyor. “Bazen” diyorum,
çünkü sadece küfrettiği için ceza alan onlarca kişi de sayılabilir burada. Oysa
bu çifte standart olmasa ne bakan çıkıp sonuca itiraz edebilir, ne de bakkal
Ahmet Amca…
O hâlde, tam da yargı reformunun gündemde olduğu şu
günlerde bu konu bir standarda bağlanıp küfrün cinsi ve muhatabı kim olursa
olsun sonuçlarının aynı olacağı bir kanûnî düzenleme yapılabilir. Küfür, “Yüz
kızartıcı suç” kapsamına alınarak, küfrettiği hukuken sâbit olanların resmî
olarak siyâset yapmasının önü kapanabilir. Bu da en çok CHP teşkilatının
değişmesine sebep olur herhâlde. Ama siyâsetin birazcık da olsa temizlenmesine
destek olur belki.
Sosyal medya üzerinden işlenen bu tarz suçların, daha fazla
kişinin erişimine açık olması dolayısıyla cezaları katlanarak verilebilir.
Küfür kanunen de kabul edilebilir bir durum olsaydı, cinayetlerde bile
hafifletici sebep olmazdı, değil mi?
Ama vereceğiniz ceza ne olursa olsun, öncelikle
yapmamız gereken, küfrü toplum hayatının bir parçası olmaktan çıkarma gayreti
olmalıdır. Televizyonların “prime time” programlarında bile hâlâ bazı
kelimeleri “bip” sesiyle örtmeye çalışmak, argoya sansür uygulamak değil,
özendirmektir olsa olsa. Biz, küfürleri rahat rahat dinlemek için yabancı
filmleri orijinal sesiyle dinleyen insanlar biliyoruz. Biz, içinden argo
cümleler çıkarılsa sessiz sinemaya dönüşecek filmleri çoluk çocuk oturup
seyreden aileleri biliyoruz. “Küfret bakayım amcaya” diye yetiştirilen erkek
çocukların, aile gezmelerinde küfrederken kadınların-kızların kahkahalar
attığını biliyoruz.
Velhâsıl sorun, büyük bir ahlâkî dejenerasyon
sorunudur. Sadece kanunlarla çözmek mümkün değildir!
Geleneksel Türk aile yapısını yavaş yavaş geri getirebilecek eğitim tedbirleri alınmalı. Bu arada caydırıcı cezalarla da süreç desteklenmelidir.