İNSANLIĞIN bugüne kadar erişebildiği
kâinatta en üst seviyedeki canlı, insandır. Diğer galaksi ve sistemlerde de
canlıların olması akla aykırı değildir. Bu canlıların nasıl olduklarına dair
insanlığın elinde bilimsel bir delil yoktur. Diğer galaksi ve sistemlerdeki
gezegenlerde bir tür canlı hayatı olsa bile, evrende en üst donanımlı canlı
insan olmaya devam edecektir.
Bu
düzeydeki insana odaklanıldığında, onun maddî/mânevî çok detayı olan ince ve
nazik nakışla dokunulmuş bir eser olduğu görülür. İnsan maddî/mânevî olarak dış
dünyayı tanır ve kendisindeki ölçülerle etrafını anlamaya çalışır.
Etrafını
idrak eden insan, kendisinde bir sorumluluk hisseder. İnsan, bir nakşında
binlerce nakşın olduğu bilincine erişir. Bunu ya reddeder ya da kabul eder. Reddetmesi
akıl sonucu değil, bir nevi kendi tercihidir. Bu reddediş, şeytan tarafına
geçmek demektir.
Kazanma
yolunda ilerleyişler karış karış dokunuyor. Başıboş bırakılmayan insana
kılavuzlar gönderilir. Kâinat, Kur’ân-ı Kerîm ve
Son Peygamber, “insan” adlı sanat eserinin Nakkaşının üç tanıtıcısıdır.
İnsan ömründe, Son Peygamber’in geldiği tarihten günümüze
kadar geçen süre uzun bir zamandır. Bu nedenle her asırda (ortalama yüz yıl
kadar), Nakkaşın “üç tanıtıcısı anlayışı” yeniden yorumlanır.
Her asrın idrakine uygun yeni usûl, yeni hâl, yeni gidişler
ve yeni yol (tarîk) genel olarak “Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet,
hâl ve davranış” olarak bilinir. Bu yola “tarîkat/cemaat”, yolculara rehberlik yapan grup liderine de “şeyh” denir.
Özellikle bedensel düzeni öne çıkaran meslekleri yapanların
rehber ve grup liderlerine de “yaşam koçu” denir.
Son
Peygamber’in liderliğinde açılan yolda her asrın yolcuları ve bu yolcuların
liderleri kâinat ve Kur’ân-ı Kerîm okumalarıyla
Nakkaşa ulaşmaya çalışırken, şeytan ve yandaşları da bu geleneksel yolcuları
yoldan çıkarmak için her türlü hileyi denerler.
Şeytanın, kendisine uyan ve ahdini unutanlarla evrendeki en üst
donanımlı canlı olan insanla savaşması çok mantıklıdır. Şeytanın doğru insanı
yolundan (tarîk) çevirmek için kullandığı savaş hileleri arasında aldatma ve
sahtekârlık ön sıralarda gelir. Şeytan bu uğurda çalışırken maşa olarak bazı
insanları kullanır.
Aldatma,
kabaca iki türlü olur: Birincisi, insanın hâricî biri tarafından doğru yoldan
saptırılması; diğeri ise, kendisinde bulunan kötü nefsine uyması şeklindedir.
Mal, mülk, şöhret, mâkâm ve para, sadece bazı örneklerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in en
fazla âyeti olan Bakara Sûresi’nin omurgasında “sarı inek” (altın/para) olması,
bu düzlemde şiddetle düşünülmelidir.
Şeytanın,
doğru insanı yoldan çevirmek için kullandığı kuzu postuna bürünmüş hak
görünümlü küfür kurtları vardır. Bunlar bid’ât, hurâfe ve ahlâksızlıklar ile
sahtekârlıklarını yürütürler. İslâm’ın imajını zedeleyen kimselerin davranış ve
aşırılıklarına bakarak İslâm hakkında yargıda bulunulması için her türlü kötü
işi yaparlar. Özellikle bu işleri Müslümanların birliktelik, ilerleyiş, adâlet
ve hâkimiyetinin yükseldiği dönemlerde öne çıkar. Hatâ, yanlış ve istenmedik bazı
davranışları bilmeden yapıp tövbe edenler bahsin dışındadır.
Bu
süreç özellikle İslâm coğrafyasında 1720 yılından beri şiddetle devam
etmektedir. Bu öyle bir süreç ki; tamamen plânlı, programlı ve canhıraş bir
şekilde saldırı olarak işlemektedir.
Bu
durumu şöyle açıklamak gerekir: Geçmişte Mevlâna, İbni Arabî, Hoca Ahmed-i Yesevî,
Yûnus Emre, Tapduk Emre ve Şeyh Edebalı gibi yakın tarih ve günümüzde de nice grup,
zât, tarîkat ve cemaat hakkında Amerika, Birleşik Krallık ve Almanya gibi
devletler çok sayıda doktora tezi yaptırtıp uzman kişi yetiştirmektedir.
İbni
Arabî’nin kozmolojisi üzerine Amerika’da doktora yapılmıştır. Türkiye’de ise
bunlar ve yakın dönem benzeri zâtlar hakkında bırakın doktora çalışması yapmayı,
insanlar isimlerini anmaktan bile çekinmişlerdir.
Burada
dört dehşetli plân devrededir:
Birincisi;
halkın kabul gördüğü, takdir ettiği, Selçuklu ve Osmanlı’nın kuruluşunda rol
oynamış zâtlar karalanmakta, ağza alınmadık lâflar atılmaktadır. Bu, kasıtlı
şekilde İslâm düşmanlarınca yapılmaktadır.
İkincisi;
Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye’nin kuruluşunda yer edinmiş kıymetli zâtlar
hakkında Amerika, Almanya ve Birleşik Krallık gibi devletler doktora tezi
yaptırtarak bütün bilgileri almaktadırlar. Bu konularda çalışan hatırı sayılır
insan Müslüman olurken, diğerlerinin elde ettiği bilgiler devletlerin
istihbarat birimlerinde kullanılmaktadır.
Üçüncüsü;
isimlerinin zikredilmesinin arzulanmadığı Yahudi kökenli Avusturyalı nörolog Sigmund
Freud gibi çok sayıda kişi hakkında Türkiye’de doktora çalışmaları yapıldığı
gibi lisans derslerinde de ballandıra ballandıra anlatılmaktadır. Hem bu
coğrafyanın değerlerinin içini boşaltıyor, hem de kendi adamlarının fikirleriyle
zehirliyorlar.
Dördüncüsü
ise; özellikle Batılılar, bunları tamamen İslâm coğrafyalarını kontrol etmek
için yapıyorlar. Müslüman ülkelerde, kendi ajan adamlarını koyun postunda
yetiştirip zamanı geldiğinde kullanıyorlar. Ne de olsa bu konuda milyonlarca
tez yapıldığı için sosyal projeleri tıkır tıkır işliyor. Bu tür adamlarını Irak
düşerken kullandılar, 15 Temmuz’da kullandılar. Kullanmaya da devam ediyorlar
ve kullanacaklar!
Burada
şunu açıkça belirtmek gerekir: “Önceden doğru yolda idi, sonradan nefsine uydu,
hatâ yaptı” gibi durumlar yoktur ve bu, tamamen Müslümanların “saflığı” üzerine
oynamaktır.
“Sahte
şeyh” söylemi ise gaz alma operasyonudur ve büyük bir aldatmacadır. Bu tür
insanlar, baştan beri bu hain plânlarını yapmak için kodlanmış kişilerdir.
Bu
kişiler hakkında bilimsel araştırma ve tez yapımından çekinildiği için
kendilerini gizlemeleri kolay olmaktadır. Ayrıca bu kişilere bakıldığında, 1071
öncesine özlem duyan Anadolu’nun Müslüman Türk, Kürt, Laz gibi değerlerinden farklı
oldukları görülür.
Bu
tür kişiler ve komiteler hem kendi emellerini gerçekleştirmeye çalışıyorlar,
hem de İslâm’a saldırıyorlar.
Türkiye,
yarından tezi yok, acilen bu uğurda çalışacak, en azından “Doğu Medeniyetleri
Enstitüsü” gibi bir isim altında, eğitim-öğretim alanında girişimlerde
bulunmalıdır. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın bilgisi dâhilinde üniversiteler
bu işi yürütmelidir.
Aksi
takdirde Müslüman ülkelerde hak postuna bürünmüş küfür; aldatmaya, operasyona
ve darbe için sosyal altyapıyı hazırlamaya devam edecektir. Müslüman ülkelerde
hak görünümlü ajan ve küfür ehli sahte şeyhlerin Hıristiyan, ateist veya buna
benzer görüntüde hareket etmesini beklemek ise cehâletin dibidir.
Türkiye,
sosyal bir hukuk devletidir. Müslümanlar da aslî unsurudur. İsteyen dinî
gruplar sosyalite ve hukuk çerçevesinde kalarak istedikleri gibi yaşama hakkına
sahiptirler. Ama nedense saldırı tamamen İslâm’a yapılmaktadır. Her geçen gün
yeni birileri çıkmıyor ki İslâm’a saldırmasın.
Son
söz: Sahte şeyh yoktur, küfrün maşası olan, hak görünümlü ajanları vardır!