Küfende ne var, ey dertli?

Sonra kendi senaryoma döndüm; ilk ve tek uzun metrajlı filmime, ömrümün her günü zifiri karanlığa beyaz taşıdığım setlere... Bir gün, dikkatim dağıldı, ayağım kaydı, dilim sürçtü ve elimden siyah bir nokta düşürdüm; inadına o siyah noktayı gördüler ve gördükleriyle vurdular…

METRUK bir sokak başında rastladım ona. Sırtında, evvel zamanlardan kalma eski ama iş görür bir küfe vardı.

Yükü ağır olmalıydı. Ağırdı, çünkü adımlarını iki büklüm bir vaziyette atıyordu. Hem tanımak, hem de soluklanmasına fırsat sunmak için seslendim: “Kolay gelsin baba!”
Pat diye duruverdi karşımda. Fren görevi görmüştü ayakları âdeta. Sokak lâmbası yüzünün yarısına ayna olurken, diğer yarısını karanlığın nasibine bırakmıştı.

“Az soluklan hele” demeye kalmadan, önce sol kolunu çekip kurtardı, sonra da sağ. Sırtındaki küfe, lâmba direğinin dibindeydi artık. Derin bir nefes aldı. Nefes aldıkça boyu uzadı. Bana tepeden bakar gibiydi ama kibirden fersah fersah uzaktı.

Elini, rengini yitirmiş ceketin cebine sokup, tütün tabakası ile muhtar çakmağını çıkardı. Tüm bunlar olana dek tek kelime dahi etmemişti.

Nasırlı elleriyle sigarasını sardı ve sol avucunu perdeleyerek çakmağını yaktı. Sokak biraz daha aydınlanmış, yüzünde flaş patlamış gibi oldu. Daha önce hiç görmediğim ama oldukça tanıdık gelen bir sîmayla karşı karşıyaydım sanki…

Parmak arasında sıkıştırdığı sigaradan keyifle çektiği dumanı boşluğa bırakırken, “Adımı nerden biliyorsun?” diye sordu…

İkinci kez şaşırmıştım, adı “Baba” olamazdı. “Şey…” dedim yutkunarak… Tebessüm etti. Tebessüm ettikçe yüzündeki çizgiler yer değiştirdi ve kendi suâline cevap verdi: “Doğru bildin evlât, bana baba derler…”

O sigarasından peş peşe çekerken, ben derin bir nefes almış ve rahatlamıştım. Soru sorma sırası bana geçmişti: “Gecenin bu vaktinde bu ağır yükle nereye gidersin?” Bir kez daha güldü ve “Evime giderim lâkin küfem sandığın kadar ağır değil, çünkü boş!” dedi.

Şaşırmıştım! Onu iki büklüm yapan, boş bir küfenin ağırlığı değildi. O hâlde neydi?

Güngörmüş olduğu, leb demeden leblebiyi anladığı her hâlinden belliydi. Kaldığı yerden devam etti: “Yıllarca sırtımda yük diye dostlarımı taşımışım meğer!”

Küfesi boştu ama sırtındaki kahır yükü çoktu. “Şayet kulak verirsem, içini boşaltır, böylelikle rahatlar” diye düşündüm. Ama bir içimlik sigara kadar vaktim vardı. Kaldı ki, sigarayı yer gibi içiyordu…

“Anlat baba, seni üzenleri anlat. Derdini, yükünü anlat…”

“İşler kesat evlât, hiçbir şey eskisi gibi değil! Ama şükürler olsun, az da olsa helâl bir rızıkla eve dönebiliyoruz. Azalan iş değil, sabrımız, umudumuz ve heyecanımız... Bunların müsebbibi ise ‘dost’ bildiklerimiz… Kime inandıysak, kime güvendiysek ya yarı yolda bıraktı ya da sözünü yerine getirmedi. Çok vefasızlık gördüm çok! Dürüst insan ise yok denecek kadar az… Şekva ettiğimden değil, sorduğun için dillendirdim... Şimdi bana müsaade!” dedi ve küfesini sırtına alarak gecenin koynunda kayboldu…

Evet, küfeci haklıydı ve doğru diyordu. Çünkü herkesin derdi de, şekvası da ortaktı: “Vefâsızlık”… İyi de, “suçlu” kimdi?

Aramızdan “Malkoçoğlu benim” diyenler çıkmasını beklemeyelim. O sahneyi, bir devre imzasını atan Cüneyt Arkın filmlerinde görebiliriz. Yani avuçlarımız patlayıncaya dek alkışladığımız beyazperdede…

Sonra kendi senaryoma döndüm; ilk ve tek uzun metrajlı filmime, ömrümün her günü zifiri karanlığa beyaz taşıdığım setlere...

Bir gün, dikkatim dağıldı, ayağım kaydı, dilim sürçtü ve elimden siyah bir nokta düşürdüm; inadına o siyah noktayı gördüler ve gördükleriyle vurdular…

Sahi, “İlk taşı, aranızdaki günahsız atsın” kuralından “herkesin elinde taş bulundurduğu” pozisyona ne ara geldik?