
BAŞLIKTA ele alınan “Kudüs” ismi, bugün Filistin, İsrail, Suriye, Lübnan, Ürdün ve hatta Mısır’ı doğrudan ilgilendiren bir coğrafî konumun merkezi olması hasebiyle tarihî ve kültürel anlamdaki en önemli şehri, insanlık plânındaki en özel mülklerden birini ifade etmektedir.
“Mülk” ifadesinden kasıt, herhangi bir arsa, arazi, gayrimenkul yahut maddî değere haiz bir alanı değil, Kur’ânî yani Allah’ın Âdem Nebî’ye öğrettiği isimler temelinde, bugün bizim yanlış bir mânâ bindirerek “devlet” diye andığımız yapıya, organizasyona, yeryüzüne yahut yeryüzünde insanın yüklendiği mânâ hilâfetini ancak adalet ve temiz ahlâkla sürdürebildiği düzeni göstermektir. Ve Kudüs, Kur’ân’ın iltifatıyla açıkça işaret edilerek adeta elektromanyetik alan çapı tüm dünyayı çevreleyen bir ağırlık merkezindedir.
Zeminimizi Filistin değil, “Kudüs” olarak tutmamız, bu anlamda daha küçük değil, aslında tarihî plândan ileri gelen düşünceyle daha geniş bir çapa sahip olduğumuzu gösterir ve işte bu dosya, bu geniş çapı yansıtacaktır.
Kudüs’ü Kudüs yapan, Tek ve Hak Din İslâm’ın dışındaki sair inançların da bu şehrin tarihinden, kültüründen ve değerlerinden etkilenmiş olması, bugün yeryüzünde yaşayan milyarlarca insana tarihi ve kültürüyle üzerinde yaşayan tarihî şahsiyetlerin isimlerini vermesidir. Ancak Kudüs’ü Kudüs yapan kayıtlara vâkıf olarak bugün ismi “Filistin” ve “İsrail” olan iki devleti ve bu ikisi arasında olup biteni fark edebiliriz. Okuyacağınız dosyayı bu minvâlde ele aldığımı özellikle belirtmek isterim.
Yakub yani İsrail kavmi, babadan sonra ehil oğulla devam eden gerçek tebliğe iman ederek Yûsufî yani “Yûsuf’tan taraf” olmak yerine, Yûsuf’u kuyuya atıp bir de “Onun bir kardeşi de çalmıştı” iftirasında sabit duran kardeşlerden biri olan Yahuda’ya bağlanarak Yahudî yani “Yahuda’dan taraf” olmayı seçmişti.
Kur’ân’da İsrail ve oğulları
Kur’ân’da bizi Kudüs’e götüren kronoloji, Yûsuf Sûresi’nde aktarılan ilk kıssayla başlar. Kur’ân’ın en uzun ve sûre sıralaması bakımından ikinci ve üçüncü sûreleri olan Bakara ve Âl-i İmran Sûreleri ise İsrailoğullarının adeta bütün şecerelerini ortaya döker. Elbette pek çok Kur’ân sûresi, İsrailoğullarının serüvenlerine atıflarda bulunur. Ancak en başta belirttiğimiz gibi, evvelâ kısaca Yûsuf Sûresi’nden biz “İsrail ve oğullarını” tanırız.
Bu detaya özel bir vurgu yaparak başlamamız gerekiyor. Kur’ân, Nuh Nebî’nin gemiyi tamamlamasını ve tufanın bütün arzı kaplamaya başladığı anı aktarırken bir diyaloga yer verir. Nuh Nebî’nin, Peygamberler Tarihi kaynaklarında daima Ham, Sam ve Yafes olarak adları verilen oğullarının yanı sıra bir oğlu daha vardır bu diyaloga göre.
Hud, 40-46: “Nihayet emrimiz geldiği ve tennur tutuşup parladığı zaman dedik ki, ‘Erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle’. Zaten beraberinde iman edenler çok az idi. Nuh dedi ki, ‘Allah’ın adıyla binin içine. Onun akışı da, duruşu da (O’nun adıyladır). Hiç şüphesiz Rabbim gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: ‘Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!’ O dedi ki, ‘Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım’. Nuh da, ‘Bugün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur’ dedi. Derken, dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu. (Allah tarafından) denildi ki, ‘Ey yeryüzü, suyunu yut! Ey gökyüzü, sen de suyunu kes! Ve sular çekildi. Emir yerine gelmiş oldu. Gemi de Cudi dağı üzerine oturdu. O zalim kavme böylece ‘Dünyadan uzak olun’ denildi. Nuh, Rabbine niyaz edip dedi ki, ‘Ey Rabbim! Oğlum benim ailemdendi, senin vaadin de elbette haktır ve gerçektir. Ve sen hâkimler hâkimisin’. Allah (buyurdu:) ‘Ey Nuh! O kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi Ben’den isteme! Ben, seni cahillerden olmaktan sakındırırım.’”
Hud Sûresi’nden aldığımız bu özel diyalog, İsrail’in, oğullarıyla bilinen ailesinden evvel ecdat bakımından nasıl bir aileden olduğunu da bize hatırlatır: “Güç-kuvvet, devlet-teşkilat, iktidar ve ihsan sahibi, vakarlı, çevresini ve ileriyi görebilen, bizi ilâh tanıyan, candan Müslüman, saygılı kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub’u da hatırlayarak insanlara anlat.” (Sad, 45)1
Evet, madem bu ayetle anmış olduk, İsrail’in kim olduğunu tekrar hatırlamış olalım: “Yakub Nebî”.
Yakub Nebî, kendisine suhuf da verilmiş peygamberlerden olan, Allah’ın “dostluk” lütfuna mazhar olmuş, pek çok kadim öğretide bir şekilde hikâyesine rastlanan İbrahim Nebî’nin oğlu İshak Nebî’den olma doğrudan yani birinci nesil torunudur. Yani bir peygamberin ailesinden olmak, ehli olmak, ehl-i beyti olmak demek, ille onun sülbünden gelmek değildir. Nitekim nasıl Nuh Nebî’ye yapılan hatırlatmayla sülbünden gelen ailesi kabul edilmemişse, İsrail’in oğullarını da bu şekilde ele almamız gerekmektedir.
Bu babda özellikle ifade etmeliyiz ki, bugün “İsrail” adı verilen devlet, sadece ve sadece bir kabulü sağlamak için bu ismi üzerine almıştır. Zira İsrail Devleti’ni kuran, bayrağını ve anayasasını belirleyen organizasyona dikkat ettiğimizde, İsrail’e yani Yakub Nebî’ye dair hiçbir nota yer vermemektedir. “İsrail” ismi, bugün “dinler arası diyalog” şeklinde bildiğimiz çapsızlığın zeminini hazırlamak için kullanılmış bir aparattır sadece.
1948’de, Osmanlı’dan koparılan ve adına “Filistin” denen topraklarda defacto bir biçimde kurulduğu ilân edilen devletin ismini “İsrail” koyan organizasyonun adı “Dünya Siyonist Kongresi”dir. Bu kongreye irade koyan ve idare eden kurucu akıl, dilese söz konusu devlete, kongreden ilhamla “Siyon (Sion/Zion) Devleti” ismini verebilirdi. Peki, bu isim neden kullanılmadı?
Bugün Gazze ve Batı Şeria’da yapılan zulmü kınayan Müslümanların dahi ağızlarında “Kahrolsun İsrail” sloganı, en çok kullanılan protesto cümlelerinden biri. Kabil’den, Harut’la Marut’tan, Firavun ve Haman’ın Mısır’ından ve Süleyman Nebî’den beridir “Kabala” diye de adlandırılan havass ve cifir gibi pek çok psişik enerji ve büyü virdlerine/ritüellerine son derece bağlı ve bu virdlerin adet ve frekansından açıkça korkan Siyonist Kabalist cemiyet bağlıları, “Kahrolsun İsrail” sloganı ile Müslümanların dahi bedduasını kendi üzerlerinden Yakub Nebî’ye yönlendirme derdinin peşindedirler de bu yüzden o devletin adını “Sion” değil, “İsrail” koymuşlardır.
Peki, binyıllar önceki ecdatlarının ismine böylesi bağlı olup da niçin o beddua ve hakaret dolu şikâyetleri sözde büyük büyük büyük babalarına yönlendiriyor olsunlar ki?
E demiştik ya, hikâye asıl Yûsuf Sûresi ile başlıyor. Zira Yûsuf Nebî, kendisine henüz peygamberlik vazifesi verilmeden kısa bir süre önce bir rüya görmüş, bunu babası Yakub Nebî’ye anlatmıştı. Kendisine anlatılan rüyaya Yakub Nebî’nin cevabı şöyle olmuştu: “Babası, ‘Oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana kötülük yapmak için sinsi plânlar hazırlarlar. Şeytan insanın açıkça düşmanıdır’ dedi (ve ekledi:) ‘İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki ecdadın İbrahim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.’” (Yûsuf, 5-6)
Ayette yer alan tavsiyeye dikkat kesilince aklımıza şu soru geliyor: Yûsuf (as) babasının tavsiyesine uymuş mudur, uymayarak kardeşlerine rüyasını anlatmış mıdır?
Yûsuf Nebî, Kur’ân’da erdem, bilgelik ve güzelliğiyle anlatılan, çocuk yaşta dahi bu üç hasleti daima yansıtan, babasının üzerine çokça eğildiği ve onu üzmemek üzere sahip olduğu tavırla aktarılan bir kişiliğe sahip. Babasının tavsiyelerine uyduğu, onu hep gözettiği ve bu yüzden babasından iltifat aldığını da buradan anlıyoruz. Ancak kardeşleri bunu anlamıyor, kendilerinin de babalarına ehil yani Yakub’un ailesinden olduklarını beyan ediyorlardı. Eğer iddiaları doğru olsaydı, Yakub Nebî neden Yûsuf Nebî’nin rüyasını yorumlarken “Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır” demenin yanında daha ileri bir tetiklemeyi önlemek üzere kendi ehli olanı korumak yoluna gitmişti? İşte buradan anlıyoruz ki, Yûsuf (as), rüyasını anlatmamıştı. Ve buna rağmen olanlar olmuştu: “(Kardeşleri) dediler ki, ‘Yusuf’la kardeşi, babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içinde. Yusuf’u öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) salih kimseler olursunuz’.” (Yûsuf, 8-9)
Çok enteresandır, Yûsuf Nebî’yi henüz çocukken kuyuya atarak ailesinden ayıran ve hayattan koparmayı amaçlayan bu kardeşler topluluğu, onun ölmesini ummalarına ve hiçbir haber almadıkları gibi haber alınmasını da engellemelerine rağmen çok ama çok ileri bir kine de sahiptirler ve biz bu kine yine Yûsuf Sûresi’nde şahit oluruz. Yıllar geçmiştir ve Yûsuf Nebî Mısır’ın azizi olmuştur da kardeşlerinin karşısına çıkmasına rağmen kardeşleri onu tanıyamamıştır. Zaten Yûsuf’un (as) öldüğüne de kanidirler. Ancak sûrede de anlatıldığı üzere, Yûsuf Nebî anne bir kardeşini kendi yanında tutup da kendisini kuyuya atanları imtihana çekmek üzere kurduğu oyunda baba bir kardeşlerine, kendi sakladığı su kabını anne bir kardeşinin yükleri arasında bulduğunu gösterince, onu kuyuya atanlar şöyle cevap vermişti: “Dediler ki, ‘Eğer o çaldıysa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı’.” (Yûsuf, 77)
Bu nasıl bir hınç, nasıl bir haset, nasıl bir nefret?
Aslında buradan anlaşılıyor ki, onlar Yûsuf Nebî’nin daha önce bir şey çaldığına inanıyor, babalarını da bunu görmemekle suçluyor, kendilerine haksızlık edildiğini düşünüyorlardı. İşte çalınan o şey, baba İsrail’den kendilerine geçmesini istedikleri bilgi, saltanat, miras, zenginlik, varlık veya her neyse o idi. Ve Yûsuf (as), güzelliğiyle babasından onu, baba bir kardeşlerindense geleceklerini çalmıştı. Onlar buna inanıyorlardı. Ve işte bundan sonra “Topraklarımızı çaldılar”, “Onlar yokken biz vardık”, “Biz daha önce oradaydık” hezeyanının başlangıç travması burada yatıyor.
“İsrail” ve “oğullarını” kısaca ele aldığımıza göre “Kudüs” konusuna gelebiliriz. Bu bölümde de kısaca Kudüs’ün ilk kuruluşuna değineceğim.
Ataları olduğunu ifade ettikleri Yakub Nebî’yi de ikiz kardeşinin anne karnındayken topuğunu tutup ondan erken doğduğunu ve peygamberlik sırasıyla birlikte onun bereketini de çaldığını uydurmuşlardır. Yani Yahudilere göre Tanrı, ne tercih ettiğini bilemeyen, peygamber dahi gönderirken iradesini yansıtamayan beceriksizin biridir. Sahi, bunların Tek ve Kudret Sahibi Allah’a iman ettiklerine nereden inanmalı?
Yahudilerin ilk yurdu Kudüs müydü?
Yûsuf Sûresi ile kestirebildiğimiz bir gerçek de, Yûsuf Nebî’nin kuyudan çıkarılıp da satılmak üzere getirildiği Mısır’dan evvel hayatını başka bir coğrafyada yaşadığıdır. Birtakım kaynaklara göre bu coğrafya “Kenan” şeklinde tanımlanmaktadır. Kenan adı verilen bu bölgenin net şekilde Kudüs yahut Filistin yahut Maveraünnehir veyahut da bugün Ortadoğu diye bilinen bölge olduğuna dair net bir veri yoktur. Her ne kadar İbrahim Nebî’nin Şanlıurfa ve civarında yaşadığı kayıtlı olsa da bu, onun yaşadığı diyarlardan sadece biridir. Zira Kâbe’yi inşâ etmesinden dolayı bugünkü Arap yarımadasında net şekilde bulunduğunu biz bilsek de Yakub ve İshak Nebîleri kabul eden diğer inançların bağlıları, onun Kâbe’nin inşâ ve onarımıyla ilgilenmediğini, İsmail adındaki oğlunun bir peygamber olmadığını, soyunun da hiç mühim olmadığını düşünüyorlar. Öyle ki, İsmail Nebî’nin kurban edilmesi hâdisesini İshak Nebî ile anıyor ve iki kardeş arasında dahi ırkçılığa soyunarak hatıra soygunculuğuna girişiyorlar. Ayrıca Eski Hint kaynaklarında, İbrahim Nebî’nin bugünkü Hindistan’da yaşadığına dair ciddî veriler yer alıyor. Elbette onun ardından İshak Nebî’nin ve onun ardından da Yakub Nebî’nin bulunduğu diyardan göç ederek farklı bir coğrafyaya yerleşip tebliğde bulunması mümkün. Bu yer bugünkü Ortadoğu ve de Kudüs civarı da olabilir. Ancak ifade ettiğimiz gibi net değil.
Yûsuf Nebî’nin Mısır’da kabul görmesi ve aziz olarak bilinmesi, ülkenin hazinesinden sorumlu olması gibi nedenlerle Yakub Nebî’nin diğer oğulları ve kendisine tâbi olan bütün topluluğuyla (kavmiyle) Mısır’a yerleşilmiş olması mümkün. Kaldı ki, tarihî belgeler de bunu gösteriyor. O döneme kadar İsrail yani Yakub Nebî’nin oğullarından Yahuda’ya nispetle “Yahudi” denilen kavme ne daha önce bu topraklarda yani Mısır’da rastlanılmış, ne de Mısır’dan evvel başka bir coğrafyada.
Evet, bu detay bizi özel bir gerçeğe götürüyor: Yûsuf Nebî’nin Mısır’da bulunuyor olması nedeniyle Mısır’a yerleşen Yakub kavmi, artık burada yani Mısır’da bir liderlik dönüşümü yaşayarak yeni kimliğinin de sahibi oldu. Yakub yani İsrail kavmi, babadan sonra ehil oğulla devam eden gerçek tebliğe iman ederek Yûsufî yani “Yûsuf’tan taraf” olmak yerine, Yûsuf’u kuyuya atıp bir de “Onun bir kardeşi de çalmıştı” iftirasında sabit duran kardeşlerden biri olan Yahuda’ya bağlanarak Yahudî yani “Yahuda’dan taraf” olmayı seçmişti. Ve bu seçim, Mısır’da yerleşik bir kavim olmakla tamamlanmıştı. Böylece “Yahudiliğin varlığı ilk olarak Mısır’da görülür”, hatta “Ancak bu şekilde görülebilir” demek mümkündür. Öyleyse Yahudilerin ilk yurdu Kudüs değildir. Olamaz!
Yıllar sonra bu topluluğun/kavmin Mısır’da genellikle kölelik yapan bir nitelikte olduğuna dair tarihî belgelerin varlığını biliyoruz. Kuvvetle muhtemel, başlangıçta Yûsuf Nebî’nin yakınları olmaları hasebiyle onun iktidarda olduğu ve Mısır halkının da Müslüman yani Yûsuf Nebî’nin dinine (İslâm’a) iman ettiği süreçte bu ülkede rahatlardı. Zira Kur’ân özel bir detayla Mısır hükümdarlarından mutlaka “firavun” diye bahsederken, bir Mısır hükümdarı olmasına rağmen Yûsuf Nebî’ye tâbi olup dinine iman ettiği için rüyasıyla meşhur hükümdar yine Kur’ân’da özellikle “melik” unvanıyla anılır. Yine kuvvetle muhtemeldir ki, Yûsuf Nebî’nin baba bir yakınlarına ve ailelerine bu yüzden ihtiram gösterilmiş olabilir o melikin döneminde.
Ancak Musa Nebî’ye dair kıssaların aktarıldığı özellikle Bakara ve Âl-i İmran ile diğer sûrelere baktığımızda, böyle bir ihtiramın artık kesinlikle olmadığına kaniyiz. Kavmin büyük, hatta belki binlerce yıllık bir dönüşüm geçirmesi dahi mümkün. Zira Musa Nebî’nin kardeşi Harun Nebî’ye bırakıp da farklı bir yolculuğa çıktığı süreçte Harun Nebî’nin şahit olduğu altın buzağı sapkınlığı, net şekilde Yûsuf Nebî’yi tercih etmeyip Yahuda’ya bağlı olarak Yakub Nebî’nin dinini de unuttuklarını, Yakub Nebî’nin tebliğinden bir şey hatırlamadıklarını, İslâm’sızlaşarak Mısır’ın melik olan değil, firavun olan hükümdarlarının halklarına dikte ettikleri inançlara kaydıklarını görüyoruz.
Musa Nebî’nin kıssasının anlatıldığı sûrelerden işaretlerle yola devam edelim ki bulalım “Kudüs neresi, Mescid-i Aksâ ne”…
Musa Nebî, ilk vazife olarak Mısır’da Firavun ve onun varlığına iman edenlere, bütün Mısır halkına, Mısır’da yaşayan ve kendilerine “Yahudi” diyenlere tebliğini yapmış, Firavun’a karşı mücadele vermiş ve nihayet kendisine uyanlarla Kızıldeniz’den de geçerek Mısır’dan çıkmıştı. Yine anlıyoruz ki, Yahudiler Musa Nebî ile de Kudüs’e yerleşmemişler. Başlarından geçen pek çok duruma Kur’ân açıkça yer verirken, Tevrat ve İncil’de de kendileriyle ilgili oldukça fazla bilgi yer alıyor. Kur’ân’ın verdiği bilgiler dışındakilerin ne kadarının doğru olduğunu bilemiyoruz.
Musa Nebî’ye “Sen ve Rabbin gidin ve bizim için savaşın” diyen, “Artık bıldırcın ve kudret helvası yemekten bıktık” gibi birçok nankörlüğüyle dile gelen Yahudilerin Kudüs’le tanışmadan evvel, Musa Nebî’nin risaletinden yıllar sonra, tıpkı Musa Nebî’ye yaptıkları itirazlarda olduğu gibi, bir zalime (Calut’a) karşı savaşmalarını tavsiye eden bir peygambere yine itiraz ettiklerini görürüz. Kendi tahrif ettikleri kitaplarıyla bu peygamberin de Musa Nebî olduğunu iddia ederlerse de Kur’ân’da böyle kayıtlı değildir. Bu mühim değil gibi görünebilir, ancak tarihi ve seyrini tahrif etmek de arada geçen yıllarda neler olduğunu gözden kaçırmaya sebep olur. Oysa huysuzlukları Hazreti Yakub’a yaptıkları saygısızlıklarla başlar, Hazreti Yûsuf’a yaptıkları komployla devam eder, Hazreti Musa’ya ihanetleriyle sürer, Hazreti Harun’a attıkları iftiralarla azgınlaşır ve asla burada da kalmaz.
Calut’un zulmüne ve güçlü ordularına karşı, kendilerine tebliğde bulunan peygamberden kendileri için bir lider tayin etmesi hakkında Allah’tan yardım dilemesini isterler. Bu peygamber onlara, Allah’ın kral olarak Tâlût’u seçtiğini haber verir. Fakat onlar bu göreve kendilerinin daha lâyık olduğunu ileri sürerek Tâlût’un krallığına karşı çıkarlar. (Yûsuf Nebî’yi hırsızlıkla itham etme huyu yine devam etmektedir.) Peygamber de onlara, Allah’ın Tâlût’u üstün kıldığını, ona ilim ve beden gücü verdiğini söyler; ayrıca onun hükümdarlığının işareti olarak içerisinde “sekîne” ile Musa ve Harun ailelerinden kalan eşyanın bulunduğu tabutun (Ahid Sandığı) geri verileceğini ve tabutu meleklerin taşıyacağını bildirir (Bakara, 246-248). Sonunda Tâlût, Calut’un (Golyat) ordusuyla savaşmak üzere yola çıkar; askerlerine Allah’ın kendilerini bir nehirle imtihan edeceğini söyler ve nehirden bir avuçtan fazla su içmemelerini ister. Ancak askerlerin çoğu nehrin suyundan bol miktarda içer ve Calut’a karşı savaşma güçlerini yitirir. Tâlût’un uyarısını dikkate alanlar ise nehri geçip Calut’un ordusuyla savaşır. Calut’un karşısına çıkan Davud isimli bir genç, onu öldürür (Bakara, 249-251).2
Bu konuya dair içeriğini değiştirerek, ekleyerek, çıkararak ve bozarak “Ahd-i Atik” adını verdikleri Tevrat’ta Tâlût’a onlarca iftirada bulundukları görülür. Zira Yûsuf Nebî’ye de, Harun Nebî’ye de kolaylıkla iftira edebilmişlerdir, Tâlût da onların gözünde herhangi bir kimsedir ve elde ettiği zafer umurlarında değildir. Zaten onlar için hiçbir şey umur meselesi değildir. Ataları olduğunu ifade ettikleri Yakub Nebî’yi de ikiz kardeşinin anne karnındayken topuğunu tutup ondan erken doğduğunu ve peygamberlik sırasıyla birlikte onun bereketini de çaldığını uydurmuşlardır. Yani Yahudilere göre Tanrı, ne tercih ettiğini bilemeyen, peygamber dahi gönderirken iradesini yansıtamayan beceriksizin biridir. Sahi, bunların Tek ve Kudret Sahibi Allah’a iman ettiklerine nereden inanmalı?
Calut’u yenip de yerleştikleri ülke yine Kudüs değildir. Ona karşı savaşan Tâlût’un ordusunda yer alan ve Calut’u öldürmeyi başaran Davud (as) hakkında Kur’ân doğrudan bir bilgi vermez. Yahudi kaynakları ise onun Yakub Nebî soyundan değil, kendilerine isim babası olan Yahuda’nın soyundan geldiğini izah eden ifadeler barındırır. Tâlût’u görmezden gelmek için Davud’un kahramanlığını öne çıkarmak işlerine gelmiştir zira.
Burada bir detayı hatırlatmakta fayda vardır. Yahudi bilinç, toplumsal zihni dönüştürmek ve elde tutmak adına daima psikoloji-edebiyat-tarih motorları üzerinde çalışmıştır. Buna göre ortaya çıkardığı ürünleri ileri ajitasyon ve pazarlama teknikleri yürüterek satabilmiş, kendisine alıcı bulabilmiştir. Bugün dahi bu bilincin işlediğini ve çocuklardan yaşlılara, kadınlardan erkeklere söz konusu tekniklerle alan bulduğunu görürüz. Son devirde Hitler adındaki cani de onlara hizmet etmiştir, Stalin de. Bu durumun en çarpıcı örneği, Kur’ân’da da anıldığı üzere, Musa Nebî’yi Firavun’un adamını istemeden öldürmesine neden olan olaydır. Daha sonra fark edilecektir ki, iki kişinin tartışmasında Firavun’un adamı değil, Musa Nebî’nin korumaya çalıştığı Yahudi suçludur.
Yahudi bilinç, kendi menfaatini sürdürene kadar bir figürü kahraman yapabilir. Kendi menfaatine aykırı manzarayı gördüğünde o figür, arka plân oyuncusu olarak kalamayacak, rezil edilmesi gereken bir aparat hâline getirilecektir. Nitekim Tâlût’u unutturma pahasına öne çıkarılan Davud’un (as) bir peygamber olarak Allah’ın hukukunu koruduğu anlaşıldığında Yahudi için Davud Nebî de artık hayattan çıkarılması gereken ve bunun için saldırının odağına konulması icap eden hedeftir.
Öyle ya, biz Kur’ân’da Hazreti Davud’un, Calut’u öldürdükten sonra Tâlût’un üzerine bir hükümdar olduğunu görüyor, özellikle kendisine karşı yapılan adalet imtihanıyla Allah’tan adalet hakkında esirgeme talep ettiğini öğreniyoruz. Hazreti Musa ile Yahudi’nin Yahudi’yi tutması gerektiğini beyan eden Yahudi bilinç, Hazreti Davud’un zulmeden Yahudi’yi tutmayacağını ve tutmadığını görmüştür. Bu yüzden alçak bir iftirayı ona da atmaktan çekinmemiştir.
Şimdi şu noktayı kaçırmayalım: Davud Nebî o kavme hükümdar oldu fakat o kavim Davud Nebî’yi bir türlü o adalette sabit oluşundan dolayı benimseyemedi. Öyle ki, Davud Nebî mescit inşâ etmeye başladığında kendisine yardımcı kimseyi bulamadı. Mescidin inşâsını tamamlayamadan ukbaya göçtü.
“Mescit” demişken, hangi mescitten bahsettiğimiz anlaşılmıştır sanırım. Evet, Mescid-i Aksâ’dan bahsediyoruz. Ve henüz ortada Kudüs yok. Mescid-i Aksâ olmalı ki bir Kudüs olsun. Davud Nebî’den olma Süleyman Nebî, emrine verilen hizmetlilerle Mescid-i Aksâ’yı tamamladı. Yahudi bilinç Süleyman Nebî için de işliyordu. Hakkında uydurmadıkları iftira kalmamıştı. Sarhoşluğundan küfrüne, zulmünden kadın düşkünlüğüne günah içinde yüzen bir peygamber tasviri vardı gözlerinde. Bir de Sebe Melikesi’ni (Belkıs’ı) hatunu yapmıştı ki, Yahudi’de kadın mı yoktu?
İftiraları bir kenara bırakalım, şu önemli detay çok önemli: Hazreti Davud da, Hazreti Süleyman da, bizzat üzerinde özgürce oturdukları ilk devletin birinci ve ikinci, baba-oğul, hem birer peygamber olarak hükümdarlarıydı. Ve “Kudüs” adlı şehri yahut devleti veyahut da asıl adıyla mülkü ilk defa bu iki melik peygamber inşâ etmişti. Tâlût’un liderliğindeki küçücük bir ordunun Calut’u ve ordusunu yendiğini, devletini ortadan kaldırdığını belirtmiştik. Öyleyse Mescid-i Aksâ’nın Davud ve Süleyman Nebîler tarafından inşâ edildiği topraklarda ikâmet eden topluluklar (bir toplum, ülke) vardı.
Buradan şu sonuçları çıkarmak zorundayız: Birincisi, Kudüs’ün ilk Müslüman fatihi Hazreti Davud’dur -ki o imar etmeye başlamıştır-. İkincisi, Yahudiler için adı “Süleyman Mabedi” olan bir mescit yoktur. Bugün Kudüs’te Siyonistlerin aradıkları şey Süleyman Mabedi değildir. Süleyman Mabedi zaten bizzat Mescid-i Aksâ’dır. Fark etmişsinizdir, “Yahudilerin aradıkları” demedik, “Siyonistlerin aradıkları” dedik. Siyonistler, Mescid-i Aksâ bölgesinde, Kudüs’te Sion zigguratlarını yeniden inşâ etmek hevesi içindedirler. Ve üçüncüsü, Kudüs, Yahudilerin bizzat inşâ edip de yapılandırdıkları bir yer değil, hâlihazırda başka bir kavmin zaten ikâmet ettiği bir bölgedir. Öyleyse “Buranın esas sahibi biziz” iddiası boştur.
İzzeddin El-Kassam, 1892’de, bugün Suriye’deki Lazkiye’de dünyaya gelmiş, Devlet-i Âliye’nin Genelkurmay Başkanı olan Enver Paşa’ya sadakatle bağlı bir mümin saha ve dâvâ adamı, derin bir imam-hatiptir. Türk Devleti’nin mücadele mirasını bugünkü Ortadoğu’da görmek isteyen, Suriye Millî Ordusu’nun kurucu unsurlarından Sultan Murad Tugayı ile Gazze’deki İzzeddin El-Kassam Tugaylarına bakabilir.
Kudüs’teki kısa Yahudi tarihi ve Filistin
Süleyman Nebî’den sonra Kudüs’te Yahudiler çoğaldılar. Üzerinde yaşadıkları devletin adı ne İsrail oldu, ne Yakub oldu, ne Musa oldu, ne Davud oldu, ne de Süleyman oldu. Ancak daima bu peygamberlerin remizlerini taşıyarak kendilerine asalet biçtiler. Dedik ya, Yahudi bilinç daima psikoloji-tarih-edebiyat motorlarıyla oynadı, algıyı elinde tuttu. Kinini daima diri tutmayı da bildi. Bu kin anlamında bölgede kurulu devletin isminin “Yahudiyye” yahut “Yahuda Devleti” olarak kullanıldığını tarih kaydetmiş vaziyette.
İçinde Kudüs’ün olduğu bölge birçok işgal ve fetih hareketi yaşadı. Asur, Akad, Sümer, Sasani ve Roma’ya bağlı olduğu dönemlerde çok ileri zulümlere maruz kaldı, yıkıldı, yakıldı. Hazreti İsa’nın doğumunu ve Kur’ân’ın ifadesiyle göğe alınışını da gördü. O dönemde tarihî kayıtlar Roma İmparatorluğu’nun bölgenin hâkimi olduğunu yazıyor. Asur-Sümer ve Roma dönemlerinde bölgeden sürüldüklerini de, Sasani (Pers) hükümranlığında yeniden bölgeye döndüklerini de bu kayıtlardan öğreniyoruz. Ve şunu biliyoruz: Sürgün edildikleri dönemlerde dünyanın dört bir yanına göç ettiler.
Hazreti Ömer’in başında olduğu İslâm ordularının fethiyle Hazreti Davud ile Hazreti Süleyman’dan sonra ilk kez yeniden İslâm toprağı olan Kudüs, Haçlı Seferleri ile Hıristiyanların eline geçmişti. Kudüs’te müstakil bir krallık kuran Hıristiyanlara cevap, bu kez Selahaddin-i Eyyubî komutasındaki İslâm Ordularından gelmişti. Daha sonra Abbasî Hilâfeti tarafından Tolunoğulları ile Türklerin idaresine verilen Kudüs, Memlüklerle yine Türk hâkimiyeti gördü. Bugünkü Diyarbakır’dan bugünkü Muş sınırlarındaki Malazgirt’e (kuzeye) yönünü değiştirerek Bizans ordularını karşılayan Sultan Alparslan’ın derdi de Kudüs’ü ve etrafı temiz ve bereketli kılınmış olan Mescid-i Aksâ’yı muhafaza etmekti. Bu muhafazanın ikramı, Anadolu’nun Müslüman Türklere ikram edilmesi olmuş, Miryakefalon’daki zaferle Anadolu tamamıyla Türk yurdu olmuştu.
Selçuklu ve Osmanlı için de Kudüs en önemli değerlerden, mukaddeslerdendi. Sultan Selim Han ile ilk kez Osmanlı Hilâfetine de geçmiş olan Kudüs için tarihte kayıtlı en uzun barış dönemi başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’na dek işleyen bu barış ortamı casusluk oyunlarıyla bozuldu ve İngilizlerin işgal ettiği Harameyn toprakları Osmanlı Hilâfeti’nin egemenliğinden koparıldı. İngilizlerin İslâm’dan koparmak düşüncesiyle “Kudüs” diye anılan bölgeyi Antik Yunan’a bağlayarak “Filistin” şeklinde anması da bu döneme rastlar. Kaldı ki, Batılı kaynaklar Rönesans sonrasında bölgeye yeniden “Palestine” yani “Filistin” demişler, İslâm kaynaklarının “Mescidü’l-Kuds” yani “kutlu/temiz mescit” şeklindeki isimlendirmesini tanımayarak, bölgede Müslümanlar hâkim olmalarına rağmen Eski Mısır ve Antik Yunan isimlerini özellikle kullanmışlardır. Bu anlamda “İsrail” isimlendirmesi nasıl özellikle İngilizler eliyle desteklenmişse, “Filistin için özgürlük” sloganını Müslüman dillere attıran akılda da İngiliz taktiğini görmekteyiz. Kaldı ki, Filistin bayrağında yer alan en üstteki siyah şerit, Osmanlı Hilâfeti’ine karşı açılan isyan bayrağından ileri gelen bir düşünceyi taşımaktadır.
Hamas, Aksa Tufanı Operasyonu ve son söz
Buradaki ifade asla “Araplar bizi arkamızdan vurdu” iması taşımamaktadır. Hatta bölgenin tarihi, bölgeye yüzyıllarca Türklerin hâkim olduğunu ve dolayısıyla bölgede Türk nüfusunun da yer aldığını göstermektedir. Dolayısıyla bugün “Filistin” olarak bilinen ülkenin nüfusunun ata kayıtlarının kimlere dayandığı ayrıca araştırılmaya muhtaçtır. 1948’de İkinci Dünya Savaşı’nın bir nimeti olarak bölgeye getirilen Aşkenaz Yahudileri üzerinden tanımlanan ve bütün dünyanın tanıdığı İsrail adlı devlet tarafından özellikle 1967’de başlatılan Siyonist terör her ne kadar Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından karşılık bulmuş ve Filistin savunulmuş olsa da, Siyonist işgal genişlemiş, FKÖ adeta devre dışı kalmış, Filistinli gençler işkencehanelerde dönüştürülmüştür.
Bugün Gazze Şeridi ve Batı Şeria olarak iki bölgeli bir bölük devlet olarak BM tarafından tanınmayan Filistin’in talihini döndürmek isteyen Hamas ise bugün bir terör örgütü olarak görülmekte, neredeyse İslâm ülkelerinde dahi Siyonist katliamlar görmezden gelinerek cinayet sadece Hamas ile anılmaktadır.
Oysa ilk olarak Hamas, sadece Gazze Şeridi’nde etkinliği olan bir siyâsî partidir. Filistin Devleti’nin bir ordusu yoktur ve güvenliğini sözde “İsrail polisi” diye bilinen terör milisleri sağlamaktadır(!). Baskınların, tecavüzlerin, işkencelerin, kadın ve çocuk ölümlerinin yaşandığı Gazze ve Batı Şeria’da bir güvenlikten bahsedilebilir mi? İşte Hamas, kendisine fikren bağlı olan İzzeddin El-Kassam Tugayları ile en azından bir müdafaa mekanizması oluşturmuştur.
İzzeddin El-Kassam, 1892’de, bugün Suriye’deki Lazkiye’de dünyaya gelmiş, Devlet-i Âliye’nin Genelkurmay Başkanı olan Enver Paşa’ya sadakatle bağlı bir mümin saha ve dâvâ adamı, derin bir imam-hatiptir. Türk Devleti’nin mücadele mirasını bugünkü Ortadoğu’da görmek isteyen, Suriye Millî Ordusu’nun kurucu unsurlarından Sultan Murad Tugayı ile Gazze’deki İzzeddin El-Kassam Tugaylarına bakabilir.
Devir, komplo teorileri üreterek kardeşini uzaktan izlemek değil, Siyonist’in Siyonist’i tuttuğu devirde aynı bilince sahip olarak kardeşimizin yanında durmak devridir.
1Ahmet Tekin’in kaleme aldığı meali bu ayeti ele alırken baz almayı daha uygun gördüm. “Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim’i, İshak’ı ve Yakub’u da an” şeklindeki meal de Diyanet Meali’nde yer alır ve birbirinden elbette ayrı değildir. İdraki daha da sağlamlaştırmak için Tekin mealini baz almaksa iyi niyetimizdendir.
2İslâm Ansiklopedisi, Tâlût