Kudret ve bilgi ayrımında ince bir yol

Hazreti Süleyman’ın bir hata karşısında gösterdiği ilk tepki olarak parmak sallamadan ve aba altından sopa göstermeden sakince duruşu ve ardından meydana gelebilecek yaptırımlar için öncelikle bir beyan hakkı tanıması, gerek hukukî, gerekse sosyo-psikolojik açıdan bir ders niteliğindedir.

GÖĞÜN boşluğunda uçan kuşlara istikamet veren Allah, kalbimizin boşluğunda uçan kuşlara da bir rota çizmiş midir? Kelâmın kanatları hangi diyarlara taşır bizi? Peki, ya Hüdhüd? Konar mı siyah beyaz alacalı kuyruğu ile gurbetin pervazlarına? Veyahut rahmet ve hidayet rehberi Kur’ân’dan bir ışık olup süzülür mü aklî/mistik seferlerimize?

Allah’ı arayışın ne güzel bir örneğini temsil eder Hüdhüd, değil mi? Ve tasavvufî kaynaklarda, “başında hakikat tacı taşıyan bir kuş” olarak gösterilen Hüdhüd, hem çok asi, hem de kuşların büyüklükçe en küçüğüne verilen isimdir. İzin almayı çok sevmediği için beklenmedik olayların da yegâne habercisidir ki gönül otağına sevgiliden haber getiren de o olmuştur.

Derin bir ilhamın sembolü olan Hüdhüd, Hazreti Süleyman kıssası ile birlikte yer alır Kitabullah’ta. Peygamber kıssalarında Allah bir şey anlatır, insanlar sadrı kadar hisse alırlar. Kişi nasibi kadar anlar, tefekkürü kadar çoğalır ve böylece ufku genişler. Ufkunun genişlemesi de yetmez, kıssalardan anladığı ile amel etme gayretine duçar olur. En kıymetlisi de işte budur.

Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta kral, İslâm’da ise hükümdar-peygamber olarak kabul edilen Hazreti Süleyman, dillere destan muazzam bir saltanatın sahibiydi. Rüzgâr emrine amadeydi. Kuşların diline vâkıf idi. Rivayet odur ki, Hazreti Süleyman, Mescid-i Aksâ’nın inşaatının bitmesiyle cinler, insanlar ve kuşlardan meydana gelen ordusu ile birlikte Mekke-i Mükerreme’ye doğru bir şükür nişanesi olarak yolculuğa çıkar. Hatta Gül-i Rânâ Efendimiz Hazret-i Muhammed’in (sav) o kutlu diyarı teşrif edeceklerini de haber verir. Bu yolculuk esnasında çok hoş bir vadiye gelirler. Hazreti Süleyman orada namaz kılmak ister. Ancak ordunun içerisinde abdest alınacak temiz suyun yerini tespit etmekle görevli olan Hüdhüd’ü göremez. Çünkü Hüdhüd, etrafı dolaşmak suretiyle yerinden ayrılıp gitmiş, diğer kuşların arasına karışmıştır; yaratılan her varlığın kendi türüyle hemhâl olması, kalıpsız ve kuralsızlığa meyletme iç güdüsü gibi… İnsanların fıtrî olarak kendilerine benzeyen insanları bulması, akarsuların denize ulaşması, bazı denklemlerin çarpanlarına ayrılması gibi… Çünkü o Rahmânî perdenin arkasında çekici bir güç, her iki tarafı birbirine iter. İyiler iyileri çeker, güzeller güzeli, müminler mümini… Pencerede biriken su damlaları gibi fıtratlar da eğime göre yol alır.

Her şey ruhî kodlarına yatkın amelleri çeker. Amel, insan/hayvan ve mekân arasında görünmeyen bir bağ vardır. Ve belki de Belkıs’la Süleyman’ı (as) da birbirine çekecek gücün hikmeti, sadece hükümdar oluşlarından değil, içlerindeki duygusal fıtrattan mülhemdi. Hüdhüd de bir an kendini hemcinsleri arasında bulmuş, gittiği, gezdiği yerlerde, gördüğü manzaralar karşısında hayran kalmıştır.

Süleyman (as) ne kadar aradıysa da Hüdhüd’ü bir türlü bulamamıştır. Ayet-i kerimelerde bu hâl şöyle bildirilir: “(Süleyman) kuşları teftiş etti ve şöyle dedi: ‘Bana ne oluyor ki Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?’” (Neml, 20) Bir şefkat ve nezaket barından “Bana ne oluyor ki?” ifadesi, kendisinden izinsiz olarak ayrıldığını öğrenince ordu düzenini sağlamak için gerekli bir disiplin ifadesine dönüşecekti: “Ya bana mazeretini gösteren apaçık bir delil getirecek ya da onu şiddetli bir azaba uğratacağım yahut boğazlayacağım!” (Neml, 21)

Hazreti Süleyman’ın bir hata karşısında gösterdiği ilk tepki olarak parmak sallamadan ve aba altından sopa göstermeden sakince duruşu ve ardından meydana gelebilecek yaptırımlar için öncelikle bir beyan hakkı tanıması, gerek hukukî, gerekse sosyo-psikolojik açıdan bir ders niteliğindedir. Biraz sonra Hüdhüd kuvvetli delilleriyle çıkagelir: “‘Ben Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve mühim) bir haber getirdim’ der.” (Neml, 22) Meğer ortadan kaybolduğu sırada diğer kuşlar onu Sebe Melikesi Belkıs’ın sarayının bahçelerinde gezdirmişler. Sebe, Belkıs’ın yönettiği, Hüdhüd’e göre hidayet üzere olmayan bir ülkenin başkenti. Hüdhüd, gördüklerini Süleyman’a (as) anlatmaya devam etti: “‘Gerçekten, onlara hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım. Onun ve kavminin Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidayeti bulamıyorlar.’” (Neml, 23-24)

“Süleyman Hüdhüd’e dedi ki, ‘Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız’.” (Neml, 27) Duyduğu bir haber karşısında mevzuyu araştırmaya ve incelemeye yönelik bir girişimde bulunması, Hazreti Süleyman’ın kıvrak zekâsı ve karmaşık meseleleri çözüme kavuşmakta mahir oluşu ile ilişkilendirilebilir. Süleyman (as) oturur ve Sebe Melikesi Belkıs’a “Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm” ile başlayan bir mektup yazar. Yüzüğünde yer alan mührü mektubun üzerine damgalar. Mektubu Belkıs’a götürmesi için Hüdhüd’e verir. Mektubu onlara götürmesini ve bir müddet olacakları gözlemlemesini emreder.

Hüdhüd mektubu alır ve Belkıs’ın o meşhur tahtının üzerine bırakır. Belkıs odasına girip tahta yöneldiğinde mektubu görür. Adamlarına sorar: “Bunu kim bıraktı buraya?”

“Efendim, kapıda nöbetteyiz, biz görmeden kimse içeri giremez, belli ki bu başka bir şekilde gelmiş” dediler.

Hüdhüd bir köşeden olacakları seyrediyordur. Belkıs mektubu açar, şaşkınlık içerisinde okur. Derhâl kavminin ileri gelenlerini toplar. Onlara, “Beyler, ulular! Bana çok önemli (şerefli) bir mektup bırakıldı” der, mektup Süleyman’dandır ve “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlamaktadır” (Neml, 29-30).

Allah’ın adı karşısında titreyen bir kalbin serencamı idi bu yansıyan. İkna olmaya meyyâl bir duruşun sinyalleriydi bu heyecan: “Şerefli bir mektup bırakıldı…”

Belkıs’ın dalâletten hidayete geçiş sürecinde bu sözün tesiri müfessirlerce apaçık resmedilmektedir. Yani hürmet mukabilinde hidayetle şereflendiğine işaret edilmektedir. Ve yine müfessirlerce bunun benzer örnekleri de mevcuttur. Hazreti Musa ile Firavun’un sihirbazları karşı karşıya gelince, “Ya Musa, önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” diyerek gösterdikleri nezaket ve akabinde imanla müşerref olmaları benzer bir hâdisedir. Allah dostlarından Bişr-i Hafî’nin, üzerinde “Allah” yazılı bir kâğıdı yerden alması, temizleyip güzel kokular sürmesi ve bu hürmet dolu tazimi sebebiyle büyük mükâfatlara nail olması benzer bir misâldir. Nice kimse salihler kervanına böyle dâhil olmuştur.

Belkıs’ın mektubu şehrin ileri gelenlerine okuması ve onların fikirlerini sorması, İslâm literatüründe “istişare” ile karşılık bulur. İstişare, onur ve haysiyetin muhafazasında toplumsal bir girişimdir. Duyulacak bir pişmanlık karşısında toplu alınmış kararlar vicdanî tahribatı önleme statüsündedir. İstişarenin kiminle ve ne maksatla yapıldığı da önemlidir. Liyakat sahibi mi, bir bakılmalıdır. Derin telakkileri olmalıdır. Yanlış milletlerle yapılan şûrâların bir ülkeyi erozyona götürebileceği unutulmamalıdır.

“Belkıs dedi ki, ‘Beyler, ulular, bu işimde bana bir fikir verin! (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir iş hakkında kesin karar vermem’. Onlar şu cevabı verdiler: ‘Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız. Buyruk ise senindir, artık ne buyuracağını sen düşün.’” (Neml, 32-33)

“Melike, ‘Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhâlde) onlar da böyle yapacaklardır. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler’ dedi.” (Neml, 34-35)

“(Elçiler hediyelerle) Süleyman’a gelince, (onlara) şöyle dedi: ‘Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Ama siz, hediyenize güveniyorsunuz.’” (Neml, 36)

“‘(Ey elçi!) Onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak surette hor ve hakir hâlde oradan çıkarırız!’” (Neml, 37)

Elçiler, Melike’ye varıp Süleyman’ın (as) dediklerini anlattıklarında, o, “Niyetimizi anlamış olmalı. Vallahi bu sadece bir melik değildir, biz bunun karşısında duramayız!” dedi ve tekrar bir elçi göndererek, “Kavmimin beyleri ile huzuruna geliyorum. Buyruğunu ve davet ettiğin dinini görmek istiyorum” haberini yolladı. Hazreti Süleyman’ın bir nevi “rüşvet” diyebileceğimiz bu yaklaşım karşısında sergilediği tavır bizim için bir ders, Belkıs içinse hayranlık niteliğindedir.

Belkıs, o çok sevdiği meşhur tahtını muhafazalı bir odaya kilitlettirdi ve büyük bir kalabalık ile Süleyman’ın (as) yanına gitti. Süleyman (as) yanındakilerden, Belkıs’ın Sebe’de bulunan tahtını getirmelerini istedi. Süleyman (as) dedi ki, “Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir?”. Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz” dedi (Neml, 38-39).

Rivayete göre Hazreti Süleyman, sabahları tahtına oturur, idarî işleriyle meşgul olur, öğleye doğru tahtından kalkardı. Buna göre ifrit, Hazreti Süleyman’ın tahtını sabah ile öğle arasındaki kadar bir zamanda getirebileceğini söylemekteydi. Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi. Süleyman (as) başını yan tarafına çevirmesiyle tahtı yanı başına yerleşmiş gördü.

Bu zâta nasıl bir ilim verildiğini bilmiyoruz fakat verilen bu ilimle göz açıp kapayıncaya kadar tahtın Süleyman’a (as) getirildiğini biliyoruz. Bu, insan aklının vakti gelince eşyayı ışınlayabileceğine dair kuvvetli bir işaret olup, aynı zamanda cinlerin sanıldığı kadar bilgi sahibi olmadıklarının da delilidir. Bir diğer husus ise, bu bilginin Süleyman’da olmadığıdır. Demek ki en kudretli sanılanlar da birçok noksanlığa sahiptirler.

Belkıs, kavminin ileri gelenleriyle birlikte Hazreti Süleyman’ın huzuruna, Filistin’e geldiği vakit, Hazreti Süleyman’ın sarayı çok haşmetli, göz kamaştıran bir saraymış. Sarayın girişine, içerisinde türlü türlü su canlılarının yer aldığı, uzunca kanal şeklinde bir havuz yapılmış. Onun üstüne kristalden şeffaf ve mukavemetli bir zemin yapılmış. O zemin üstünde yürüyormuş insanlar. O kadar gerçeğe benziyormuş ki suya girdiğini sanan Belkıs, bir zarafet tablosu gibi, ıslanmasın diye eteklerini toplamış. Bu kıssanın ikinci en önemli mesajı da budur. Yani bilginin zamanla bu şekilde bir malzeme yapacağına dair… Ki günümüz teknolojisi bunu yakalamış durumdadır. Bu durum ayette şöyle geçer: “Ona, ‘Köşke gir’ denildi. Melike salonu görünce onu derin bir su sandı ve eteğini yukarı kaldırdı. Süleyman: ‘Bu, billurdan yapılmış şeffaf (mücellâ) bir saraydır.’” (Neml, 44)

Hazreti Süleyman, Belkıs’ın tahtını biraz değişikliğe uğratarak ona orada göstermişti: “O da, ‘Senin tahtın böyle midir?’ dedi. O ise, ‘Tıpkı benim tahtım gibidir’ dedi…”

Belkıs, İlâhî dinin güç ve ihtişamı karşısında görünce dua ve teslimiyetle şöyle demiştir: “Rabbim, muhakkak nefsime zulmetmişim. (Artık) Süleyman’la beraber (maiyetinde) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.” (Neml, 44)

Kudret ve bilgi ayrımında teslimiyet, böylesi ince yollarda işlenirdi bazen…