
BİRÇOK
Alman, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın kaderini belirleyen Versay
Barış Antlaşması’nı Almanları ezen ve neredeyse onursuz bırakan bir antlaşma
olarak kabul eder. Hatta kimine göre, Hitler ve onun gibi düşünenlerin en net
gerekçesi, doğrudan Versay Antlaşması’nın varlığıdır.
Versay’a
göre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tamamen ortadan kalkacak ve Weimar
Cumhuriyeti adında yeni bir siyâsî temsil ortaya çıkacaktı. Almanya’nın Sevr’i
olan Versay ile Almanya, mecburî askerliği kaldıracak ve en çok 100 bin kişilik
bir ordu bulundurabilecekti. Ayrıca denizaltı ve uçak da üretemeyecekti. Bütün
gemilerini İtilaf Devletleri’ne teslim edecek ve çok yüksek bir savaş tazminatı
ödeyecekti. Yani hem içinden yeni devletler çıkacak, hem başka ülkelere toprak
verecek, hem üretemeyecek, hem de borç ödeyecekti.
Birinci
Dünya Savaşı’nda kazanmış olduğu zaferlerin de varlığına rağmen Osmanlı
İmparatorluğu da mağlûp oldu. Önüne sürülen Sevr Antlaşması dayatmasından her
ne kadar el çekse de daha sonra Lozan Antlaşması ile Osmanlı’nın kaderi de
tayin edildi. Zaten toprak bakımından Sykes-Picot görüşmeleri ile plân
belirlenmişti. Montrö ile de Boğazlar serbestleştirilmişti.
Kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’ne, Almanya’ya yapıldığı gibi “Uçak üretmeyeceksin, gemi
yapmayacaksın” diyen bir madde yoktu. Almanya yer altında bu üretimleri
yaparken, Türkiye ise yer üstünde yaptıklarını yer altına gömecekti. Peki,
neden?
Almanya’ya
yazılı şekilde üretmeyeceğini salık verenler, Türkiye için elitlerini
hazırlamışlardı. Hatta Türkiye için Birinci Dünya Savaşı Lozan’la bitmedi;
İkinci Dünya Savaşı bir ara durak, 1960 Darbesi ise yepyeni bir başlangıç
olacaktı. Kadınların çocuklarına aşı vurdurmak için gidip Amerikan süt tozu ile
döndükleri o vakitlerde Türkiye kendi kendisinin üzerine ölü toprağı serpiyordu.
“Ölü
toprağından kurtulmak” ya da “ölü toprağı serpmek” birer deyimdir ama somut
anlamda doğrudan karşılığı vardır. Zira kadim tarihî efsun kitaplarında dahi
yazılıdır ki, birinin ölümünü isteyen, o kimsenin geçtiği yola ölü toprağı
serper. Türkiye’nin önüne “Üretmeyeceksin, yapmayacaksın” gibi bir dayatma
çıkarmamış, üreteceği yolların önüne ölü toprağı serpilmişti. Kendisini
Devlet’in sahibi kabul eden elitlerin uşakları, âdeta üzerlerinde birer avuç
ölü toprağıyla geziyorlardı.
Uçak
yapan Türkiye, uçaklarını gömdü. Gemi yapıp satan Türkiye, gemi yapmayı unuttu.
Füze yapan Türkiye, soba yapar oldu. Otomobil yapan Türkiye, benzin koymayı
unutmak hâlini bahane bildi. Tarlalarını birer ikişer satan Türkiye, tarlasız,
tapansız, hayvansız kaldı. Fabrikalarını yaramaz olduğu düşüncesiyle satan
Türkiye, üç buçuk soysuzun ürettiğine muhtaç günler geçirdi.
Ancak
bir “One minute!” zamanı erişti. “One minute!”, İsrail Cumhurbaşkanı’na ve
Davos’ta o malûm oturumu yöneten moderatöre çekilmiş bir itiraz değildi sadece.
“One minute!”, Türkiye’nin uçaklarını toprağa gömen, gemilerini denizlerden
çeken, füzelerini düşmandan esirgeyen, otomobillerini yollardan uzak tutan,
fabrikalarını kapatan, tarlalarını satan, put put putlara tapan elitlere ve o
elitlerin sistemine alışanlaraydı.
“Alışmak
kudurmaktan beter” derler. Nelere alıştırılmadı ki bu memleket? Her akşam
öğretmek istedikleri algılara alıştırıldı. Sistemin oyuncağı olmaya, en çok da küçüle
küçüle küçülmeye alıştı. “Oldurmazlar, yaptırmazlar, izin vermezler” demeye
alıştı.
Ancak
“One minute!”, alıştırarak küçültmeye, küçülterek öldürmeye kurulu efsunu bozdu
ve ölü toprağını Türkiye’nin üzerinden temizledi. O günden bugüne dostlar dua edip
gözümüze bakar oldu, düşmansa gözümüzden gözünü kaçırır oldu.
Hamdolsun,
şükrolsun!
Kültür
Ajanda’mız da 100’üncü sayısıyla bu ay “Dalya!” dedi. Kutlu olsun! Allah eksik
etmesin!
İyi okumalar…