Küçük dünyamızın kabuklarını kırmak

Adeta bir fanusta kuruyup dokunulmaz kıldığımız, “özel alan” yalanıyla korumaya aldığımız küçük dünyamızdan çıkarak, hakikate ve adalete göre bir dünya tahayyül etmek, adil ve hakça bir düzen tesis etmek için tüm varlığımızla, canla ve başla mücadele etmek zorundadır herkes!

KÜÇÜK olsa da, eskiden benim için büyük sayılacak bir dünya vardı etrafımda. Şimdi dönüp baktığımda o eski günlere, meğer büyük olan sadece acılar ve kederlermiş. Meğer büyük olan, yeryüzündeki zülüm, haksızlık ve çığlıklarmış. “Şu küçük dünya” diyerek söze başladığımız bu cehennemvari coğrafyada meğer küçük olan, acıları ve kederleri dindirmeye, zulüm ve işkenceleri bitirmeye yönelik çabalarımızmış.

Benimse dertlerim ve sevinçlerim, dünyadaki bu zıtlıklar, bu çelişkiler gibi birbirine tersti. Dertlerim çoğaldıkça sevinçlerim küçülüyordu. Gördüklerim, duyduklarım, bildiklerim ne kadarsa, fikrim ve zikrim de o kadardı. Şimdi azmanlaştıkça zulüm ve haksızlıkta uzmanlaşan kentlerde dünya küçüldü; mazlumlara, yetimlere, fakirlere, garibanlara dar edildi. Eskiden ne güzeldi; iş azdı, aş azdı, çevre azdı. “Şu küçük dünya” dediğimiz yer herkese yeterdi, herkes mutluydu.

Sonra ben büyüdüm, biz büyüdük, dünyamız büyüdü ama bildiğimiz değerler, inandığımız dâvâlar, savunduğumuz ilkeler, gecemizi gündüzümüze kattığımız mücadele küçüldü, dâvâ uğruna beslediğimiz sevdamız öldü, neşemiz kaçtı, sevincimiz söndü. Biz büyüdük, dünyamız büyüdü ama dünya büyüdükçe coğrafya çölleşti. Yalnız toprak değil, ruhlar da çölleşti. Küçülen dünyaya ters olarak ve sanki inadına dertlerimiz büyüdü, dünya küçüldükçe sorunlarımız büyüyüp küreselleşti. Dertlerimiz evimizden, ailemizden, arkadaşlarımızdan ibaretken, şimdi tüm dünyaya, tüm insanlığa yayıldı.

Fakat asla umutsuzluğa kapılmadım, heyecanım asla azalmadı, omuzlarım hiçbir zaman çökmedi.

Bugün kimler hâlen bir ruhunun olduğunu bilmekte ve düşünmektedir? 

Kendimize dönüp bir ruh kazanmak için ne yapıyoruz? Bunun için ne kadar zaman ayırıyoruz? Temelden çürümüş olan, tükenen, iğreti bir duruşu olan modern insan, ne kadar acılı, ne kadar hüzünlü bir hayat yaşadığının farkında mı?

Artık insanın benliği tek kutsal varlığı, tek helâl sermayesi olmuştur. Bütün uğraşı, bütün meselesi kendi mutluluğu ve kendi geleceği. Onun için kendini kendisi için verimli kılmanın peşinde koşmaktadır.

Dünyanın en önemli sorununun çölleşme olduğunu söylemektedir uzmanlar. Çölleşme, sadece coğrafyada herhangi bir toprak parçasında mı olmaktadır? Ruhlar da çölleşebilir mi? Toprak çölleşirse ağaç ekip sulayarak yeşertiriz, ya ruhlar çölleşirse ne yapmak gerekir?

Küçükken bilmiyordum, gözlerim kapalıydı sanki. Dünya bildiklerimden, gördüklerimden ibaretti sanki. Şimdi ise birçok şeyi öğrendim; gözlerim açıldı, bilgim arttı, gördüklerimin görmediklerimin, bildikleriminse bilmediklerimin sadece bir parçası olduğunu öğrendim. Dünyaya dair bir güvenim kalmadı, gücümün tükendiğini hissediyorum. Ama içimden bir ses bana, “Hayır, karanlık çökmedi ruhun üzerine!” diye fısıldayarak mücadele azmini aşılıyor her zaman. Bildiklerimin ve gördüklerimin ötesinde de farklı şeylerin olduğunu öğrendim. Yanlışlar yalnızlaştırdı ama asla sarsmadı beni.

Ruhumuzun bütün ayarları, bütün duyarlılığı felç olmuş gibi. Binbir türlü kanaldan, televizyonlardan ruhumuzun en ücra noktalarına kadar, coğrafyanın en kuytu beldelerine kadar sokulan yabancılaşma, kültürel erozyon, ahlâkî çöküntü, yolsuzluk ve soygun her tarafımızı, her yöremizi çölleştirdi adeta. En iyi yaptığımız şey, güçlü olanların, kazananların dünyasında olmak için kaybedenleri suçlu ilân edip hayata tutunamayanları, yaşamda geri kalanları lânetleyerek içinden çıkmak oldu. Kendimizi olanlardan soyutlayıp sorumsuzluğa ve masumiyete sığınıyoruz.

Mücadele etmediğimiz bir dünyada iyiliklere ve güzelliklere ulaşmak mümkün değil. Kendimize haksızlık yaparak kendimizi umutsuzluğa, yenilgiye, yokluğa mahkûm ediyoruz.

Bilinenin aksine, hâlinden memnun olmak ve memnun kalmak için acının ve hüznün de mutluluk verici olduğunu bilmek ve bu hâlden şikâyetçi olmamak gerekir.

Etrafımızda kan gövdeyi götürürken, her tarafı yangın sarmışken, sadece kendimiz ve ailemiz için yaşayamayız. Bütün insanlığın mutluluğu ve huzuru için çalışmak zorundayız. Yoksa yerinden fırlatılan taşların bir gün bizim ayağımıza, gözümüze değeceği muhakkaktır!

Kötülüklere ve kötülere rağmen iyiliği hâkim kılmak için mücadele etmenin en yüce ideal olduğuna inanmak gerekiyor. Dünyanın bizi getirdiği noktada gerçeği artık idrak ettim: Dünyaya niçin gönderildiğimizi, niçin yaşadığımızı ve ne yaptığımızı bilmek, korku ve hüzne kapılmadan, yorulmak ve usanmak bilmeden mücadele etmek zorundadır herkes! Küçük dünyamızı büyütmek, küçük dünyamızdan çıkmak, küçük dertlere kapılmadan büyük resme bakmak ve asıl sorunları çözmek için mücadele etmek zorundadır herkes!

Herkes bizi değil, bizim gösterdiğiniz hedefleri, yolları, idealleri konuşmalı ve takip etmelidir. Adeta bir fanusta kuruyup dokunulmaz kıldığımız, “özel alan” yalanıyla korumaya aldığımız küçük dünyamızdan çıkarak, hakikate ve adalete göre bir dünya tahayyül etmek, adil ve hakça bir düzen tesis etmek için tüm varlığımızla, canla ve başla mücadele etmek zorundadır herkes!

Tarih boyunca tüm önderler, peygamberler ve onların izinden gidenler insanlığa her zaman önce ahlâk, önce adalet ve sonra da ahireti önemli saydılar ve öylece yaşadılar. Bütün ömürlerinde bunun için çalışıp çabalayarak mücadele ettiler, bunun için savaştılar. Bize düşen şey de hak ve adalet yolunda, hakikatli bir şekilde yürümektir. Yoksa ocağımıza incir ağacı dikilir!