KÜÇÜK olsa da, eskiden benim için büyük sayılacak bir dünya
vardı etrafımda. Şimdi dönüp baktığımda o eski günlere, meğer büyük olan sadece
acılar ve kederlermiş. Meğer büyük olan, yeryüzündeki zülüm, haksızlık ve
çığlıklarmış. “Şu küçük dünya” diyerek söze başladığımız bu cehennemvari
coğrafyada meğer küçük olan, acıları ve kederleri dindirmeye, zulüm ve
işkenceleri bitirmeye yönelik çabalarımızmış.
Benimse dertlerim ve sevinçlerim, dünyadaki bu
zıtlıklar, bu çelişkiler gibi birbirine tersti. Dertlerim çoğaldıkça
sevinçlerim küçülüyordu. Gördüklerim, duyduklarım, bildiklerim ne kadarsa,
fikrim ve zikrim de o kadardı. Şimdi azmanlaştıkça zulüm ve haksızlıkta
uzmanlaşan kentlerde dünya küçüldü; mazlumlara, yetimlere, fakirlere,
garibanlara dar edildi. Eskiden ne güzeldi; iş azdı, aş azdı, çevre azdı. “Şu küçük
dünya” dediğimiz yer herkese yeterdi, herkes mutluydu.
Sonra ben büyüdüm, biz büyüdük, dünyamız büyüdü ama
bildiğimiz değerler, inandığımız dâvâlar, savunduğumuz ilkeler, gecemizi gündüzümüze
kattığımız mücadele küçüldü, dâvâ uğruna beslediğimiz sevdamız öldü, neşemiz
kaçtı, sevincimiz söndü. Biz büyüdük, dünyamız büyüdü ama dünya büyüdükçe coğrafya
çölleşti. Yalnız toprak değil, ruhlar da çölleşti. Küçülen dünyaya ters olarak
ve sanki inadına dertlerimiz büyüdü, dünya küçüldükçe sorunlarımız büyüyüp
küreselleşti. Dertlerimiz evimizden, ailemizden, arkadaşlarımızdan ibaretken,
şimdi tüm dünyaya, tüm insanlığa yayıldı.
Fakat asla umutsuzluğa kapılmadım, heyecanım asla azalmadı,
omuzlarım hiçbir zaman çökmedi.
Bugün kimler hâlen bir ruhunun olduğunu bilmekte ve
düşünmektedir?
Kendimize dönüp bir ruh kazanmak için ne yapıyoruz? Bunun
için ne kadar zaman ayırıyoruz? Temelden çürümüş olan, tükenen, iğreti bir
duruşu olan modern insan, ne kadar acılı, ne kadar hüzünlü bir hayat
yaşadığının farkında mı?
Artık insanın benliği tek kutsal varlığı, tek helâl sermayesi
olmuştur. Bütün uğraşı, bütün meselesi kendi mutluluğu ve kendi geleceği. Onun
için kendini kendisi için verimli kılmanın peşinde koşmaktadır.
Dünyanın
en önemli sorununun çölleşme olduğunu söylemektedir uzmanlar. Çölleşme, sadece
coğrafyada herhangi bir toprak parçasında mı olmaktadır? Ruhlar da çölleşebilir
mi? Toprak çölleşirse ağaç ekip sulayarak yeşertiriz, ya ruhlar çölleşirse ne
yapmak gerekir?
Küçükken bilmiyordum, gözlerim kapalıydı sanki. Dünya
bildiklerimden, gördüklerimden ibaretti sanki. Şimdi ise birçok şeyi öğrendim; gözlerim
açıldı, bilgim arttı, gördüklerimin görmediklerimin, bildikleriminse bilmediklerimin
sadece bir parçası olduğunu öğrendim. Dünyaya dair bir güvenim kalmadı, gücümün
tükendiğini hissediyorum. Ama içimden bir ses bana, “Hayır, karanlık çökmedi
ruhun üzerine!” diye fısıldayarak mücadele azmini aşılıyor her zaman.
Bildiklerimin ve gördüklerimin ötesinde de farklı şeylerin olduğunu öğrendim. Yanlışlar
yalnızlaştırdı ama asla sarsmadı beni.
Ruhumuzun bütün
ayarları, bütün duyarlılığı felç olmuş gibi. Binbir türlü kanaldan, televizyonlardan
ruhumuzun en ücra noktalarına kadar, coğrafyanın en kuytu beldelerine kadar
sokulan yabancılaşma, kültürel erozyon, ahlâkî çöküntü, yolsuzluk ve soygun her
tarafımızı, her yöremizi çölleştirdi adeta. En iyi yaptığımız şey, güçlü
olanların, kazananların dünyasında olmak için kaybedenleri suçlu ilân edip
hayata tutunamayanları, yaşamda geri kalanları lânetleyerek içinden çıkmak
oldu. Kendimizi olanlardan soyutlayıp sorumsuzluğa ve masumiyete sığınıyoruz.
Mücadele etmediğimiz
bir dünyada iyiliklere ve güzelliklere ulaşmak mümkün değil. Kendimize
haksızlık yaparak kendimizi umutsuzluğa, yenilgiye, yokluğa mahkûm ediyoruz.
Bilinenin aksine, hâlinden memnun olmak ve memnun
kalmak için acının ve hüznün de mutluluk verici olduğunu bilmek ve bu hâlden şikâyetçi
olmamak gerekir.
Etrafımızda kan gövdeyi götürürken, her tarafı yangın
sarmışken, sadece kendimiz ve ailemiz için yaşayamayız. Bütün insanlığın mutluluğu
ve huzuru için çalışmak zorundayız. Yoksa yerinden fırlatılan taşların bir gün
bizim ayağımıza, gözümüze değeceği muhakkaktır!
Kötülüklere ve kötülere rağmen iyiliği hâkim kılmak
için mücadele etmenin en yüce ideal olduğuna inanmak gerekiyor. Dünyanın bizi
getirdiği noktada gerçeği artık idrak ettim: Dünyaya niçin gönderildiğimizi, niçin
yaşadığımızı ve ne yaptığımızı bilmek, korku ve hüzne kapılmadan, yorulmak ve
usanmak bilmeden mücadele etmek zorundadır herkes! Küçük dünyamızı büyütmek,
küçük dünyamızdan çıkmak, küçük dertlere kapılmadan büyük resme bakmak ve asıl
sorunları çözmek için mücadele etmek zorundadır herkes!
Herkes bizi değil, bizim gösterdiğiniz hedefleri,
yolları, idealleri konuşmalı ve takip etmelidir. Adeta bir fanusta kuruyup
dokunulmaz kıldığımız, “özel alan” yalanıyla korumaya aldığımız küçük dünyamızdan
çıkarak, hakikate ve adalete göre bir dünya tahayyül etmek, adil ve hakça bir düzen
tesis etmek için tüm varlığımızla, canla ve başla mücadele etmek zorundadır
herkes!
Tarih boyunca tüm önderler, peygamberler ve onların
izinden gidenler insanlığa her zaman önce ahlâk, önce adalet ve sonra da ahireti
önemli saydılar ve öylece yaşadılar. Bütün ömürlerinde bunun için çalışıp
çabalayarak mücadele ettiler, bunun için savaştılar. Bize düşen şey de hak ve
adalet yolunda, hakikatli bir şekilde yürümektir. Yoksa ocağımıza incir ağacı
dikilir!