TAHAMMÜL edilemez sıfat delileri
var dünya üzerinde. Yeryüzünde bir kurumla yürüyorlar ki, zannedersiniz
yukarıdan bakılsa onların başı ayırt edilecek kadar yükseklere erişiyor. Bu
sıfat delilerinin bir de büyük büyük yanılgıları var. Kazandıkları küçük
sıfatları büyük iş zannediyorlar. Fakat bütün besin maddeleri sıfatlar değil
elbette. Sadece sıfatları sindirmekle sağlıklı bir vücuda sahip olamıyorlar.
Bir de duyu organları vasıtasıyla besleniyorlar. Ruh okşayan hitaplar da
onların yegâne yaşam kaynağı.
Belki
birçoğumuz, sıfat delisi olmadığımız hâlde ruh okşayan hitapların tutkunuyuz.
Ama bizi onlardan ayıran büyük bir fark var: Değişmiyoruz!
Bu
küçük büyükler yani olmadıkları kadar kendilerini büyük gören sıfat delileri,
hani şu yer kabuğu üzerinde toplu iğne kadar yer tuttukları hâlde başlarını
arşa yakın zannedenler, sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlindeler. Sevildikçe,
sayıldıkça, mâkâmca ve maddece büyüdükçe (!) değişirler. Karakterleri ve ruhsal
yapıları asla sabit değildir. Kurumsal varlıklarını kendi kimlikleri zannederler.
Her meslekten veya her ırktan da olabilirler.
Meselâ
bu sıfat delileri bir çöpçü de olabilirler, bir holding sahibi de… İşleri ve
yaşam yerleri değişebilir ama değişim süreçleri ve dünyayı algılama biçimleri
hemen hemen aynıdır. Bu sıfat delisi bir seyyar satıcıysa, o bir insan olmaktan
çok, elinde her gün yürüttüğü arabasıdır. Bir holding sahibi ise insan olmaktan
çok, oturduğu koltuğudur.
Her
kademe atladıklarında bir başka insan tavrına başkalaşım geçirirler. “Büyüdüm”
zannederler, büyüdükçe küçülürler. Zamanla gördükleri saygı ve ilgiyi gösterme
mecburiyeti hissetmemeye başlarlar. Her atladıkları seviyede daha da duyarsız
bir varlığa evrilirler. Bir zamanlar karşılıklı olması gerektiğine inandıkları
bütün insanî davranış ve duyguları zamanla yalnız kendileri için varmış gibi
hissederler. Saygı görmelidirler ama saygı göstermek mecburiyetinde
değildirler. Fakat bunu yaparken kendilerine çok da dürüst olmazlar.
Meselâ
şöyle diyeni azdır: “Ben o kadar büyüğüm ki sen bana saygı göstereceksin.
Benden saygı beklemeyeceksin.”
Evet,
bu vahim cümleyi kullanmazlar ne iç âlemlerinde, ne de dillerinde. Genellikle
karşıdakine sunmaktan vazgeçtikleri bütün o insanî davranışlar için bahaneleri
vardır. Onların saygı ve ilgisi, karşısındaki zavallı insan tarafından
tüketilmiştir. Yoksa kendisinde bir eksik bulunmamaktadır.
Değişen
tavır ve duyguları için bu sıfat delilerinin normal insanlara bir açıklama
yapma gayreti ve -çok daha önemlisi- böyle bir mecburiyeti bulunmamaktadır(!).
Bir zamanlar size sevgi sunuyorlardı da şimdi bu ikramdan vazgeçtilerse, kusur
sizdedir. Ve bunun sebep-sonuç süreci için sizi bilgilendirme gereği de
duymazlar. Eskiden sizi muhatap alıyorlarsa ve artık (başları daha yüksek
olduğu için) muhatabı değilseniz, burada da muhakkak eksiklik size aittir.
Yavaş
yavaş bakışları ve duruşları da değişir sıfat delilerinin. Farklı farklı
sıfatlar, mideye indirdikçe şişkinlik yapmaya başlar. Bu şişkinlik ve kabarma,
bedenen olmasa da bedenî duruşta gözle görülür bir değişim meydana getirir. Bu
dönüşümle birlikte kafa profilleri de daha ekstrem bir pozisyona geçer. Artık
baş daha yukarıda (sanki göğe değecekmiş gibi), gözler de daha ötelerdedir.
Meselâ
mekân olarak onlarla aynı lokasyonda bulunsanız dahi göz temasına
giremeyebilirsiniz. Çünkü aslında tezahürde baş ve gövdeleri orada olsa da mânâ
olarak daha dikey mesafede yükselen bir grafiğe sahiptir. Siz karşınızda
zannedersiniz, hâlbuki kibir ölçü birimiyle oldukça yüksektedir, fark
etmezsiniz.
Toplum
içinde her yaş, cinsiyet, meslek ve ırktan karşımıza çıkabilecek olan bu sıfat
delileri ve hitap tutkunları, kendilerini sahip oldukları mal varlığıyla
içselleştirmiş bu küçücük büyükler, cevapsızdırlar. Hangi iş ve konu üzerine
olursa olsun, cümleleri ve kelimeleri onlar kadar tasarruflu kullananını
bulamazsınız. İllâki cevap vermeleri gerekirse aracı kullanmayı yeğlerler.
Çünkü normal insanlara cevap vermek, onlar için bir irtifa kaybıdır. Zamanları
varsa da yokmuş gibi takılırlar. Çünkü size verecek zamanları varsa bile sizden
biri olmak endişesiyle kalpleri ürperir.
“Kalp”
demişken… Her yükseldiklerinde kalp sistemlerinde de kimyasal bir bozulma
başlar. Dünyanın düşük mertebelerinde normal insanlar gibi yaşadıkları
zamanlarda daha nahif bir kalbe de sahip olsalar, başları göğe değdikçe (!) kalplerine
çimento dökerler. Gitgide katılaşan bu et yığını, artık bütün insanî duyguları
frenleyecek bir ego sistemini de destekleyen yepyeni bir yazılım gibidir. Daha
katı, daha gaddar ve daha duyarsız bu yeni kimlikleriyle kendilerini daha
büyük, daha büyük ve daha büyük zannederler.
Tüm
dış âleme karşı bu büyüklük hâlleri, bir zaman sonra bütün maddî-mânevî
varlıklarını kuşatır. Artık özel yaşamlarında, aile içinde, dost meclislerinde
de gözleri ötelerde, başları yukarıda ve bedenleri şişkince bir tasvire
dönüşürler. Bu tasvirleri gitgide en sevdikleri tarafından bile itici bir hâl
alır. Ama bunu fark etmezler. İşi daha da ileri bir boyuta taşırlar. Ve sadece
biz normal insanlar karşısında değil, Yaradan karşısında bile artık bütün fıtrî
gereklilikleri unutmuşlardır.
Bu
küçücük büyükler, yansıttıkları bu acınası tabloyu bir övünç kaynağı
zannededursunlar, insanı hiçbir maddesel varlık büyük yapmaz. İnsanı hiçbir
mâkâm, hiçbir koltuk, hiçbir mertebe ve hiçbir sıfat büyütmez. İnsan ancak
kullukla ve insanlıkla bir mertebe kazanır. O mertebenin de insanlar tarafından
belirlenmesi ya da takdir edilmesi hiç ama hiç gerekli değildir. Sadece
Yaradan’ın katında kıymettar olabilmek elzemdir. Bunu da dünyevî sıfatlar, hitaplar
ve duruşlar belirlemez.
Yegâne büyük ve en büyük, Allah’tır. Sadece Allah!