ZAMAN zaman muhatap oluyoruz gençlerin şu sualiyle: “Olayları,
insanları ve siyaseti yorumlamanın bir formülü var mı? Stratejist olmak için ne
yapabilirim?”
Aslında, “Okulu olmayan bir işin öğretmeni de olmaz”
dense yeri var. Ancak ortada bir iş varsa, onun bir ustası da var demektir.
Yani tüm zenaatın fiiliyatı sonunda ortaya çıkan işin/ürünlün bir ustayı
gerekli kıldığı malûm. Söz konusu bu zenaatın devamlılığı açısından “usta-çırak”
ilişkisi yani geleneksel öğretmen-öğrenci ve bu ikilinin pratik içerisindeki
etkileşimi önemlidir. Biri olmadan öbürü olmaz.
Lâkin mevzubahis “stratejik yorum” olunca, burada sözünü
ettiğimiz ve “duayen yorumcu” diye sıfatlanabilen insanların ustalıklarından
söz etmiyoruz. Çünkü duayen olsun ya da olmasın, yorum yapma cesareti ve
becerisi gösteren insanların yaptıkları, yazdıkları, konuştukları yani ortaya
koyduklarından sadece yorum öğrenilebilir. Herhangi bir meselenin yorumu...
Fakat bu yolla “yorumculuk” öğrenilmesi konusunda
endişeliyiz. Kanaatimizce, yorumun ve yorumculuğun ustası, bizâtihî kişinin
beyni ve hatta beynin kendisi olsa gerek. Bu nedenle bidayette, yorum
yapabilmek için çok katmanlı düşünebilen bir beyne ihtiyaç var. O hâlde
denilebilir ki, çok katmanlı düşünebilen bir beyin gibi tek katmanlı düşünen
beyinler de mevcut. Buna bağlı olarak “çok katmanlı düşünce” ve buna karşın tek
katmanlı düşüncenin de varlığından haberdar olmalıyız. Zaten bu ikilemden ve bu
iki insan tipinden ötürü yorum yapan ve yorum dinleyen taraflar ortaya
çıkmakta.
“Çok katmanlı düşüncenin görüntüsü nasıl bir şeydir?”
sorusunun cevabı fakirde, her zaman “kübik resmin” mucidi ve büyük ustası
İspanyol ressam Picasso'nun sıra dışı tablolarındaki portrelerini çağrıştırır.
Kübik resim ise (en basit ve kestirmeden tarif olarak) bir objenin, değişik
açılar ve yönlerden çekilen resimlerinin üst üste oturtularak fantastik bir
kolaj elde edilmesidir. Eğer söz konusu obje bir insan sûreti ise, aslında o sûrette
görünen, birkaç tane insanın saydam yüzlerinin birleştirilmiş hâli sayılabilir.
Misâli vardırmak istediğimiz yer şu: Picasso resmindeki
“kübik insan” örneğini gerçek sayarsak, o, aynı kafa içerisinde birkaç beyin ve
aynı yüzde değişik yönlere bakabilen gözler, değişik sesleri duyan kulaklar ve
değişik cihetlerden konuşabilen bir ağzın birleşmiş hâli gibidir. Böylece
ortaya çıkan yorumcu/analist/stratejist tipografı ve kısacası “kübik insan”ın
merkezinde durduğu resim, fakire her zaman (yine bir başka İspanyol dehâsı olan)
ressam Salvador Dali’yi ve onun iç içe geçmiş olağandışı fakat figüratif de
sayılabilen tablolarını hatırlatır. Zaten mevzubahis tablolarda görünen de
değişik zamanlarda ve değişik açılardan çekilmiş, gerçek hayatta bir araya
gelmeleri zor, hatta imkânsız gibi görünen yapboz parçalarının oluşturduğu
sürrealist bir resimdir.
Yazının burasında üstte verilen örnekten sıyrılıp “neo-sürrealist dünya”ya yani gerçeğe dönelim. Hakikatte kübik bir insan olan yorumcunun işi ya da becerisi, Salvador Dali’nin resim sanatında yaptığının bir benzerini yazma sanatındaki ustalığıyla ortaya koyduğu kübik sürreal resminin anlaşılır olarak yansımasını sağlamaktır. Asıl ustalık bu olsa gerek! İşte yazının başındaki soruda yer alan “siyaset yorumunun formülü” ifadesi de burada saklı! Yani yorum yapanın, aslında kübik olan yüzünü ve aslında sürrealist olan resmini anlaşılır kılmak, aynı zamanda bir “sürreal fantezi” olan düşüncesini herkes gibi bir yüzle ve her görünen gibi bir resim şeklinde ortaya koyma becerisi olsa gerektir. İşte yorumcu/stratejist/analist bunu yapar!
Felsefe yapmak
Yukarıdaki uzun girizgâhta serdedilen tarifi anlatmak da, galiba anlamak da yorgun-yokuş ilişkisi… “Siyaset analizi” ve “siyâsî durum yorumculuğu”nda da bu mevcut. Her daim göz önünde bulunan gazetecilerin yaptığından farklı bir iş hâddizâtında. Zaten gazetecilik de sayılmaz yorumculuk; öyle algılanıyor olsa da... Madem buradan girdik konuya, öyleyse bu doğrultuda şu tespiti de yapmak lâzım: Gazeteci, aldığı eğitimin gereği olarak, haber değeri taşıyan olayları fark edip fotoğrafını çekmekle mükellef. Ancak adına stratejist, analist, yorumcu veya her ne denirse densin, görünenin arkasındaki görünmeyeni fark etmek ve onu kamuya göstermekle mükellef olan kişi, gazeteci tarafından fotoğrafı çekilen olay ve olayların arkasındaki görünmez manzaranın resmini yapmak gibi zorlu işe talip. Onun yaptığı işi, en yalın ve reel bir lisanla, hikâye edilen herhangi bir yaşanmışlığın satır aralarından fark edilmeyen bir başka masalı kendi lisanınca çözümleyerek “gölgelerin felsefesi”ni yapmak olarak tarif edebiliriz.
Bu nedenle gazetecilerin kameralarının çok gelişkin
olması, yorumcuların ise beyin katmanlarının tam kapasiteyle faaliyette olup
hayâl kapılarının ardına kadar açık olması şart! Tabiî ki fırtınalı bir düşünce
ve sınırsız bir hayâl, yorumcu için olmazsa olmaz ölçekte mühim.
Bilindiği gibi gazeteciliğin bir örgün eğitim süreci
bulunuyor. Ülkemizde iletişim fakülteleri bu işi yapmakta. Ancak siyâsî durum yorumculuğu,
analiz ve strateji uzmanlığının herhangi bir okulundan söz edilemez. Bakmayın
siz bazı partilerin siyaset akademilerine, orada yapılan tedrisat da
“usta(laşmış) siyasetçi”lerin parti hedeflerini anlatmasından öteye gitmez bir
faaliyet olarak tescilli. Yorumcu bu mânâda gazeteciden farklı olduğu gibi,
usta siyasetçiden de apayrı bir kişilik; kendine has ve özgün... Zira dedik ya,
bir örgün öğretimin eseri değil yorumculuk. Aslında bir meslek de sayılmaz ama
yine de “meslek” diyerek devam edelim anlatımımıza.
Bu mesleğin inceliklerini öğrenme şekli, kişinin kendi
uğraşısıyla ve “öz örgün eğitim”ini tamamlamasıyla ilgili bir tedrisat biçimi.
Ve vaziyeti şahsa özel; şahsın kendi isteği ve çabasıyla ortaya çıkan bir
ustalık durumu…
İşin asıl zor yanı ise…
Mevzubahis eğitim anlayışında “stratejist namzet”in
evvelemirde bir nevi intihar kararı alarak "sırlar kuyusu"na düşmeyi
göze alması lâzım. Peki, gerçekte böyle bir kuyunun olduğu söylenebilir mi?
Evet, ama yine de değişmeceli! Şurası bir hakikat ki, dünyada hiçbir şey
göründüğü gibi değil ve zannedildiği gibi münferit olayları yaşamıyor insanlık.
Dün olduğu ve yarın olacağı gibi, günümüzde de hemen hemen her şey birbirine
görünmez “network iplikçikleri” ile bağlı. Bu bağlılık, denildiği gibi sadece
bugünle sınırlı değil, geriye doğru, tarihin derinlikleri içerisinde kaybolan bir
yapıda. Bu bağlamda denilebilir ki, sözü edilen “network iplikçikleri”nin sırrı
çözülmeden yani dünü bilmeden bugünü yorumlamak, kısır tahminlerde bulunmaktan
öte bir işe yaramaz ve yavanlıktan, sığlıktan kurtaramaz yorumcuyu. Sır burada,
kuyu da burası!
Dünü bilerek bugünü gözlemleyen beyinler, ancak istikbâle
matuf fütürist tahminlerde bulunabilirler. Stratejik yorumlar için
“dün-bugün-yarın formülü” kan kadar gerekli, aş ve ekmek kadar önemli! Bu
nedenle yorumcu, “zamana bağlı olmayan adam” demektir bir bakıma. Bastığı yer
bugün, fakat düşüncesi dünde; beyni ise yarınlarda dolaşmak zorunda! “Dün”
derken, elbette “tüm” tarihi kastediyoruz; yarın ise bir nevi müneccimlik...
Sır kuyusunun dibine inenle başındaki çıkrığı bekleyen
Sırlar kuyusuna tekrar dönersek…
Takvimdeki dünden başlayarak tarihteki düne doğru
derinleşmenin adı, “sırlar kuyusu”na düşmek olarak tarif ediliyor bu yazıya
mahsus olmak üzere. Ve bu kuyuda ne var, ne yoksa hepsini teşhis etmek şart! Lâkin
buradaki sırrı teşhis etmenin de iyi bir yorum ve isabetli tahminler için yettiğini
söyleyemeyiz. Stratejist-analist için tarih kitaplarında bölüm bölüm sunulan
bilgilerin kendi aralarındaki görünmez bağlarını teşhis etmek gerekli
bidayette. Mevzubahis bağları teşhis etmeden ve nörolojik bağlanmaların
künhüne/sırrına ermeden yapılan tarih okumaları da insanı stratejist yapmaz,
sadece tarih öğretmeni yapar. Hocalarımız zinhar yanlış anlamasınlar, tarih öğretmenliğini
küçümsüyor değiliz bu tespitle. Aksine, her şeyi yerli yerine oturtmaktır
amacımız. Bu sebeple diyoruz ki, “Tarih öğretmeni iyi bir tarihçidir fakat
stratejist olması gerekmez”. Bunun gibi, gazeteci de iyi bir reel haber
yazıcısıdır ve bu yüzden analizci olması elzem değil. Ancak iyi bir stratejist,
aynı zamanda iyi bir tarihçi olmak zorunda. Ve gündemi anbean takip eden bir
gazeteci kimliğini de taşımalı.
Analizcilerin tarihi kullanarak yaptığı tarihsel söyleme “tarih” denemez aslında! Yorumcuların yaptığı işin adına “tarih felsefesi” dense yeri var. Bunun gibi, yine onların yaptığı işe “gazetecilik” denmezse isabet olur. Zira o insanların ortaya koyduğu bilgi, bir reel haber sayılmaz hiçbir zaman. Belki haber felsefesi...
Jargon, içerisinde formüller, kavramlar, kümülatif tarifler taşırsa, yeni bir kuram oluşturmak ve oluşturulan kuramı anlatmak da o oranda kolay olur.
Gerek tarih felsefesi, gerekse haber felsefesi olsun,
yorumcuların tarifi, “felsefeci” şeklinde de yapılamaz. Çünkü o filozof değil,
sadece yorumcu/analist/stratejist! Yukarıda dedik ya, bu kabil işlerin eğitimini
veren bir okul yok ki resmî sıfatlı bir meslek erbâbı olsun. Malûm, üniversitelerimizin
önemli fakültelerinde salt tarih okutulur onlarca seneden beri, fakat onunla
beraber “tarih felsefesi” başlıklı bir yan ders okutmak kimsenin aklına gelmiş
değil şimdiye kadar. Bu davranış da yanlış sayılmamalı doğrusu. Hatta bu
doğrultuda klasik tarihçiler için “felsefe yapmak”, “tarihe ihanet” sayılmakta.
Zira meselâ şöyle bir soru, tarih amfilerinde lânetli bir
ifade olarak algılanır her zaman: “Ya Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u
fethetmeseydi, ne olurdu?” Hiçbir tarihçi, aldığı eğitimin gereği olarak böyle
bir soru sormaz; kendisine sorulmasını da arzu etmez. O nedenle kendisine
emanet edilen tarih bilgisinin ve bir bakıma hakikatin koruyucusu olarak ancak
öğretmenlik/hocalık görevi yapabilir. Ama hocaların söz konusu bilgiyi
kullanarak yorum yapması mümkün olamaz. Zira yorum, hakikatin yer yer
yırtılmış, yanmış kısımlarını tahminlerle doldurmaktan ibaret bir gerçek-hayâl
koalisyonu sayılabilir. Yani ortaya konulan yeni bilginin doğru olma ihtimâli
olduğu gibi, yanlış olması da mümkün sayılmalıdır. Yorumcular bunu göze alır, lâkin
tarihçilerin böyle bir lüksü yoktur. Ama yorumcuların, gerçeğe hayâllerini
kattıkları için ortaya çıkarttıkları masalsı nevale, popüler bir yiyecek gibi
algılanabilir. Fakat tarihçilerin yaptığı yorum, yavan çöreklere benzer; bu
yüzden onların tarih gerçekliğinden ayrılmaması tercih edilir.
Yazının bir üstteki paragrafında bir stratejist, tarihçi,
gazeteci yarıştırması yaptığımız sanılmasın, elbette toplum için her üçü de
elzem. Ancak öncelikle tarihçiler ve gazeteciler... Zira yorumcuların temel enstrümanlarından
birincisi tarihse, onunla paydaş anlamdaki de haberdir. Ortaya konulan tarih ve
haber ne kadar gerçek olursa, yapılan yorum da bir o kadar hakikate yakın
olarak meydana çıkar. Aslolan da budur!
Yöntem ve iz
Fakir, stratejik analiz ve siyâsî yorum söz konusu
olduğunda, geçmişi içselleştirmiş bir "tarihçi" tipografı arzu eder
her zaman. “Peki, yorum için sadece tarih bilgisi yeterli mi?” sorusunun
karşılığı olarak bir ön cümledeki tırnak içinde verilen “tarihçi” ifadesinin
yerine “ilâhiyatçı, coğrafyacı, fizikçi, iletişimci” ve benzeri pek çok
bilgi-bilim mesleğini yazarak cümleyi yeniden okumak yeterli olur ne demek
istediğimizi anlatmak açısından.
Tavsiye edilen cümleler serisi kurulup gereği yapıldıktan sonra yorumcunun yolculuğu başlar. Elbette sırlar kuyusunun alacakaranlık ortamında... Buradaki önkabul, her şeyin birbiriyle ilintili olduğu yönünde bir postulatin hakikat sayılmasıdır. Yani birçok “kuram”dan söz etmek şeklinde belirlemeyi arzu ediyoruz disipliner yolculuğun amacını. Ve bu amacı “postulat” ifadesiyle anlatmak isterken, tarih kuramı, fizik kuramı, teoloji kuramı gibi kümülatif bilgi-bilim yapıları şeklinde teoriler oluşturarak şu ünlü Kelebek Etkisi’nin altını çizmek istiyoruz. Ayrıntılı “Kelebek Kuramları”ndan sonra varılmak istenen şey, elbette ve nihaî durak olarak “bilim kuramı” olmalıdır. Yani kaderleri birbirine bağlı kelebeklerin seri hikâyeleri, her yorumcunun bilmesi gereken, en önemli enstrümanlar, parametreler, gerekçe ve argümanlardır.
Kuram oluşturmak için yapılacak işe, öncelikle üzerinde
okumalar yapılan “-loji”lerdeki “bilgi fotonları”ndan ileri ya da geriye doğru
devam eden bir iz sürme ameliyesine başlamak diyebiliriz. Ve mevzubahis izlere
basa basa takip edilecek yol/yöntem/olgu/olay ve bilgi paketlerinin, gerek
kendileri ve gerekse “-loji” oluşturan paydaşlarıyla aralarındaki “nöronsal iç
bağlar”ın varlığını önce kabul etmek ve arkasından söz konusu bağın/bağların
hangi yönden, nasıl ve ne şekilde ilerleyerek geldiğini teşhis etmek gerekiyor.
Burada “nöronik/nöronsal” ifadesini geçirmemizin sebebi şu: Yorumcular, sırlar
kuyusundaki yolculuklarında bir beyin jimnastiği yapmaktalar aslında. O hâlde,
insanlığın ortaya koyduğu tüm bilgi paketlerinin de birer beyin ameliyesi
olduğu gerçeğinden hareketle, aynı haritayı stratejistlerin de kendi yolculuklarında
güvenilir kılavuz yapmalarının gereğinin altını çizmeliyiz.
Yorumcu açısından olmazsa olmaz bir durum olarak
anlaşılması gereken “özgün kuram” oluşturma yolculuğunda, öncelikle paslı
çivilerin adreslerini tespit edip teker teker sökmek lâzımdır her birini. Ve
bir sonrakini sökerken de bir önce söküleni kullanmak şarttır. Bu söküm
işleminin sonuna kadar gitmekse farz! Son çivi ya da nihaî noktaya ulaştıktan
sonra geri dönmek gerek. Çünkü sırlar kuyusunda ileri doğru hareket bilgi
birikimini, geriye dönüş yolculuğundaki biriktirilmiş bilgiler ise yorumculuğu
beraberinde getirecektir. Yorumcular ileri giderken, önlerine neyin ve kimin
çıkacağını bilemezler fakat geri dönerken sürpriz yoktur artık. Bu sebeple geri
dönüş eylemi, etrafı ve etrafta olan biteni “Kim var, kim yok?” sorusunu anlamayı
kolaylaştıracaktır artık. Yani yol tanıdık olacak ve böyle olunca yorum
kolaylaşacak.
Stratejist ya da yorumcuların kendi öz eğitimlerinde
yapacakları ileri doğru iz sürmenin geri dönüşü esnasında, giderken şahit
olunan ve merakla eteğe toplanan bütün tekil kavramları içselleştirmeleri
gerekli. Sonra da onları unutmuş gibi davranmaya gelir sıra. İşte o aşama,
strateji yorumcularının, artık yorum yapabilecekleri bir alana çıktıkları anlamına
gelir. Artık önünde kocaman bir tablo durmaktadır. Ve on, yüz, bin yapboz
parçasından meydana gelen bu tablo, bağlantılarla bir anlam ifade etmektedir
ancak.
Bakış açısı geniş ya da yukarı doğru yükselen bir beynin,
bulutlarda durup yeryüzüne nazar etmesi gibi bir durumdan söz ediyoruz burada.
Zaten o zaman anlaşılır yeryüzündeki her canlı ve cansızın birbiriyle ilişkili
olduğu. Ve böyle başlar kuram oluşturma süreci. Yukarılardan bakılan devasa tarih
hikâyelerinde de bu böyledir, fizikte de, coğrafyada da, teoloji ve
diğerlerinde de… Kuşbakışı görünen resimlerin içselleştirilmesinden sonra,
analistlerin yazdıkları ya da konuştukları onca kavram ve onlarca tarif,
bilgisayar örneğinden hareketle söylemek gerekirse, artık onların "monitör"ünde
değil, beyninin harddiski ve o harddiskin “C:” sektöründe kayıtlı olmalıdır. Yani
içsel, yedekte ve ikincil… Peki, bu ikincillik neden gereklidir? Yorumcuların
bir tarihçi, bir coğrafyacı, bir fizikçi gibi ya da bir din adamı gibi
konuşmasını önlemek için...
Filhakîka, yorumcular tarih konuşur, ancak tarihçi
değildirler. Fizik konuşur ama fizikçi değildirler. Dinî meseleleri konu edinirler
fakat imam da değildirler.
Özgün tavır
Analizciler için mühim olan, bilim “-lojileri” üzerinde
dört bir tarafa doğru ve bilgi paketlerine basa basa takip ettikleri “nörolojik
izler” ve sonunda fark ettikleri bağlantılardan hareketle bir jargon
geliştirmeleri olmalıdır. Bu jargon, içerisinde formüller, kavramlar, kümülatif
tarifler taşırsa, yeni bir kuram oluşturmak ve oluşturulan kuramı anlatmak da o
oranda kolay olur. Anlatımda kolaylık sağlayan unsurlar olarak her zaman jargon
önemlidir. Bir o kadar da özgün bir tavır olarak ortaya çıkmayı sağlar
kanaatimizce. Jargon, özgün kavramlarla zenginleştirilmelidir.
Bu bağlamda analizciler, önce kendilerini ve beyinlerini
kavram bombardımanına tutmalılar. Dünyanın çeşitli “-lojik disiplinleri”nin
derinlikleriyle tanışmak böyle bir şeydir işte! Ve nöronik algı uçlarını
bilginin ışığına muhatap kılıyor olmalarını, stratejistler açısından okuyucu
veya dinleyicisini aydınlatmasının içsel bir minyatürü ya da proto hâli diye
tarif edilebiliriz. Yaptıkları analizlerin gerek kendi beyinlerinde ve gerekse
periferileri içerisinde anlaşılır olabilmesi için kendi içsel aydınlanmalarının
ve kavramlarla süslenmiş kuramlarının tamamlanması, yorumcuları dinlenilir ve
dikkate alınır yapar. Bu durumda sırlar kuyusundaki yolculuk esnasında,
bilim-bilgi paketleri arasındaki kuramsal ilişkiyi kurmayı ve bu ilişkiden bir
özgün jargon üretme ve farklı yorumlar yapmayı kolaylaştıran yeni kavramlar, zannedildiği
gibi kargaşa sebebi olmazlar. Ya da yorumu anlaşılmaz kılmaz, aksine
kolaylaştırır. Ve bu kolaylaşma eylemi ivmelenerek devam eder.
Güneş doğunca yıldızların görünmez oluşu nasıl ki olmayışlarına işaret etmiyorsa, kuram oluşturmada genel anlatıma yardımcı olan nirengi kavramları da “-loji” disiplinleri ve bu disiplinlerin içeriğini oluşturan “bilgi fotonları”nın birbirlerinin arasındaki ilişkinin veya birbirilerini nasıl tamamladıklarının yani “yorumsal estetiğin” fark edilmesinden sonra çakan bir flaşın aydınlığında tüm anlaşılmazlıklar görünmez olur ve yorum alanı beyaz bir kâğıda döner. Böylece kafa karışıklığı da izale olur, jargon oturur. Zira yorum, biraz da şahsî jargon demektir ve zamanla “Leb” demeden leblebiyi anlama işidir mesele. Bunu sağlayansa, özgün kuram ve “kuramın düğmeleri” diyebileceğimiz özgün kavramlar olarak karşımıza çıkar.
“Komplo kırıcı, şom ağızlı geveze adam” bolluğunda kimin doğru, kimin yanlış söylediğini bilmenin tek yolu var: Kendi yorumunu yapmak...
Yukarıdan beri anlatageldiğimiz yorum ve yorumculuk
mesleğinin en zor işi, özgün kuram ve özgün kavramlar oluşturabilme yeteneğine
sahip olmak ve olmamakla yakından ilgilidir. Bunu sağlamış kimseler, örgün
eğitim sonunda kazandıkları meslekleri her ne olursa olsun, yorumculuk
hususunda örgün bir eğitimden geçemeyecekleri için kendi kendilerine yaygın bir
öğretimin eseri olarak yorumcu ve analist olarak her zaman doğruya en yakın
“teorileri” anlatan kişiler olarak tescillidirler, tescillenirler.
Sonuç
Etrafta komploların uçuştuğu bir dünyada yaşayan insanın,
yaşadıklarının göründüğü gibi olmasını sanmasında bir problem yoktu bir
zamanlar ve dolayısıyla yorumculuk mesleğinin ortaya çıkması da gerektirmiyordu.
Bugünkü gibi bir durum, zaten bir zamanlar ihtiyaç değildi ve görünenle
yetinmeye şartlanılmıştı. Lâkin günümüzde sıradan işler hâline gelen iletişim
kolaylığı, bilgiye ulaşmadaki kolay mesafe ve medyanın hayatın bir parçası hâline
gelmiş olması, insanların önünde devasa “Matruşka bebeklerin” bina edilmesine
sebebiyet verdi. Zira dünya komplolar çağında yaşıyor! Komplo varsa, elbette
onun teorisi de olacaktı. Bu sebeple ortaya çıkan “komplo teorisi” ise günümüz
insanının önünde bina edilen “siyaset Matruşkaları”nın katmanlarının deşifresi
olarak kendini gösterdi. Çünkü “Matruşka merakı”, anlamama sıkıntısına
sebebiyet veren bir virüs gibi yayılmakta. Bu nedenle ihtiyaç duyuldu stratejist
ve analistlere.
Ve işin iyisi yahut kötüsü, insanların merak hissinin
tetiklediği gebelikten doğan “komplo teorisyenlerinin” göz önündeki matematiği
arttıkça, komplolar da çoğaldı sanki. Buna bağlı olarak Matruşka bebeklerin
sayısı arttı, katmanları sayılmaz aritmetiği ulaştı. Bu durum hasebiyle
günümüzde hava ve su gibi bir ihtiyaç oldu yorum ve yorumculuk. Onun için
televizyonlar ve gazeteler yorumcuların, analistlerin ve stratejistlerin cirit
attığı ortamlar hâline geldi.
Yetmedi, artık günümüz insanı yaşadığı, izlediği ve şahit
olduğu olayların ve komploların yorumunu bizzat yapmak ister oldu. Çünkü sözü
edilen “komplo kırıcı, şom ağızlı geveze adam” bolluğunda kimin doğru, kimin
yanlış söylediğini bilmenin tek yolu var: Kendi yorumunu yapmak...
Bu yüzden gençler merakla soruyor: “Yorumcu olabilmek
için ne yapmalıyım?”