Krizlerin arkasındaki asıl neden: İktidarı devretme problemi

Yıllarca inşâ ettikleri gölge alanlar ile seçimleri kaybetseler bile muktedir olanlar, iktidarı tam anlamıyla son dönemde zoraki olarak halkın temsilcilerine devrettiler. Ama geri almak için her şeyi yapabilirler. Son günlerde kamuoyunda konuşulan darbe tartışmalarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

BİR önceki dosyamızda dünyadaki kriz dönemleri ve bu kriz dönemlerinin doğurduğu paradigmalar üzerinde durmuş ve Rönesans döneminden başlayarak vekâlet savaşlarına kadar geçen dönemi özetlemiştik. Bu dosyada ise benzer bir eforu ülkemiz için sarf etmeyi deneyeceğim.

Aslında ülkemizdeki kriz dönemlerini ele almak için Cumhuriyet öncesine gitmek gerek. Ama o dönemin dinamikleri başlı başına birkaç yazı konusu olduğu için Cumhuriyet ile başlayarak konuyu ele almaya çalışacağım…

***

Birinci Dünya Savaşı sonrası kurtuluş mücadelesi veren ülkemiz, Cumhuriyet’i ilân ederek kendine yeni bir rota çizdi. Cumhuriyet’i kuran kadro, ilândan sonra yeni bir toplum yaratma iddiasıyla yola çıktı. Bu amaç için ardı ardına inkılâplar ilân edilmeye başlandı ve bunlar doğrultusunda yeni bir inşâ hareketine girişildi. Kadro tüm enerjisini buna yoğunlaştırdığından, küresel bağlamda büyük iddialardan uzak durdu.

Ülkemiz, çok partili hayata geçtiğinde, ilk seçimlerde çok partili hayatın ilk siyasal krizini yaşadı. Bu krizin adı, iktidarın devri problemiydi. Bu problem uzun yıllar ülkemizde krizlerin ana nedenleri arasında yer aldı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir yıkımla çıkan Japonya, Almanya ve Güney Kore savaşın hemen ardından çok büyük bir kalkınma hamlesine giriştiler. Kısa sürede büyük kalkınma sağlayan bu ülkelere göre daha avantajlı olan ülkemizse, bu ülkeler gibi kalkınma sağlayamadı. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’nda herhangi bir yıkıma uğramamış ve bu ülkelere göre jeopolitik olarak önemli bir kavşak noktasında bulunmuş olmasına rağmen…

Bu avantajlarına rağmen ülkemiz kalkınma hamlesini gerçekleştiremedi. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir toplum oluşturma iddiasıyla ülkenin enerjisini içte harcayanlar, bürokraside oluşturduğu iktidar alanlarını diğer toplumsal ve siyasal gruplara kaptırmamak için askerî darbeleri tetikleyen politikalar izleyerek, ülkenin enerjisinin tekrar iç siyasette harcanmasına sebebiyet verdiler. Bunun sonucunda da küresel düzene etki edebilecek kalkınma hamleleri gerçekleştirilemedi.

Türkiye’nin kalkınma hamleleri, darbeler ve darbe girişimleri ile hep akâmete uğratıldı.

Aslında bu problem, “iktidarın devri problemi” olarak adlandırabilir. Halk desteği olmamasına rağmen iktidarı seçilenlere bir türlü devretmeme arzusu nedeniyle ülkemiz, enerjisini kalkınma hamleleri yerine bu meseleye harcadı.

İktidarı devir problemi ile ülkemiz, ilk olarak 1946 Seçimleri’nde karşılaştı. Celal Bayar ve Adnan Menderes önderliğinde kurulan Demokrat Parti halktan büyük ilgi görünce panikleyen CHP, seçimleri öne aldı. Daha kurulalı 7 ay olmasına ve teşkilâtlanmasını tamamlamamasına rağmen seçime girdi DP. İlk sonuçlar seçimi kazandığı yönündeydi. Ama sonradan CHP’nin seçimi kazandığı ilân edildi. Çünkü seçimlerde adlî denetim yapılmamıştı ve seçimler “açık oy, gizli sayım” esasına göre yapılmıştı.

Buna rağmen Demokrat Parti altmıştan fazla milletvekili çıkarmayı başarmıştı. Demokrat Parti önce seçim sonuçlarını tanımak istemedi ama Celal Bayar’ın girişimleri ile sonuçlar tanındı. Ama seçimde yaşananları anlatmak için ardı ardına mitingler düzenlendi. Sonuç itibariyle 1950 Seçimleri, halk desteğini arkasına alan Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlandı. Ama iktidar devretme konusunda vukuatlı olanlar, askeri kullanarak 1960’da darbe yaptı ve bırakmak istemediği iktidarı yeniden ele geçirdiler. 

Siyasal tarihimizde büyük bir travmaya yol açan bu darbe sonrasında uzun yıllar bürokrasiye kurulan gölge alanlar ile muktedir olmaya çalışanlar, zaman zaman darbe ve muhtıralar ile siyasal iktidarı da ele geçirdi. 71 Muhtırası, 82 Darbesi bunun örnekleri…

Soğuk Savaş’ın başlamasıyla çok partili hayata geçen ve bu dönemin sona erdiği zamana kadar ülkemiz, iktidarı tam anlamıyla halkın temsilcilerine devretmeye yanaşmayanların sebebiyet verdiği krizler nedeniyle bir türlü istediği kalkınmayı yakalayamadı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin hemen öncesinde terör ile tanışan ülkemiz, bu dönem sonrası sınırlar yeniden belirlenirken koalisyon hükûmetlerinin getirdiği istikrarsızlık ve ardı sıra gelen 28 Şubat post-modern darbesi ile iyice içine hapsoldu ve sonuç itibariyle kendi sınırları ötesinde olup bitenlere dahi etkili bir şekilde müdahale edemedi. Özal, Körfez Savaşı’nda ülkeye yönelecek daha ağır bir terör tehdidini görüp Irak’a asker göndererek buna müdahale etmek istediyse de muvaffak olamadı. 

Yeni milenyumun hemen başında AK Parti iktidarı ile birlikte yeni kalkınma hamlesi başlatıldı. Ama geçmişte yaşanan akâmete uğratma girişimleri devam etti. Buna rağmen çok önemli mesafeler alındı. Özellikle sağlık, ulaşım ve savunma sanayiinde yapılan yatırımlar ile tüm Cumhuriyet tarihinin yekûnundan daha fazla yol kat eden ülkemiz, çok önemli başarılara imza attı.

Ama bu kez de 15 Temmuz hain darbe girişimi ile her şey sıfırlanmak istendi. Fakat bu girişimi de milletin firâseti akâmete uğrattı.

Küresel adalet ve Türkiye

Bugün dünya yeni bir kriz yaşıyor. Daha doğrusu, Soğuk Savaş sonrası oluşan paradigma boşluğu hemen yanımızda büyük krizlerin patlak vermesine neden oldu. Büyük insanlık dramlarının yaşandığı bir coğrafyanın hemen dibinde olan ülkemiz, Suriye ve Irak’taki yangını ilk göğüsleyen ülke olurken, daha uzak coğrafyalarda cereyan eden kriz ve dramlardan kaçan insanların da geçiş noktası hâline geldi.

Ülkemiz bir yandan insanî anlamda bu krize müdahale edip krizin etkilerini azaltmaya gayret ederken, diğer yandan ise küresel düzeyde kendine karşı oluşan ittifaklara karşı Libya ile varılan mutabakat gibi yeni ittifaklar kurarak bölgedeki çıkarlarını korumaya çalışıyor.

Irak ve Suriye’de yaşanan ve bugün ortaya çıkardığı terör ve mülteci sorunuyla siyasal, sosyal ve ekonomik olarak küresel etkileri olan bu kriz, vicdanî değerleri temel alan yeni bir paradigma doğurabilir. Bu paradigmanın en temel parametrelerinden birinin “küresel adalet” olacağı kanaatindeyim.

Küresel adalet ne zaman sağlanır bilinmez, ama eğer bu parametre üzerinde dünya ittifak edecekse, ülkemiz en önemli özne konumunda olacaktır. Çünkü ülkemizin küresel adaletsizliği en fazla hisseden halklarla tarihî, coğrafî, sosyal, kültürel ve dinî bağları bulunuyor.

Ülkemiz, mülteci krizi bağlamında ortaya çıkan insan sirkülasyonunu ilk göğüsleme alanı içerisinde kavşak noktasında bulunuyor. Hem krizden en çok etkilenen halklarla sosyo-demografik ilişkilere sahip, hem de krizin oluşturduğu sorunları proaktif bir şekilde ele alan, sorunun çözümü için ciddî gayretler ortaya koyan bir siyasal bir iktidara sahibiz. Bu nedenle ülkemiz, Orta Doğu’daki kriz yeni bir paradigma doğurduğunda bu paradigmayı inşâ eden aktörler arasında yerini alacaktır.

Bunu içeride ve dışarıda engellemek isteyenler vardır ve olacaktır.

Yıllarca inşâ ettikleri gölge alanlar ile seçimleri kaybetseler bile muktedir olanlar, iktidarı tam anlamıyla son dönemde zoraki olarak halkın temsilcilerine devrettiler. Ama geri almak için her şeyi yapabilirler. Son günlerde kamuoyunda konuşulan darbe tartışmalarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.