Kraliçe İkinci Elizabeth’in ölümü ve İngiliz siyâseti

Ne tuhaftır ki, bunu yapanlar da Batı hayranlığıyla başı dönmüş olan içimizdeki Batıcılar ya da içimizdeki “İngilizler”dir. Bunlara göre Batı’da ve Batı monarşilerinde ne yapılsa yeridir ve ne yapılsa doğrudur, güzeldir. Yine bunların anlayışlarına göre bizde yapılanlar ne kadar doğru ve güzel yapılırsa yapılsın yanlıştır ve çirkindir. İşte müstemleke ve mandacı zihniyet budur! Mağlûp ve iğdiş edilmiş zihniyet de böyle bir şeydir.

ESKİ sömürge ve İngiltere’nin hâlâ etki alanında bulunan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) lideri ve Birleşik Krallık (İngiltere ve diğerleri) ana kraliçesi olan Kraliçe İkinci Elizabeth, 70 yıllık saltanat ve hükümdarlık sürdükten sonra 8 Eylül 2022 târihinde Balmoral Kalesi’nde 96 yaşında vefat etti.

Özellikle son 150 yıllık dünya ekonomik ve siyâsî târihine damgasını vuran İngiltere, doğaldır ki ana kraliçenin ölümüyle yeniden dünyanın gündemine oturdu. Dolayısıyla bu vesile ile İngiltere’nin geçmişte yaptığı, ettiği ve birçok ülkeyi nasıl acımasızca sömürdüğü ve soyduğu, bu ülkelerde nasıl zulüm ve katliamlar yaptığı cılız da olsa sorgulanır oldu.

Ancak, İngiliz ince siyâseti o kadar başarılı ve bir o kadar da şeytânî usûllere göre çalışıyordu ki bu ölüm olayında bile gündemi sanal gerçekliler, ritüeller ve semboller üzerinden kendi lehlerine çevirmeyi çok iyi bildiler ve dünya kamuoyunun dikkatini de bu sanal gerçeklikler üzerine çekmeyi çok iyi becerdiler. Çünkü dünya kamuoyu televizyonlar ve sosyal medya üzerinden günlerce hep bunları konuştu, el’an konuşmaya da devam etmektedir.

Yüzyıllardır sömürgeleştirilmiş, asimile edilmiş, zihinleri iğdiş edilmiş, zihinsel mağlûbiyete ve köleliğe dûçâr olmuş üçüncü veya dördüncü dünya ülkelerinin halkları da zâten bundan başka bir şey düşünemez ve konuşamazdı.

Ne de olsa “üzerinde güneş batmayan imparatorluğun” kraliçesi ölmüştü. Elbet bu kadarı da olacaktı(!). (İngiltere’nin denizaşırı ülkelerde o kadar çok sömürgesi vardı ki, bundan dolayı bu pâye kendisine verilmişti. Aslında İngiltere’nin coğrafî konumu ve iklim şartları itibariyle ülkenin semalarında gerçek mânâda güneş pek az görülür. Özellikle kuzey bölgelerde sürekli gri bir hava hâkim olup bol bol yağmur yağar. Onun için şu deyim İngiltere’de çok meşhurdur: “İt’s raining cats and dogs.”)

Öyle ki, monarşik bir yapıya sahip olan kraliyet sistemi, yüzyılların kurumsallaştırdığı geleneksel yapının da desteğiyle neredeyse bulunmaz bir Hint kumaşı ya da safkan bir İngiliz atı gibi o kadar asil, o kadar bulunmaz ve o kadar şirin gösteriliyordu ki insanın ağzı açık kalıyor, başı dönüyor ve neredeyse “İngiliz Kraliyet monarşisi”ne tâbi olup “biat” edesi geliyordu.

İşte İngiliz ince siyâseti, bu ölüm olayı ve Kraliçe’nin cenaze töreninde uygulanan ritüellerden hareketle, sahip olduğu ilkelerden ve değerlerden hiç tâviz vermiyordu.

Yâni İngilizler, Kraliçe’nin bu ölüm olayını ve cenaze törenini öylesine allayıp pulluyor, öylesine şatafatlı ve görkemli ritüellere boğuyor, geleneksel norm ve kurallardan hiç tâviz vermiyor ve görsellik ile gösterişe önem veriyorlardı ki geçmişte yaptıkları zulümler, katliamlar, kültürel asimilasyon ve sömürgecilik üzerine kurulu hegemonik emperyalist uygulamaları ve bu alandaki sabıkaları otomatikman gündemden düşüyor ve uyguladıkları ince siyâsetle bunu da başarıyorlardı.

Bizde ise bu gösterişlerin, bu seremonilerin, bu ritüel ve şatafatın binde biri olsa, bazı çevreler hemen ânında adamı diktatör, tiran ilân eder ve insanı anasından doğduğuna bin pişman ederler. Ne tuhaftır ki, bunu yapanlar da Batı hayranlığıyla başı dönmüş olan içimizdeki Batıcılar ya da içimizdeki “İngilizler”dir.

Bunlara göre Batı’da ve Batı monarşilerinde ne yapılsa yeridir ve ne yapılsa doğrudur, güzeldir. Yine bunların anlayışlarına göre bizde yapılanlar ne kadar doğru ve güzel yapılırsa yapılsın yanlıştır ve çirkindir. İşte müstemleke ve mandacı zihniyet budur! Mağlûp ve iğdiş edilmiş zihniyet de böyle bir şeydir.

Ancak, bunları söylerken sakın yanlış anlaşılmasın, bizde de monarşik yapıya özenenler, tüm gücün tek elde toplanmasını isteyenler, ülkenin tek hâkimi olmaya gayret edenler, saltanat sürmeye heveslenenler, gösteriş ve şatafat meraklısı olanlar elbette vardır.

Ama hiçbir zaman unutulmasın ki, eskiden bizde hem “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diyenler vardı, hem de İslâm’a göre cenaze törenleri gâyet sâdeydi ve kim olursa olsun hiçbir gösteriş ve şatafata izin ve imkân verilmezdi. Rasûllerin ve büyük âlimlerin cenazeleri de böyle defnedilirdi. Çünkü İslâmiyet’e göre herkes eşit sayılırdı.

Yalnız hakkı teslim etmek adına belirtmek gerekir ki, İngilizlerin monarşik kraliyet yapısı ülkenin tek hâkimi gibi görünse de, uygulamada yumuşak bir geçiş ve demokratik bir yaklaşımla icraatta ve ülke yönetiminde yetki devrini seçimler yoluyla seçilmiş hükûmete devretmesini bilmiş, bunu da kendi ince siyâsetlerine uygun bir şekilde yapmayı başarabilmişlerdir.

Bizde ise, belirli bir dönemden sonra seçimler yoluyla iş başına gelinse de, her konuda olduğu gibi kaba ve despot tavırlar, baskıcı ve Jakoben uygulamalar, yönetimde ayrımcılıklar, insan hak ve özgürlüklerindeki kısıtlamalar, hatta sık sık yapılan darbeler bizim medenî ve özgürlükler ülkesi olmamızı mütemâdiyen engellemiş ve ertelemiş, aynı zamanda da böyle bir sürece sürekli olarak ket vurmuştur.

Zâten yüzyıllardır İslâmiyet’in yanlış anlaşılması ve yorumlanması, uygulamada yapılan hatâlar, dîne sonradan yapılan ilâveler ve bu yüzden yaşanan İslâm’ın eklektik bir yapıya bürünmesi, cihanşümûl karaktere sahip olan bir dînin millîleştirilmesi, sosyal yapıdaki aşiretçi ve kavmiyetçi oluşumlar, feodal yapı ve bedevî davranışlar ve bunlara benzer daha nice sebepten ötürü medenîleşme sürecimizi tamamlayamamış, Müslümanlar olarak hak ettiğimiz yere ne yazık ki bir türlü gelememişiz.

Hâlbuki Kur’ân’a ve Kur’ân merkezli İslâm anlayışına göre çoktan hak ettiğimiz yerde olmalıydık. Çünkü Kur’ân, medenî bir toplum olmanın da, insan hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınmasının da, âdil ve adâletli bir yönetimin de, herkesin ve her kesimin inançlarına saygı duyulmasının da, din ve inanç seçiminde yüzde yüz özgür irâdeyle hareket edilmesinin de, aklın ve irâdenin mutlak mânâda kullanılmasının da, ilim öğrenmeye ve çalışmaya alabildiğine destek verilmesinin de, herkesin hak ve hukukuna saygı gösterilmesinin de, kibar, nâzik, ahlâklı ve yardımsever bir insan olmanın temel ilkelerini de, iyi huylu ve yumuşak bir üslûba sahip olmanın zarûretini de, aksi takdirde kişinin etrafında pek kimsenin kalmayacağını bir ikaz sadedinde belirten ve bunlara benzer daha birçok şeyin temel parametrelerini ortaya koyan bir dînin temel ve biricik kaynağını temsil ve teşkil etmektedir.

Ama ne yazıktır ki, hakikatte biz Müslümanlar bu temel kaynağı ve dolayısıyla bu temel parametreleri terk edeli bir hayli zaman oldu ve yüzyıllar boşu boşuna akıp gitti. Çünkü biz, Kur’ân’ın deyimiyle Kur’ân’ı “mehcûr (kendi hâline bırakılmış, terkedilmiş olarak)” bıraktık. Bu bakımdan bu başımıza gelenler, sosyoloji biliminin determinizm prensibine göre son derece normal bir durumdur. Zâten Kur’ân da böyle demiyor mu? Helâk edilen kavimler bizlere bir şeyler anlatmıyor mu?

Ondan sonra da kalkıp demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, çalışma hayatı ve üretim, ilim-bilim, kibarlık ve naziklik, farklı görüş, düşünce ve inançlara saygı, kânun ve kuralların herkese eşit uygulanması (İngiliz Başbakanı Boris Johnson’ın istifa gerekçesini lütfen hatırlayın) gibi hususlarda Batı’ya gıpta ediyor ve onlara öykünmüyor muyuz? Yoksa Avrupa Birliği’ne girmek istemenin anlamı ne ola ki?

Hâl böyle olunca, bir şekilde Batı’ya yolu düşen, okumak için (master ve doktora dâhil) İngiltere’ye gitme fırsatını yakalamış olan gençlerimiz, İngilizlerin ince siyâseti ve kendilerine sunulmuş olan her türlü imkân ve destekle birlikte mevcut hürriyet ortamından da etkilenerek, hele de kendi ülkelerindeki yetersizlikleri, adâletsizlikleri, ayrımcılıkları, baskı ve hoşgörüsüzlükleri ve her türlü kısıtlamayı da göz önünde bulundurunca, ister istemez İngilizlerin lehine etkilenmekte ve neticede bilerek ya da bilmeyerek bir İngiliz ve Batı hayranı olarak yetişmekte, bu meyanda bir kişilik örüntüsü kazanmaktadırlar. (Tevfik Fikret’in oğlu Halûk, sembolik olarak bunun sadece tipik bir örneğidir. “Jön/Jeune Türkler” olayı da böyle değil midir? Şimdi ise durum ne yazık ki çok daha vahim ve yaygın boyutlardadır. Aslında “Halûk’un Defteri”, bir hicranın hikâyesidir. Dolayısıyla bu hicrana Halûk’un gözlüğüyle de bir “have a look see” yapmak gerekmez mi?)

Aynı şekilde İslâm ülkelerinin baskıcı rejimlerinden kaçan siyasetçi ve devlet adamları ile düşünür ve bilim insanlarının durumu da bu minvâl üzeredir. Her ne hikmetse bunlar diğer İslâm ülkelerine değil de hep Batı’ya ve Batı ülkelerine kaçmak ve sığınmaktadırlar. Humeyni bunun tipik bir örneğidir. Bu konunun üzerinde derin derin düşünmekte fayda vardır.

Şimdi bunları sloganik sözler ve “Vatan, Millet, Sakarya” gibi hamâset nutuklarıyla hâin ve devlet düşmanı ilân ederek dışlamak, işin en kolay ve en ucuz tarafıdır. Zâten başta İngilizler olmak üzere Batı’nın tam da istediği budur. Çünkü hazır beyin gücü kendi ülkelerine çoktan beyin göçü yapmışlar ve kurdukları tuzaklara düşmüşlerdir bile. Artık kuklalar üzerinden diğer ülkeleri yönetmek çok daha kolay olacaktır.

Siz hiç mi geçmişinizden, atalarınızdan, “Enderun Mektebi” uygulamalarından ders almadınız? Şurası unutulmasın ki, harcamak kolay, kazanmak zordur. Yine unutulmasın ki, insan psikolojisi kendisine değer verilen ve itibar edilen yerlere, mekânlara ve habitatlara doğru meyleder ve bu güzergâh üzerinde mobilize olur. Hele bulunduğu ve yaşadığı yerde baskı, şiddet, zulüm mevcut olup farklılıklara ve farklı düşünce ve inançlara saygı yoksa, adâlet yerle yeksan olmuşsa, o zaman o yaşam yerini terk etmek, istemeyerek de olsa meşrû hâle gelir.

Mekke’de yaşayan ilk Müslüman grupların zâlim müşriklerin zulmü karşısında âdil bir hükümdar olan Habeşistan Kralı Necâşi’ye Allah Rasûlü’nün izniyle sığınmaları ve daha sonra da Kendisinin Medine’ye hicret etmek zorunda kalması hep bu cümledendir.

İşte günümüzde cereyan eden olayları da bu minvâl üzere değerlendirip analiz etmek, sükûnetle ve objektif bir şekilde ilmî tetebbuatlarda bulunmak, “Acaba biz nerede hatâ yapıyoruz?” diyerek kendimizi sorgulamak ve derin derin düşüncelere dalarak tefekkür etmek, önce çuvaldızı kendimize batırarak bir nefs muhasebesi yapmak, herhâlde ülkemiz, geleceğimiz, ikbâlimiz ve istiklâlimiz ve dahi gençlerimiz ve topyekûn milletimiz için, hatta Dîn-i Mübîn-i İslâm için çok daha hayırlı olacaktır sanırım.  

Filhakika, ince İngiliz siyâsetinin üstesinden ancak böyle gelebiliriz düşüncesindeyim. Düşünmek bizden, değerlendirmek ve itibar etmek başta saygıdeğer okurlarım olmak üzere ilgili ve yetkililerden, tevfîk ve yardım ise hiç şüphesiz Yüce Allah’tandır.