KÖYLÜLÜK son iki asrın
modernleşme süreçlerinden bağımsız düşünülürse, sanırım çok şey havada kalır.
Kaba
bir değerlendirmeyle köylülük, klasik insan modellemesine dâhil değil artık!
Geçmiş
asırlarda köylü, toprakla hemhâl olan, fıtrata uygun ortamda fıtrî olanı
imanıyla mezcedip irfan ehli olan adamdı. Oysa modernitenin işgaliyle zaten
“muğlaklaşan” Müslüman şehirli kimliği, “Tanzimat’ın dekadan alafranga züppesine
evirildi. Ardından köylünün beslendiği ilim irfan kaynağı Müslüman şehirlerin
kimliği bir bir silinince, ortaya çıkan köylü, tam anlamıyla idraksizliğin, gayr-i
nizamîliğin, duygulardaki nasırlaşmanın karşılığı hâline geldi. Tıpkı güneşten
ve sudan mahrum bırakılan bahçenin sönümlenmiş, pörsümüş ürününe benzedi bir
asırdır köylülük.
Buna
bir de, Cumhuriyet devrimlerinin şehir tabanında yeterince bulunamayan taraflarını
nicelik olarak arttırmak için köy enstitüleri aracılığıyla Jakoben tavırlı
kimlik dayatmaları ve sosyalistlerin “köy” temalı edebî ürünlerle
biçimlendirdiği tuhaf bir “köylü komünizmi” eklendi…
Yetmedi,
Yakup Kadri’nin yüzyılın başında “aşağılayıp tiksinti nesnesi yaptığı Anadolu
köylüsüne aydınların sahip çıkmadığı” teziyle büyüyen Memleketçilik akımıyla
yoğrulmuş romantik içerikli bir realizmle abanıldı köylüye. Böyle bir dönemi atlattı
bizim köylü!
En
son 40’lı yılların Nevzat Tandoğan’ı ağzından çıkardı baklayı ve idealler, fikirler
peşinde koşan Osman Yüksel’e, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle,
komünizm ile ne işiniz var? Komünizm gerekirse, onu da biz getiririz. Sizin iki
vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek; ikincisi, askere
çağırdığımızda askere gelmek” diye çıkıştı.
Şimdi
bu süreçler içinde, din ve milliyetle, tarihle bağlarını koparmayan köylü
tipolojisi, aydınımızın rahatını kaçırdı hep. Çünkü bu köylü, ne Kemalizm’e
iman etti, ne sosyalizm zırvalarına prim verdi.
Bir
de “Şükrü Erbaş’ın köylüsü” ile “Özel’in köylüsü” aynı kimlik mi, şüpheliyim...
Sadece
edebiyat tarihimizde “edebî verimlerin nesnesi” yapılan köylüye şöyle bir genel
geçer bakış bile yukarıda zikredilen köylüden şikâyeti haksız, köylüyü de
anlaşılırsa affedilebilir sahaya çekiyor.
“Türk
aydını” (!) denilen mevhum/meşkuk kişiliğin köylüyü asla içeriden
kuşatamadığına, onu hayvandan bir önceki gelişememiş canlı türü olarak
gördüğüne ilk örnek, 1890’ların eseri Nabizade Nazım’ın “Karabibik” adlı
hikâyesidir. İlerleyen yıllarda Yakup Kadri’nin “Yaban” romanındaki tiksinç
varlıktır Haymana köylüleri…
Sabahattin
Ali daha naiftir köylü denince. “Sosyalist bilince ulaşamadıkça sefalete lâyık
varlık”tır onun eserlerinde köylü.
Nazım’ın
coşkulu romantizminde (o bunun sosyalist realizm olduğu iddiasındadır) köylü, “devrimin
güvencesi”dir.
Yıl
1930’lar, 40’lar… Köylüyü uzaktan bir panorama gibi seyreden, “Gelmesek de,
gitmesek de” bizim olan köyleri anlatan Çalıkuşu tarzı ağlak hikâyelerin modası
çoktan geçmiş, işlevi tükenmiştir!
Sırada
Nazım’ın yaktığı sosyalizm ateşini tüm köylere taşıma tutkusuyla köy
romancıları vardır. Fakat bu roman ve öykülerde köylü, “konuşan fakat hissi ve
idraki dumura uğramış bir hayvan” gibi betimlenir.
Bu
köylünün “din” deyince ağzından hurafe ve çaresizliğin sığınağı; “namus”
deyince aptallık akar. Hemen hemen olumlu hiçbir vasfı yoktur!
Nasıl
olsun ki? Bütün iyilik ve güzellikleri “komünist bilinci” kuşanınca kazanacak
bir köylüde nitelik ne gezer! Varsa yoksa geçmiş yüzyılların tortusu
kireçlenmiş küflü vasıflarıyla tarif edilir köylü.
Hatta
anlatılan, Müslüman Türk köylüsü değil, âdeta Rusların kaba, domuzlaşmış,
idraksiz köylüsü “Mujikler”dir!
1950’lerden
sonra bizim sayılabilecek bir sanat edebiyat kıpırtısı belirir: “Hisarcılar”…
Bir
dergidir “Hisar” ve “milliyetçi, mukaddesatçı, maneviyatçı” gençler bu dergi
etrafında Türk ve İslâm’ı sentezler iken, Anadolu köylüsünü ciddî anlamda
kimlik kodlarına uygun bir algı ve duyarlılıkla şiirde ve romanda işlerler.
Ardından
Sezai Karakoç’un “İslâmî” duyarlılıklarıyla taşradan merkeze taşınan bir
“Müslüman köylü” belirir. Fakat bu tip, İslâmlaştıkça şehirlileşir; köyünü
unutmaz, köylülüğünü inkâr etmez, ama “Müslümanca bir hayat ve diriliş
hamlesinin köyden değil şehirden başlayacağı fikrindedir”. Hatta bakışlarını
ötelere, maveraya dikmiş sanatçılardır.
Merhum
A. Erdem Bayazıt’ın “Sana Bana Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair” başlıklı
destansı şiirinde köylü, “İslâm” kimliğiyle, mertlikle özdeştirilir!
Yani
bir kısım aydınımız, köylü ile bizzat içeriden irtibat kurmuştur. Sonrasında,
araya “ideoloji ve çatışma” girer; köylü, bir edebî eserin nesnesi olmaktan
çıkarılır, bir ülkü veya devrimin manivelâsı yapılmaya yekinilir. Hikâyenin
gerisi, arifince malûm…
Şimdi, bu köylünün uğratıldığı iktisadî fecaatler ile maarif ihanetlerini, FETÖ ve “köylü Müslümanlığı” addedilen Süleymancılara bırakılan “İslâmî eğitimi”ni ve de sağdan Demirel, soldan Ecevit kroşeleriyle sersemleştirilen sosyo-psikolojik dağınıklığını tüm bu dağıtıcı etmenlere ekleyip cevaplayın: Hâlâ köylülere kızma hakkımız var mı?