“AHLÂKÎ değerler”
dediğimiz, kişinin ve toplumun temel dinamiklerini oluşturan, toplulukları var
edip bir arada olma devamlılığını sağlayacak temel şartları beşerî hayatta
ancak Yüce Allah’ın bildirdiği ve Peygamber Efendimizin uyguladığı ahlâk
hükümlerinden kazanabiliriz.
Doğruluk,
dürüstlük ve iyilik gibi hasletlerin toplamı olarak adlandırabileceğimiz “sırat-ı
müstakim” çizgisini edinip sürdürebilmek, bir anlamda da “insan” olabilmenin
yoludur. Bu değerler, günümüzün dünyasında, artık hepimizin malûmu olduğu üzere,
sıkça sorgulanan ve dahi aranan değerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültürel
ve etik alanda maruz kaldığımız yozlaşma, artık geri döndürülemez boyutlara
ulaşmış bir kaybı da beraberinde bize getirdi ve getirmekte. Öyle ki, bugünün
toplumu olarak gençlerimiz, yetişkinlerimiz ve hatta çocuk yaşta evlatlarımız
da dâhil, ekranın egemen olduğu bir çağın mensupları olarak yaşadığımız manevî
çözülmelerle bozulmuşluğumuzu resmeder bir hâle erişti.
İnsanın
bozulması elbette sadece manevî yönden değil, bilhassa bugün yediğimiz,
içtiğimizden tutun da giydiğimize, sürdüğümüze kadar hemen hemen her şey,
bünyesinde bir zararı barındırır oldu. Toprağın ilaçlanmasıyla başlayan
kimyasal müdahale, ürünlerin genleriyle oynanması, gıdanın içine giren katkı
maddesiyle birikerek gelen bir çürümenin muhatabıyız. Sebze hallerinde ürünlere
konulan birçok zararlı sıvıdan tutun da geliştirici takviyelere, sütten
peynire, baldan ekmeğe kadar hemen hemen her çeşit üründe karşımıza kanserojen
bir yapı çıkmakta. Öyle ki, artık akademik araştırmalara dahi sıkça konu olan
bu bozulma, genlerimizi, sağlığımızı ve hatta ahlâkımızı dahi dejenere eden
boyutlara ulaştı.
Efendimizin
hadîs-i şeriflerine dahi konu olmuş bir husustan bahsediyoruz; insan, bir nevi
yediğinin ve içtiğinin izdüşümüdür. Beslenmenin kişilik üzerine bir etkisinin
olup olmadığı, modern çağda cevap aranan konulardan biridir. Yapılan
araştırmalar neticesinde elde edilen en önemli bulgulardan biri, sinir
sisteminin sadece genetik açıdan değil, aynı zamanda çevresel faktörler
tarafından inşâ edildiğidir.
İbni
Haldun’un gıda ve beslenme alışkanlığının kişilik gelişimine etkisi ve dinî
hayattaki rolüyle ilgili görüşlerini derleyen makalelere baktığımızda,
kendisinin gıda ve kişilik arasında da rasyonel bağlantılar kurduğuna şahit
oluruz. Topraktan, temiz gıdadan uzak kalan şehir insanının beden ve ruh
sağlığının da giderek kendi doğasından ayrıştığı açıktır. Nefisteki kötü arzu
ve dürtüleri harekete geçiren en önemli kaynak ise aşırı beslenmedir. Bu duygu,
insanı olumsuz şahsiyet özelliklerinden arındırır.
Şimdi
bu noktada duralım. Hem Efendimiz (sav), hem tasavvuf büyüklerimiz, hem de
yaşamın içerisinden tecrübe ile süzülerek bizlere ulaşan bilgelerin deneyimlerini
şu noktadan ele almak lâzım: Bırakalım sadece çok yemenin getirdiği bedensel
zarar ve hasarı, insanın ruhunu duyarsızlaştırması, ahlâkını yozlaştırmasına
kadar vereceği olumsuz etkileri artık biliyor ve görüyoruz. Meseleyi başka bir
boyuta taşıyalım ve “insanın bozulması” meselesine gelelim.
Haber
bültenlerine günlük yansıyan olaylardan tutun da komşuluk ilişkilerine,
akrabalık bağlarından sıradan iş yahut okul nedeniyle kurduğumuz sosyal
ilişkilere kadar, bu bozulmanın fazlalığına artık sıkça rastlıyoruz. Gözümüzün
önünde günden güne insanlar daha da kötü oluyorlar. Ekranlarda akıl sağlığına
zararlı o kadar çok yayın var ki… Hemen hemen bütün kanallar şiddetle,
saygısızlıkla ve çokça kötülükle bezenmiş senaryolar sunuyor izleyiciye. Yemek
programları, evlilik programları, spor programları, diziler ve izlediğimiz pek
çok program, ahlâkî değerlerden arındırılmış hâlde, toplumların genel ahlâk
kodlarıyla sinsice oynanan projeler olarak ekranlarda boy gösteriyor. Buna ilâve
olarak şiddet olgusunun pompalanması da işin ayrı bir tarafı... Belki de ne
izlersek o oluyor algımız.
Eskiden
Perihan Abla, Yedi Numara, Yeditepe İstanbul gibi naif dizilerin olduğu dönemi
hatırlayalım meselâ... O zamanlar bu denli gergin, bu denli şiddete meyilli, bu
denli saygısız değildik birbirimize.
Sanki
iyilik, güzellik, sakinlik, hürmet ve âl-i cenaplık barındıran davranışlar
aleyhine sayılıyor insanın. Maalesef toplum erdeme dayanan meziyetleri değil,
malı mülkü çok olanı övmeye, saygıyı ve itibarı “insan”dan ziyade dünya
nimetlerine verir oldu.
Artık
ne marketten aldığımız herhangi bir ürünün saflığına güvenebiliyoruz, ne de “dost”
diyebildiğimiz insanın sözüne. Oysa büyüklerimizin “Şu kişinin sözü senettir”
şiarına nasıl da (bugün kaybettiğimiz) güven ve itimadı sığdırabildiklerine nice
defa şahit olmuşuzdur.
Maalesef gitgide bizi güvenilir ve emin kılan şahsî ve toplumsal dokularımızı da kaybediyoruz. Hâlbuki biz gıyabında adı “El-Emin” olarak bilinip çağrılan Yüce Peygamberimizin ümmetiyiz. Türkülerimiz, hikâyelerimiz, komşuluğumuz, aile içinde büyük-küçük bilmemiz ve bu güzelliklerimizi muhteva ederek güvene, nezakete, zarafete dayanan sosyal dokumuz, hakikatinde bizi “biz” yapan taraflarımız. “İnsan ömrü” dediğimiz dünya seyahatimizde kısa günün kârı sayılacak menfaatler uğruna kıymeti ölçülemeyen insanlığımızı, tevazuumuzu, cömertliğimizi, hasbi yanlarımızı kaybetmeyelim inşallah.