Kötülüğün hegemonyası

Hemen hemen bütün kanallar şiddetle, saygısızlıkla ve çokça kötülükle bezenmiş senaryolar sunuyor izleyiciye. Yemek programları, evlilik programları, spor programları, diziler ve izlediğimiz pek çok program, ahlâkî değerlerden arındırılmış hâlde, toplumların genel ahlâk kodlarıyla sinsice oynanan projeler olarak ekranlarda boy gösteriyor.

“AHLÂKÎ değerler” dediğimiz, kişinin ve toplumun temel dinamiklerini oluşturan, toplulukları var edip bir arada olma devamlılığını sağlayacak temel şartları beşerî hayatta ancak Yüce Allah’ın bildirdiği ve Peygamber Efendimizin uyguladığı ahlâk hükümlerinden kazanabiliriz.

Doğruluk, dürüstlük ve iyilik gibi hasletlerin toplamı olarak adlandırabileceğimiz “sırat-ı müstakim” çizgisini edinip sürdürebilmek, bir anlamda da “insan” olabilmenin yoludur. Bu değerler, günümüzün dünyasında, artık hepimizin malûmu olduğu üzere, sıkça sorgulanan ve dahi aranan değerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültürel ve etik alanda maruz kaldığımız yozlaşma, artık geri döndürülemez boyutlara ulaşmış bir kaybı da beraberinde bize getirdi ve getirmekte. Öyle ki, bugünün toplumu olarak gençlerimiz, yetişkinlerimiz ve hatta çocuk yaşta evlatlarımız da dâhil, ekranın egemen olduğu bir çağın mensupları olarak yaşadığımız manevî çözülmelerle bozulmuşluğumuzu resmeder bir hâle erişti.

İnsanın bozulması elbette sadece manevî yönden değil, bilhassa bugün yediğimiz, içtiğimizden tutun da giydiğimize, sürdüğümüze kadar hemen hemen her şey, bünyesinde bir zararı barındırır oldu. Toprağın ilaçlanmasıyla başlayan kimyasal müdahale, ürünlerin genleriyle oynanması, gıdanın içine giren katkı maddesiyle birikerek gelen bir çürümenin muhatabıyız. Sebze hallerinde ürünlere konulan birçok zararlı sıvıdan tutun da geliştirici takviyelere, sütten peynire, baldan ekmeğe kadar hemen hemen her çeşit üründe karşımıza kanserojen bir yapı çıkmakta. Öyle ki, artık akademik araştırmalara dahi sıkça konu olan bu bozulma, genlerimizi, sağlığımızı ve hatta ahlâkımızı dahi dejenere eden boyutlara ulaştı.

Efendimizin hadîs-i şeriflerine dahi konu olmuş bir husustan bahsediyoruz; insan, bir nevi yediğinin ve içtiğinin izdüşümüdür. Beslenmenin kişilik üzerine bir etkisinin olup olmadığı, modern çağda cevap aranan konulardan biridir. Yapılan araştırmalar neticesinde elde edilen en önemli bulgulardan biri, sinir sisteminin sadece genetik açıdan değil, aynı zamanda çevresel faktörler tarafından inşâ edildiğidir.

İbni Haldun’un gıda ve beslenme alışkanlığının kişilik gelişimine etkisi ve dinî hayattaki rolüyle ilgili görüşlerini derleyen makalelere baktığımızda, kendisinin gıda ve kişilik arasında da rasyonel bağlantılar kurduğuna şahit oluruz. Topraktan, temiz gıdadan uzak kalan şehir insanının beden ve ruh sağlığının da giderek kendi doğasından ayrıştığı açıktır. Nefisteki kötü arzu ve dürtüleri harekete geçiren en önemli kaynak ise aşırı beslenmedir. Bu duygu, insanı olumsuz şahsiyet özelliklerinden arındırır.

Şimdi bu noktada duralım. Hem Efendimiz (sav), hem tasavvuf büyüklerimiz, hem de yaşamın içerisinden tecrübe ile süzülerek bizlere ulaşan bilgelerin deneyimlerini şu noktadan ele almak lâzım: Bırakalım sadece çok yemenin getirdiği bedensel zarar ve hasarı, insanın ruhunu duyarsızlaştırması, ahlâkını yozlaştırmasına kadar vereceği olumsuz etkileri artık biliyor ve görüyoruz. Meseleyi başka bir boyuta taşıyalım ve “insanın bozulması” meselesine gelelim.

Haber bültenlerine günlük yansıyan olaylardan tutun da komşuluk ilişkilerine, akrabalık bağlarından sıradan iş yahut okul nedeniyle kurduğumuz sosyal ilişkilere kadar, bu bozulmanın fazlalığına artık sıkça rastlıyoruz. Gözümüzün önünde günden güne insanlar daha da kötü oluyorlar. Ekranlarda akıl sağlığına zararlı o kadar çok yayın var ki… Hemen hemen bütün kanallar şiddetle, saygısızlıkla ve çokça kötülükle bezenmiş senaryolar sunuyor izleyiciye. Yemek programları, evlilik programları, spor programları, diziler ve izlediğimiz pek çok program, ahlâkî değerlerden arındırılmış hâlde, toplumların genel ahlâk kodlarıyla sinsice oynanan projeler olarak ekranlarda boy gösteriyor. Buna ilâve olarak şiddet olgusunun pompalanması da işin ayrı bir tarafı... Belki de ne izlersek o oluyor algımız.

Eskiden Perihan Abla, Yedi Numara, Yeditepe İstanbul gibi naif dizilerin olduğu dönemi hatırlayalım meselâ... O zamanlar bu denli gergin, bu denli şiddete meyilli, bu denli saygısız değildik birbirimize.

Sanki iyilik, güzellik, sakinlik, hürmet ve âl-i cenaplık barındıran davranışlar aleyhine sayılıyor insanın. Maalesef toplum erdeme dayanan meziyetleri değil, malı mülkü çok olanı övmeye, saygıyı ve itibarı “insan”dan ziyade dünya nimetlerine verir oldu.

Artık ne marketten aldığımız herhangi bir ürünün saflığına güvenebiliyoruz, ne de “dost” diyebildiğimiz insanın sözüne. Oysa büyüklerimizin “Şu kişinin sözü senettir” şiarına nasıl da (bugün kaybettiğimiz) güven ve itimadı sığdırabildiklerine nice defa şahit olmuşuzdur.

Maalesef gitgide bizi güvenilir ve emin kılan şahsî ve toplumsal dokularımızı da kaybediyoruz. Hâlbuki biz gıyabında adı “El-Emin” olarak bilinip çağrılan Yüce Peygamberimizin ümmetiyiz. Türkülerimiz, hikâyelerimiz, komşuluğumuz, aile içinde büyük-küçük bilmemiz ve bu güzelliklerimizi muhteva ederek güvene, nezakete, zarafete dayanan sosyal dokumuz, hakikatinde bizi “biz” yapan taraflarımız. “İnsan ömrü” dediğimiz dünya seyahatimizde kısa günün kârı sayılacak menfaatler uğruna kıymeti ölçülemeyen insanlığımızı, tevazuumuzu, cömertliğimizi, hasbi yanlarımızı kaybetmeyelim inşallah.