GARİP bir ibretler
levhası hâlinde seyrediyor hayat.
Daha
doğrusu, hayat ile zaman kol kola girmiş yol alırken, olup bitenleri seyreden
bizleriz aslında.
“İnsan,
zaman ve mekân”ın tesiri her birimiz için hep ehemmiyetliydi. Dünyanın
neresinde olursa olsun, insan, zamanın akışına, mekânın etkisine,
meşguliyetlerinin sevincine ve kederine bir nevi müptelâydı.
Ancak
“Covid-19” unvanlı cirmi hiç, cürmü hep olan bir virüs ile tanıştığımızdan
beridir değişti hayatlarımız, şartlarımız, bakış açımız, çıkarımlarımız…
Hiç
olmadığı kadar değişkenlik arz eden bu sürecin içinden geçiyorken dünya, her
bir insan teki, dâhli olmadığı hâlde tenhalaşmanın izdüşümünü yaşıyor epeydir ruhunda.
Payımıza
düşen, idrakimiz ölçüsünde değişiyor.
Tevekkül,
tefekkür ve teslimiyet formüllerinden yoksun olanlar hırçınlaşıyor.
Kimi
insanlığını sorguluyor. Kimi ölümlü dünyadan tüm yasaklara rağmen canı pahasına
kam almanın derdine düşüyor.
Kimimiz
hayat gailesinin üstesinden gelmek için çırpınırken, kimimiz kaçınılmaz son
olan ölüm hakkında mülâhaza ediyor nefsiyle…
Kimi
can pazarında, tecrit edilmiş odalarda sevdiklerine hasret, rahat bir nefes
alabilmek için duâya duruyor. Kimi dünyadan uğurladığı yakınlarının yasını
tutuyor.
Kimi
sabrı kuşanmış, kimi şükrüyle teselli buluyor.
Kimi
cirmi kadar, kimi cürmü kadar yer tutuyor bu dünyada.
Her
insanın canı kıymetli, canânı kıymetli…
Edindiği
yaşamak pratiği neyi öngörüyorsa onunla nefes almakta ısrarlı insanoğlu.
Bununla
birlikte, öyle ferdî, öyle coğrafî bir imtihan değil son dokuz aydır
yaşananlar. Dünya insanları ayrı kaderleriyle aynı kederi göğüslerken paydalar
eşitleniyor.
Hâl
hep böyleydi belki de… Belki böyle şöhretli değildi ama mücerret sari
hastalıklarımız vardı da ne izah edebiliyor, ne çâre aramayı biliyorduk. Dertleşme
adına edilen dedikodular, mâkâm sevdâsıyla yapılan kulisler, hırslarımız uğruna
yapılan pazarlıklar, sevdiklerimizden çalınan zamanlar marazî birer hastalık
değil miydi?
Aynı
derecede evham ve aynı derecede tedbire muhtaçtık belki de. Ve belki de aynı derecede
sabır ve aynı derecede şükür ile mesuldük pandemi öncesinde de…
Belli
ki, görecek günümüz vardı ve görgümüz olacaktı “pandemi”yle edindiğimiz
tecrübeler. Bu sayede tüm insanlık, her şahsa münhasır kaderine rağmen aynı
kederle ortak paydada buluştu.
Ülke
yönetimlerinin “güç” iddiaları İlâhî Kudretin “Ol” emriyle nesholdu, fesholdu. Doğudan
batıya, gelişmiş ülkelerden üçüncü dünya ülkelerine, en yüksek kişi başı gayr-i
sâfî millî hâsılası 85 bin 450 USD olan ülke halkından (İsviçre) en düşük 303
USD olan (Güney Sudan) ülke halkalarına, kentlisinden köylüsüne, patronundan
işçisine hangi şartlarda yaşıyor olunursa olunsun, Koronavirüs/sağlık tehdidi
oranınca eşitlenmenin farkındalığı ile varlığını ve şartlarını daha farklı
değerlendirir oldu insanoğlu.
Pandemi,
uluslararası kıyası ipoteklerken, insanlık bu aynılık içinde yaratılışına
mahsus ayrılık, aykırılık, âşinâlık üzerinden okumalar yapma pratiğini edindi.
Kimileri
ülke yönetimlerine yüklenirken, kimileri nefsine yüklendi. Kimileri “keşke”lerle
savrulurken, kimilerinin gözü yeni ibretlere açıldı…
Kimileri
ise dünyayı bitimsiz sanma gafletinden hâlâ uyanamadı! Meselâ, pandemi nedeni
ile giriş çıkışların kapatıldığı Filistin’de, Yemen’de ölüm ve zulüm kol
geziyor. Zalimin zulmü yanında ölüm temizlik hânesine yazılıyor. Evinin
yıkılışını izleyen babalar, açlıktan kıvranan yavrusunun derdine düşmüş analar -muhtemel-
Koronavirüs’ten bizim kadar korkmuyor.
İnsanlık
hiç olmadığı kadar birbirini anlama ihtimâline yaklaştı. Irkı, milliyeti, imkânları,
unvanları ne olursa olsun, artık tüm insanlar için bilindik bir tehdit
üzerinden eşitlenmenin çetelesi tutuluyor. Amerika’da, İspanya’da, İtalya’da, Fransa’da
her gün kaç kişinin öldüğünü bilmiyorken şimdilerde günü gününe ölüm
sayılarından haberdar olmak neredeyse normalleşti. Keder bölüşülürken, dünya
küçüldü.
Çıplak
gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir virüs, inançlı inançsız her insanın
varlığını tesiri altına alan ve insanlık için pek çok ibret barındıran bir
yazgı oluverdi.
Evet,
pek çok ibretli levha açıldı önümüzde, pek çok pişmanlığa “keşke”lerin mührünü
vurduk tek başımıza hasbihâl ederken. Bundan sonrası için ölüm seyr-i sefer
eylerken etrafımızda, daha rikkatli, daha geniş gönüllü ve göz yummalara daha
teşne olmayı göze alır olduk.
Hâlbuki
ne de cesurduk! Nasıl pervasız, nasıl minnetsiz, mihnetsizdi birbirimizi
seyredişlerimiz…
Sayısız
hatâdan ricât etmemize, sevgilerimizi gözden geçirmemize vesile olan bu süreç
içinden süzülmüş bir ibret ile sonlandıralım bu satırları...
Meselâ
tez alınır, çabuk küserdik. Kırılganlıklarımıza galebe çalardı kızgınlıklarımız,
eser savururduk. Evvel âhir akrabalıklar, kırk yıllık dostluklar iki dudak
arasından fırlatılmış keskin bıçaklarla biçilirdi. “Ne ölüm ölüne, ne dirim
dirine” sözleriyle kansız yaralar açılırdı.
Dilimiz
bıçaktan keskinken, sözümüz kurşundan ağırdı. “Ne cenazeme, ne düğünüme gel!”
ihtarıyla açılan mesafeler nasıl da yerini buldu şimdi. Bir büyük öfkeden hâsıl
olan bu cümlelerin vebâli neredeyse cem-i cümlemizin bahtına yazgı olup
yazıldı.
Nefsimizden
azâde olunca ihtar, şartlara tâbi olunca mesafeler hesabın küçüğünden,
öfkemizin külfetinden utanır olduk şimdilerdi. Ah ki, söz bir kere düşmüştü
dillerimizden!
Kim
bilir, belki de böylesi sözlerin vebâlidir şimdilerde yakamıza yapışan… Tenha
düğünler, cemaatsiz definler, geçmiş öfkelerimizi temize çekmemizi sağlar mı
acaba?
Şimdi,
“Ölüsünden dirisinden hazzetmemeyi mi seçersiniz, affetmeyi mi?” diye sorsam,
hiç şüphesiz büyük gönüllülükle, “Affetmek dahi Allah’a mahsus!” tevazuu ile
cevap alacağımdan eminim!
Düğünlerine
gidemediğim öğrencilerimi beyaz gelinlikle göremediğim için, yakınını kaybetmiş
dostlarımıza taziyede bulunamadığım için, kederli başları omzumda
ağırlayamadığım, ağlayan gözlerin yaşını silemediğim için ne kadar üzgünsem,
sizlerin de o kadar üzgün olduğunuzdan şüphem yok!
Böylesi
yüzümüze vurulmuşken gafletlerimiz, bundan böyle söylediğimiz, söyleyeceğimiz
her sözün hayatlarımıza yansıyacağı gerçekliğini unutmayacağımızdan da şüphe
duymuyorum!
Malûm,
“Bir musibet, bin nasihatten yeğdir”…