Koronavirüs paydaları eşitliyor, dünya küçülüyor

Zalimin zulmü yanında ölüm temizlik hânesine yazılıyor. Evinin yıkılışını izleyen babalar, açlıktan kıvranan yavrusunun derdine düşmüş analar -muhtemel- Koronavirüs’ten bizim kadar korkmuyor. İnsanlık hiç olmadığı kadar birbirini anlama ihtimâline yaklaştı. Irkı, milliyeti, imkânları, unvanları ne olursa olsun, artık tüm insanlar için bilindik bir tehdit üzerinden eşitlenmenin çetelesi tutuluyor. Amerika’da, İspanya’da, İtalya’da, Fransa’da her gün kaç kişinin öldüğünü bilmiyorken şimdilerde günü gününe ölüm sayılarından haberdar olmak neredeyse normalleşti. Keder bölüşülürken, dünya küçüldü.

GARİP bir ibretler levhası hâlinde seyrediyor hayat.

Daha doğrusu, hayat ile zaman kol kola girmiş yol alırken, olup bitenleri seyreden bizleriz aslında.

“İnsan, zaman ve mekân”ın tesiri her birimiz için hep ehemmiyetliydi. Dünyanın neresinde olursa olsun, insan, zamanın akışına, mekânın etkisine, meşguliyetlerinin sevincine ve kederine bir nevi müptelâydı.

Ancak “Covid-19” unvanlı cirmi hiç, cürmü hep olan bir virüs ile tanıştığımızdan beridir değişti hayatlarımız, şartlarımız, bakış açımız, çıkarımlarımız…

Hiç olmadığı kadar değişkenlik arz eden bu sürecin içinden geçiyorken dünya, her bir insan teki, dâhli olmadığı hâlde tenhalaşmanın izdüşümünü yaşıyor epeydir ruhunda.

Payımıza düşen, idrakimiz ölçüsünde değişiyor.

Tevekkül, tefekkür ve teslimiyet formüllerinden yoksun olanlar hırçınlaşıyor.

Kimi insanlığını sorguluyor. Kimi ölümlü dünyadan tüm yasaklara rağmen canı pahasına kam almanın derdine düşüyor.

Kimimiz hayat gailesinin üstesinden gelmek için çırpınırken, kimimiz kaçınılmaz son olan ölüm hakkında mülâhaza ediyor nefsiyle…

Kimi can pazarında, tecrit edilmiş odalarda sevdiklerine hasret, rahat bir nefes alabilmek için duâya duruyor. Kimi dünyadan uğurladığı yakınlarının yasını tutuyor.

Kimi sabrı kuşanmış, kimi şükrüyle teselli buluyor.

Kimi cirmi kadar, kimi cürmü kadar yer tutuyor bu dünyada.

Her insanın canı kıymetli, canânı kıymetli…

Edindiği yaşamak pratiği neyi öngörüyorsa onunla nefes almakta ısrarlı insanoğlu.

Bununla birlikte, öyle ferdî, öyle coğrafî bir imtihan değil son dokuz aydır yaşananlar. Dünya insanları ayrı kaderleriyle aynı kederi göğüslerken paydalar eşitleniyor.

Hâl hep böyleydi belki de… Belki böyle şöhretli değildi ama mücerret sari hastalıklarımız vardı da ne izah edebiliyor, ne çâre aramayı biliyorduk. Dertleşme adına edilen dedikodular, mâkâm sevdâsıyla yapılan kulisler, hırslarımız uğruna yapılan pazarlıklar, sevdiklerimizden çalınan zamanlar marazî birer hastalık değil miydi?

Aynı derecede evham ve aynı derecede tedbire muhtaçtık belki de. Ve belki de aynı derecede sabır ve aynı derecede şükür ile mesuldük pandemi öncesinde de…

Belli ki, görecek günümüz vardı ve görgümüz olacaktı “pandemi”yle edindiğimiz tecrübeler. Bu sayede tüm insanlık, her şahsa münhasır kaderine rağmen aynı kederle ortak paydada buluştu.

Ülke yönetimlerinin “güç” iddiaları İlâhî Kudretin “Ol” emriyle nesholdu, fesholdu. Doğudan batıya, gelişmiş ülkelerden üçüncü dünya ülkelerine, en yüksek kişi başı gayr-i sâfî millî hâsılası 85 bin 450 USD olan ülke halkından (İsviçre) en düşük 303 USD olan (Güney Sudan) ülke halkalarına, kentlisinden köylüsüne, patronundan işçisine hangi şartlarda yaşıyor olunursa olunsun, Koronavirüs/sağlık tehdidi oranınca eşitlenmenin farkındalığı ile varlığını ve şartlarını daha farklı değerlendirir oldu insanoğlu.

Pandemi, uluslararası kıyası ipoteklerken, insanlık bu aynılık içinde yaratılışına mahsus ayrılık, aykırılık, âşinâlık üzerinden okumalar yapma pratiğini edindi.

Kimileri ülke yönetimlerine yüklenirken, kimileri nefsine yüklendi. Kimileri “keşke”lerle savrulurken, kimilerinin gözü yeni ibretlere açıldı…

Kimileri ise dünyayı bitimsiz sanma gafletinden hâlâ uyanamadı! Meselâ, pandemi nedeni ile giriş çıkışların kapatıldığı Filistin’de, Yemen’de ölüm ve zulüm kol geziyor. Zalimin zulmü yanında ölüm temizlik hânesine yazılıyor. Evinin yıkılışını izleyen babalar, açlıktan kıvranan yavrusunun derdine düşmüş analar -muhtemel- Koronavirüs’ten bizim kadar korkmuyor.

İnsanlık hiç olmadığı kadar birbirini anlama ihtimâline yaklaştı. Irkı, milliyeti, imkânları, unvanları ne olursa olsun, artık tüm insanlar için bilindik bir tehdit üzerinden eşitlenmenin çetelesi tutuluyor. Amerika’da, İspanya’da, İtalya’da, Fransa’da her gün kaç kişinin öldüğünü bilmiyorken şimdilerde günü gününe ölüm sayılarından haberdar olmak neredeyse normalleşti. Keder bölüşülürken, dünya küçüldü.

Çıplak gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir virüs, inançlı inançsız her insanın varlığını tesiri altına alan ve insanlık için pek çok ibret barındıran bir yazgı oluverdi.

Evet, pek çok ibretli levha açıldı önümüzde, pek çok pişmanlığa “keşke”lerin mührünü vurduk tek başımıza hasbihâl ederken. Bundan sonrası için ölüm seyr-i sefer eylerken etrafımızda, daha rikkatli, daha geniş gönüllü ve göz yummalara daha teşne olmayı göze alır olduk.

Hâlbuki ne de cesurduk! Nasıl pervasız, nasıl minnetsiz, mihnetsizdi birbirimizi seyredişlerimiz…

Sayısız hatâdan ricât etmemize, sevgilerimizi gözden geçirmemize vesile olan bu süreç içinden süzülmüş bir ibret ile sonlandıralım bu satırları...

Meselâ tez alınır, çabuk küserdik. Kırılganlıklarımıza galebe çalardı kızgınlıklarımız, eser savururduk. Evvel âhir akrabalıklar, kırk yıllık dostluklar iki dudak arasından fırlatılmış keskin bıçaklarla biçilirdi. “Ne ölüm ölüne, ne dirim dirine” sözleriyle kansız yaralar açılırdı.

Dilimiz bıçaktan keskinken, sözümüz kurşundan ağırdı. “Ne cenazeme, ne düğünüme gel!” ihtarıyla açılan mesafeler nasıl da yerini buldu şimdi. Bir büyük öfkeden hâsıl olan bu cümlelerin vebâli neredeyse cem-i cümlemizin bahtına yazgı olup yazıldı.

Nefsimizden azâde olunca ihtar, şartlara tâbi olunca mesafeler hesabın küçüğünden, öfkemizin külfetinden utanır olduk şimdilerdi. Ah ki, söz bir kere düşmüştü dillerimizden!

Kim bilir, belki de böylesi sözlerin vebâlidir şimdilerde yakamıza yapışan… Tenha düğünler, cemaatsiz definler, geçmiş öfkelerimizi temize çekmemizi sağlar mı acaba?

Şimdi, “Ölüsünden dirisinden hazzetmemeyi mi seçersiniz, affetmeyi mi?” diye sorsam, hiç şüphesiz büyük gönüllülükle, “Affetmek dahi Allah’a mahsus!” tevazuu ile cevap alacağımdan eminim!

Düğünlerine gidemediğim öğrencilerimi beyaz gelinlikle göremediğim için, yakınını kaybetmiş dostlarımıza taziyede bulunamadığım için, kederli başları omzumda ağırlayamadığım, ağlayan gözlerin yaşını silemediğim için ne kadar üzgünsem, sizlerin de o kadar üzgün olduğunuzdan şüphem yok!

Böylesi yüzümüze vurulmuşken gafletlerimiz, bundan böyle söylediğimiz, söyleyeceğimiz her sözün hayatlarımıza yansıyacağı gerçekliğini unutmayacağımızdan da şüphe duymuyorum!

Malûm, “Bir musibet, bin nasihatten yeğdir”…