Korona-psikoloji

Bizim imanımız, iman yolunda hayırlarımız, sadakalarımız, şükürlerimiz, tövbelerimiz de var. Bizim duâlarımız, yakarışlarımız da var… Ama bir canı kurtarmak zamanı şimdi! Tüm o imanî ve itikadî eylemlerimiz ne kadar değerliyse, bugün dikkat etmek ve tedbir almak da öyle değerli. Şimdi bir maske takmak, evde kalmak ve elleri temiz tutmakla Allah’ın rızâsını aramalı.

-Bu yazı, bilimsel bir çalışma değildir! Virüs ve insan çatışmasında, insanın içine bırakıldığı kümenin elemanına ait bir bakış açısıdır.-

***

MART ayından bu yana rutinler, standartlar, tanışık olduğumuz yaşamsal tekrarlar “küme”sinin içinden çıkmış bulunuyoruz. Bu yeni dış kümemiz, bir öncekinin içindeki elemanları büyük oranda değiştirmiş durumda. Geçici bir sürecin (inşallah) kalıcı parametrelerini edindiğimiz şu zaman diliminde, ortak paydalarımız kadar zıt kutuplarımız da ayyuka çıkmış görünüyor.

“Vaka” dediğimiz sayısal verinin(!), sadece bir veri olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Günlük tablo açıklanırken, onu açıklayandan dinleyenlere kadar tüm kalplere bir sızı daha ekleniyor… Bugün o tabloyu oluşturanlardan biri olmamak, yeteri kadar sevindirici bir etki yaratmıyor. Bir yerlerde hasta insanların, onlara üzülen ve onlar için endişelenen birilerinin varlığı, ağırlığınca bir yük daha ekliyor gönüllere… Sonra başka başka hastalıklar, acılar, hüzünler daha bi’ belirginleşiyor. Dünyanın ve bizi sarıp sarmalayan bu toprakların üzerindeki tüm ahlar toplanıp kulaklarda çınlıyor.

Sanki ilk defa acıyı daha derinden duyuyoruz. Hâlbuki bugüne kadar ne dertler, ne hastalıklar görmüşüzdür. Kimimiz daha fazla… Fakat bu toplu hüzün ve kaygı hareketi, yekpâre yaşanan tüm sıkıntılardan daha okkalı bir tokat atıyor insana… Bugüne kadar düşünülmemişleri ve kayda değer görülmemişleri çıkartıyor tozlu sandıklardan…

Ümit veren doktorlar, siyasetçiler ve yorumcular bir yanda; fazla ümit vermekten çekinen, bu sürecin çok uzun olabileceğine alıştırmaya çalışanlar bir yanda… Hâlbuki insanları alıştıkları ve bildikleri bir yaşam formundan, çok daha özveri ve dikkat gerektiren bir hayat ritüeline geçiş yaptırabilmenin yegâne yolu, ümit vermektedir. Sancılı zamanların bitimine inandırmadığınız bir aklı, o sürece adapte olmaya ve sabretmeye ikna etmeniz de pek olası değil. Elbette bu yeni durum karşısında herkes kendince zarar vermeden bir yol göstermenin derdinde. Fakat insanlara bu sürecin biteceğini ve normale dönebileceklerini anlatmak, direnç gücünü ve rikkati arttıracak bir motivasyon verecektir. Sonunu göremediği şeylere kolay kolay verici bir karakter sergilemez insanoğlu…

Bir kayıkçıya kıyıyı gösterir ya da kıyının var olduğuna inandırırsanız, o kürekler çekilirken daha üstün bir gayretle karşılaşırsınız.

Evet, “Ümit verilmeli” diyorum. Ama bunu sadece insanların doğru davranmaya yönlendirilmesi adına da söylemiyorum. Olmayan bir ümidin aşılanmasından değil, var olan bir gerçeğin müjdesinden bahsediyorum.

Azalan her şey bitmeye mahkûmdur. Bir hastalık, bir duygu, bir acı, bir kaygı ya da bir ömür azalıyorsa, azalabilecek potansiyele sahipse, elbet bitecektir. Hem sonra bir şeyin bitişi, o şeyin gücüyle de paralel değildir. Güç ve yoğunluk, bir direnç ve süreklilik göstergesi değildir. Daha güçlü olan daha çok yaşamıyor. Sağanak yağmurlar daha uzun sürmüyor. En zemheri mevsimler de yerini bahara bırakıyor. En büyük yokluklar tek bir varlıkta mâzi olup gidiyor. Elbette burada mühim ve elim olan şey, kayıplar ve hasarlar bırakıyor olması…

Fakat burada bir hastalıktan, salgından ve bunun sonucunda kaybedilen canlardan bahsediyorsak, hepsine rahmetle birlikte “ölüm” mevzuu hakkında da birkaç şey söylemek lâzım gelir. Bir insan ölene kadar, ölmemesi gerekir. Şöyle açayım: Son nefesi verene kadar insan, yaşamak için vardır. Hastaysa iyileşmelidir, düştüyse kalkmalıdır, gittiyse dönmelidir. Ama ölüm, olmaması gerekirken olmuş bir şey değildir. Bu, asla, vefât eden bir insanın yokluğunu hafife almak değil, bir sevdiğini kaybeden insanların huzurla yaşayabilmeleri için gerekli bir inanç sistemi… En nihâyetinde Koronavirüsten, veremden, kanserden, gripten, kazadan, savaştan, yaşlılıktan ve envaiçeşit sebeple biri(leri)ni kaybediyoruz hayatta.

Ben de babamı kaybettim. Onu her özlediğimde ilk duygum; sanki ölmemesi gerekirken ölmüş de, olmaması gereken bir acıya düşmüşüm gibi hissetmek olur. Bu his uzadıkça kalbimde yangın başlar. Özlemek, kalbi kanırtan bir canavara dönüşür ve bu duygunun hain bir yanılgı olduğuna kısa sürede kani olurum. Herkes birini yolcu ediyor baki âleme… Ama ne zaman özlese insan şöyle demeli: “Ölüm, tam da olması gerektiği zamanda gelir. Önce ya da sonra değil…”

Vefât eden için de, onu sevenler için de bu, en hayırlı zamandır. Bunu dünya aklıyla hemen anlayamamak ve her zaman idrak edememek elbette olağan. Fakat bu teslim oluş, sevdiği bir canı toprağa verenler için kalpteki yangına sular serpecektir. Ve bu, hayat kadar gerçek ve hayat kadar gereklidir.

“Korona-psikoloji” derken, işin bilimsel yanından değil, bize düşen payından bahsettiğimin altını çizmiştim. Bir başka vahamet daha var tespitimde… Bu, iyi niyetle yapılan büyük kötülüklerden… Çok saygın ve doğru açılarda olayları ele alan zihinlerin bile bu vahim kanaatleri dile getirdiğine tanık oldum.

İnsanların yine aynı (Koronavirüs) düşman karşısında tedbir almaları, dikkat etmeleri ve evde kalmaları için yürütülen bir korkutma eylemi var. Çoğumuz denk gelmişizdir. Diyorlar ki, “Bu şekilde ölmek ve yalnız gömülmek istemiyorsanız evde kalın!”.

Bu cümleyi yazmış olmaktan bile hayâ ediyorum. Böyle bir şey olabilir mi? Bir de bunu insanları korumak ve korunmaya sevk etmek amacıyla yani sözüm ona iyi ve doğru amaçlar için söylüyorlar. Fakat burada atladığımız iki nokta var!

“Bu şekilde ölmek”(?) diye korkutucu bir tablo çizerek, vefât eden insanların sevenlerini katmerli bir acıya tutsak ediyorsunuz…

Hangi sebeple ve ne şekilde ölüm gelirse gelsin, onun ölende nasıl bir süreç olduğunu ve onda nasıl bir Cennet mâkâmına vesîle olacağını hiçbir insanoğlu bilemez!

Bir insan uykusunda ölebilir, değil mi? Peki, uykuda ölen insanın çok rahat gittiğini ya da gitmediğini söyleyebilir misiniz? Asla! Bir insan bir uçak kazasında parça parça olmuş bir bedenle de ölebilir. Yine o insanın çok acı çektiğini ya da kötü öldüğünü söyleyemezsiniz.

Kötü ölüm; öyle sebepler, hastalıklar ve benzeri kriterlerle belirlenemez. Bu yargı bir insan tarafından asla verilemez! Ama kötü ölüm, ancak kötü bir yaşamla gelebilir. Çünkü ölmek anlık bir olaysa da ilerisi uzun ve bitimsiz bir yaşam. Orada yapılanların karşılığı bekliyor insanı…

Peki, bu kötü ölüm senaryosu, ölen insanların yakınlarını üzmekle mi kalıyor? Sırf “Korksun da dikkat etsin” dediğiniz insanları da daha büyük kaygı ve korkulara sürüklemiyor mu? Peki, bu kaygı gerçekten dikkat etmelerini sağlayacak mı? Aşırı bir endişe ve korku hâli, insanın sağlıklı düşünme yetilerini sömürür. Hattâ dikkat edin, aşırı korku, korkulan olguya koşarak gidişi bile sağlayabilir.

Hangi hastalıktan öldüğümüzün bir önemi yok! Nasıl yaşadığımızın ve yaşarken ne güzellikler yaptığımızın önemi var!

Ama ne demiştik? “İnsan, ölene kadar ölmemesi gereken bir varlıktır”... Ölüm geldiğinde keşkelerin, vahların bir önemi, anlamı ve gereği yoktur. Ölüm, geldiğinde çok büyük bir kesinlikle gelir ve hiç görülmemiştir gelmemesi gereken bir zamanda geldiği… Sanki erken gibi geldiği çok olur. Ya da geç… Ama asla geç ya da erken değildir!

Yaşıyoruz, varız, öyleyse mücadele zamanı!

Şimdi yaşıyorsak, varsak bu âlemde, ölmemek ve hasta olmamak üzere bir mücadele vermemiz gerekiyor demektir. Bunu da öyle korkudan büyümüş gözbebekleriyle değil, aklıselim bir edâyla yapmamızda fayda var!

Evet, bu virüs bitecek! Bitene kadar nasıl bir yol izlediğimiz önemli…

Çok şükür ki devlet, millet, sağlık kurumları, doktorlar, bilim adamları, üreticiler ve her kim varsa memleketin faydasına çabalayan, hepsi üstün bir performans sergiliyor ve süreç, pek çok ülkeden çok daha olumlu bir tablo çiziyor.

Bize düşen ne?

Öncelikle defaatle söylendiği üzere, bir kişinin bile virüs kapmaması ve bunu yaymaması büyük bir öneme sahip. Tıpkı herkesin kendi kapısının önünü süpürmesinin bütün bir ülke sokaklarını tertemiz yapacağı hususundaki matematik kadar güçlü bir veri bu. Düşün ki, herkes tek tek kendini ve kendinden yayılacak olanı kontrol altına aldığında, milyonlarca insanın birlikte hareket etmesi gibi bir etki yaratacak. Bu, artık bir ibadet kadar değerli… Bir insan hastalığı kapmadığında ve bulaştırmadığında, onlarca insanı kurtarmış gibi önemli bir iş başaracaktır.

Bir başka görevimiz de “ümitli olmak”… Her gün bu sürecin bıçakla kesilir gibi kesilmesine karşı bir ümit beslemeli ve bunun gerçekleşmesinde bizim de yapmamız gerekenler olduğunu unutmamamız lâzım.

İnsan bir dikkat ve teyakkuz hâlinde çok üzün süre kalamıyor. Gerekliliklerin sürekli resetlenmesi gerekiyor. Meselâ, bir gün maske takan, dışarıda sosyal mesafe kurallarına uyan, eve gelince hijyen koşullarını sağlayan, ellerini gerektiği gibi dezenfekte eden, alışverişten getirdiklerini temizleyip tüm kurallara riayet eden insan, yarın aynı sistemi tekrar etmede bir dezavantaja sahip.

Sanki bir önceki günün gayreti bugünü de sağlama alacakmış gibi bir gevşeme baş gösteriyor. Çünkü normalde yapmadığımız tüm o hareketler, bedenen olmasa da zihnen oldukça yorucu. Ve tüm yorgunluklar, bir şey elde etmek için olduğunda katlanılır oluyor. Bir şeye bulaşmamak, zaten olmayan bir şeyin hâlâ olmamasını sağlamak için bu kadar yorulmak çekici gelmiyor insana. İnsan bir yere varmak için bütün gücüyle koşar da, koşup koşup bir yere varamadığını hisseden, yürümeye bile erinir.

O zaman burada da fark edilemeyen bir detay var: Bugün ve her gün, aynı özveriyle, aynı ısrarla ve itinayla virüsü kapmamak ve yaymamak üzerine çaba sarf etmek, aslında çok şey kazandırıyor. Ama ânında, belirgin ve elle tutulur bir sonuç olmaması, dikkat konusundaki konsantrasyonu da olumsuz etkiliyor.

Öyleyse bu yanılgıya düşmemeli!

Bugün de dikkat etmeli, yarın da… Topluca ve tek tek aynı güçle her gün dikkat etmeyi başarırsak, bütün bir ülkeyi el birliğiyle kurtarmış olacağız. Evde kalabileceklerin ısrarla evde kalmaları, dışarı çıkmak zorunda olanların birbirinden uzak durması, maske takması, elleri dezenfekte etmeden yüze göze dokunmaması ve tüm bunları her an yapabilmek için her an teyakkuzda olması, bir ülkeyi işgalden kurtarmaktır.

Düşünmek lâzım…

Çanakkale Cephesi’nde savaşanlara, “Silahları bırakın, maskeleri takın, araya iki metre mesafe koyun, elleri dezenfekte edin ve bunu ikinci bir emre kadar tekrarlayın” deselerdi, bir ülkeyi kurtarmanın bu kadar kolay olabilmesi sevindirici olmaz mıydı? “Böyle yaparsanız can kaybı da en aza indirgenecek ve savaş en kısa sürede nihâyete erecek” deselerdi, insanları saâdetli bir gülme almaz mıydı?

Demek ki bu görünmeyen düşman karşısında hepimiz birer neferiz.

Bir nefer gibi önce canımızı, yanımızdakilerin canını ve vatan topraklarını korumak adına bu savaşta hepimiz varız. Hem öyle farklı bakış açıları, değişen sosyal statüler, siyâsî görüşler falan da işlemez burada. İdrak etmeli; bir ülke bir savaşı kaybettiğinde, içindeki tüm siyâsî görüşler, tüm sosyal statüler ve tüm marjinal zihinleriyle beraber kaybeder. Bir ülkenin kaybedip de o ülkede beslenen, nefes alan bir güruhun âbâd olduğu görülmemiştir.

“Dikkat ediyorum” zannederken mahvettiklerimiz

Bu bölümde, kendimce bazı gedikleri kapamak niyetindeyim. Fakat bunu yaparken çok detayda zihinleri boğmaktan endişe ediyorum. Ama derler ya “Söylemezsem olmaz” diye, gerçekten olmaz. Benim de en sonunda bu kâinata yansıtabileceğim bir sayfam var ve bu sayfa, denk gelip de zaman ayıracak birine ulaştığında, sorumluluk duyduklarımı dile getirmiş olmak isterim.

Maske bilmecesi

Maske takıyoruz… Dışarıdayız. İş güç ya da alışveriş… Kapılar açıyor, kapılar kapatıyoruz. Para denilen mikrop yuvasına sıklıkla dokunuyoruz. Onlarca el değen yere değiyoruz. Sonra o maskeyi elle düzeltiyoruz. Tamam, bitti! O maskenin içinde saatlerce ya da dakikalarca nefes alıp vermeye çalıştık, maske cildi rahatsız etti, lâstiği sıktı falan… Hepsine tahammül ettik. Ne için? Virüsü direkt almayalım da elimizden maskeye, maskeden nefes yollarımıza doğru daha dolaylı bir yolculukla buyur edelim diye mi? O maskeyi takmak ne kadar önemliyse, o maskeye dokunmamak katbekat önemli!

Maskeyi taktık, maskeye dokunmadık, eve geldik. Elleri sıcak su ve sabunla yirmi saniye boyunca ovaladık, sonra bir de kolonya ya da dezenfektanla işi sağlama aldık. Sonra da gittik, dışarıdan getirdiğimiz poşete dokunduk ya da maskeyi çöpe attık. Tamam, bitti! Şimdi denkleme bir bakalım: Ellerimizde virüs olabileceği için o kadar özenle yıkadık, peki ellerimizde virüs olabilecek süreçte elimizde bulunan torbalara tekrar dokunduğumuzda onca çaba çöpe gitmedi mi? “İnşallah gitmez” diyelim ama sonuçta bir risk var ortada!

İnsanda bazı bilinçaltı inanışlar oluyor. Meselâ şu cümle ne kadar tanıdık gelecektir: “Her şeye dikkat ettim, buna da etmeyeyim, ne olacak?” Elbette pek çok şeye dikkat edip birkaç gerekliliği atlamış olmak risk oranını düşürür ama sıfırlamaz. Hem onca şeye dikkat edip ufacık bir hareketten gocunmak niye? Okyanusu geçip derede boğulmamalı sonuçta. En önemlisi de, o son hareket! Günün telâşı bitip de tam dinlenme kısmına geçerken ellerimizin ve temas edeceklerimizin temiz olması hayat kurtarır.

Evde kal(ama)mak

Bu “evde kalmak” gerekliliği de bahanelerle yerle bir ediliyor. Evde kalmak, bu savaşın en önemli cephesi!

Herkes yine kendi kapısının önünü süpürmeli. Ne kadar çok evde kalmayı başarırsak, ne kadar az dışarı çıkmak durumunda kalırsak, o kadar düşman öldürmüş gibi olacağız.

Bir kişi, evden çıkmamakla virüsü kapmak ve bulaştırmak riskini ortadan kaldırıyor. Bu sayede onlarca kişinin daha bu salgın zincirine eklenmesinin önünü kesmiş oluyor. Bunu herkes tek tek yaptığında ortaya çıkan tablo muhteşem!

Bir kişi onlarca kişiyi, onlarca kişi binlercesini ve binlerce insan milyonları kurtarıyor. El ele vermeden el ele, omuz omuza vermiş oluyoruz. Bu evde kalma işi, öyle basit bir şey değil. Evde geçirilen zaman boyunca can kurtarıp duruyoruz, haberimiz yok!

Ama dışarı çıkarken sebeplerimiz var, değil mi? Kendimi de dâhil ettiğim bir eleştiri okunu yaydan çıkarıyorum şimdi: Dışarı çıkmak için saydığımız gerekliliklerin yüzde 80’i geçersiz. İnsan bir ekmek ve su ile yaşayabilen bir varlıkken, buna eklediğimiz her bir şey geçerliliğini yitiriyor. Yani “Sadece ekmek ve su için çıkmalı” demiyorum ama yine gerekliliklerimizi en aza indirerek büyük zafer için güçlü bir adım atmış olacağımız, kesin!

Bırakalım, işe gitmek zorunda olanlar yürüsün caddede, onlar binsin otobüse… Her fazladan meşgul ettiğimiz metrekarenin hesabını Allah’a vermenin de zamanı gelir.

Ben inanıyorum; fazla gerekmediği hâlde evden çıkarak yarattığımız kalabalıklarda, virüsü alan ve veren kişi olmasak bile, sırf o kalabalıkta virüsün yayılımına etki eden faktör olarak “kul hakkı”na girmiş bulunacağız.

Bizim beş vakit namazımız, zekâtımız, orucumuz, haccımız, şehâdetimiz var, evet! Bizim imanımız, iman yolunda hayırlarımız, sadakalarımız, şükürlerimiz, tövbelerimiz de var. Bizim duâlarımız, yakarışlarımız da var… Ama bir canı kurtarmak zamanı şimdi! Tüm o imanî ve itikadî eylemlerimiz ne kadar değerliyse, bugün dikkat etmek ve tedbir almak da öyle değerli. Şimdi bir maske takmak, evde kalmak ve elleri temiz tutmakla Allah’ın rızâsını aramalı. Herkes bir can kurtarabilir. Öyleyse bu da bir ibadettir.

Az kaldı…

Biraz sabır, biraz tevekkül, biraz gayret ve birlik duygusuyla, hep birlikte bu savaşı kazanalım inşallah!