Korona mı bizi yeniyor biz mi Korona’yı?

Öyle zannediyorum, hatta gönlüm öyle olmasını istiyor ki, Erdoğan ve ekibi, virüsten nemalanmaya çalışan dünyanın para baronlarının oyunlarının farkındadırlar. İşte tam da bu yüzden, sayıları ve oranları doğru okuyup analiz ediyor, halkı ve devleti gereksiz ekonomik çıkmazlara sokmadan bu işin içinden çıkmanın yolunu arıyorlar!

PAZARTESİ günü yapılan kabîne toplantısının ardından açıklanan pandemi tedbir kararları epeyce meşgul etti vatandaşın gündemini. Sokaktaki vatandaşın büyük bölümü, artan vaka sayılarına rağmen pek de sertleşmeyen önlemlerden dolayı şaşkınlık içinde. Avrupa’nın büyük ülkelerindekine benzer tam kapanma isteyenlerin sayısı da azımsanmayacak durumda. Hâlbuki daha bir ay öncesine kadar tam tersi bir hava hâkimdi insanlarda. Öyle ki, esnafın bir bölümü 1 Mart’ta illegal de olsa dükkân açma eylemi yapmaya hazırlanıyordu. Neyse ki buna gerek kalmadan, Hükûmet açılma kararı aldı.

Maalesef esnaf da, vatandaş da gerekli önlemleri almayıp salgın bitmiş gibi hareket etmeye başladığı için Şubat sonunda yükselme eğilimi gösteren vaka sayıları Mart boyunca her geçen gün arttı ve Türkiye’nin risk haritasının kırmızıya boyanması kaçınılmaz oldu.

Daha önceki yazılarımdan hatırlayanlar olacaktır; bendeniz, Kovid-19’un abartılmış bir illet olduğu kanısındayım. Evet, başıboş bırakılıp sürü bağışıklığı beklemek gerektiğini savunuyor değilim ama çok keskin tedbirlerle vatandaşı dört duvar arasına sıkıştırmanın da hem gerekli olmadığını, hem de sonuç alınmasını kolaylaştırmayacağını düşünüyorum.

Kısaca tekrar etmek gerekirse, dünya çapında 2019 yılında sadece zatürreden ölen insanların sayısı 3 milyonun üzerinde. Gribin sebep olduğu diğer ölüm sebepleri ise grip testi yapılmadığı için istatistiklere sonuç açısından yansımış durumda. Bir de pandemi sürecindeki hassasiyet oluşmadığı için doğru, detaylı ve yeterli verinin Dünya Sağlık Örgütü’ne ulaşmadığının göz ardı edilmemesi gerekir. Buradan hareketle Kovid-19’un, ölümcüllüğü yüksek, kısmen mevsimsel şartlardan bağımsız bir virüs olduğunu, ancak 16 ayda 2.8 milyon kişinin ölümüne sebep olduğu için gripten daha tehlikeli olduğunun iddia edilemeyeceğini söylemek gerekir.

Biz gelelim Türkiye’deki etkilerine...

Sadece sayılar üzerinden gider de oranları görmezden gelirsek sonuca bakışımız değişir. O yüzden, daha önce de yazdığım Kovid-19 merkezli yazılarda olduğu gibi bugün de sizlere bazı oranlardan bahsetmek istiyorum. O zaman belki siz de Hükûmet’in yeni tedbirlerinin yetersizliğinden dem vurmak yerine virüs üzerinden oynanan oyunları bozma gayretini fark edebilirsiniz.

Biliyoruz ki mutant virüsler ve de özellikle ülkemizde çok yoğun olarak tespit edilen İngiltere mutantı, tanıdığımız Kovid-19’dan daha hızlı bir yayılma gücüne sahip. Son bir aydaki vaka sayılarının artışı da bunun delili olarak duruyor karşımızda. Fakat son bir ya da bir buçuk aydır bulunduğum her ortamda ısrarla dile getirdiğim bir ayrıntı gözden kaçırılıyor nedense. O da virüsün hasta etme kapasitesinin sürekli aşağı yönlü değişim gösterdiği…

Bu, şu demek: Virüs, üç ay, beş ay, bir yıl önce, bulaştığı kişilerde daha yüksek oranda hastalık belirtisi göstermesine sebep olurken, Şubat ayından beri bu oran azalıyor. Yani virüs, eskisi kadar hasta etmiyor bizleri. Bu tespitimi, son dört ayın verileriyle anlatmak isterim sizlere.

İlk günden beri, ne kadar çok test yapılırsa o kadar fazla vakaya ulaşılacağını ve ne kadar vakaya ulaşılırsa o kadar kolay tedbir alınacağını biliyoruz. Test sayıları ise günden güne değişiklik gösteriyor. Öyle ise sayıların kendisi değil, aralarındaki oranlar virüsün seyri adına bize daha çok bilgi vermeli. Son dört ayda, her ayın ilk gün verilerini baz alarak vaka/test, hasta/vaka ve hasta/test oranlarıyla başlayalım.

Oranlar bizden yana!

1 Aralık günü tespit edilen vaka sayısının test sayısına oranı yüzde 17.67 iken bu oran 1 Ocak’ta yüzde 7.72’ye, 1 Şubat’ta yüzde 5.44’e düşmüş, sonrasında ise yükselişe geçerek 1 Mart’ta yüzde 7.58’e, 31 Mart’ta ise yüzde 16.37’ye yükselmiş. Yani 31 Mart’taki vaka sayımız 1 Aralık’takine göre 8 bin 86 kişi daha fazla olduğu hâlde yaptığımız test sayısı 63 bin 356 fazla olduğundan son oranımız daha düşük çıkıyor.

Aynı periyotta devam edelim; belki de iddiamı ispatlayan en çarpıcı örnek buradaki veriler olacak!

1 Aralık’taki hasta sayısının vaka sayısına oranı yüzde 20.86 iken 1 Ocak’ta yüzde 15.63’e, 1 Şubat’ta yüzde 8.24’e, 1 Mart’ta yüzde 6.52’ye ve son olarak 31 Mart’ta yüzde 3.56’ya gerilemiş durumda. Yani Aralık 2020’de virüsle tanışan her yüz kişiden neredeyse 21’i semptom gösterirken, bugün bu sayı yüz kişide dördün altına düşmüş durumda.

Semptom gösteren hastaların test sayısına oranı ise yine aynı dönemde yüzde 3.69’la başlıyor; ancak Ocak’ta yüzde 1.21’e, Şubat ve Mart başında ise binde 5’e kadar geriliyor.

Gelelim işin bizi en çok üzen vefat sayıları tarafına…

Vefat/vaka oranlarında dünya ortalaması yüzde 2’nin biraz üzerinde. Türkiye’de bu oranlar salgının başından beri hep ortalamanın altında seyrediyor. Elbette her vefat bir hüzün ama yüzde 1’in çok az altında olan bir genel ortalamamız var. Ancak burada bir sorun çıkıyor karşımıza. Bu da hastalanma oranının düştüğü son iki ayda bile vefat oranının düşmemiş olması…

Tüm bu sayılardan iki net ve önemli sonuç çıkıyor karşımıza:

Birincisi, virüs eskisi kadar hasta etme yeteneğine sahip değil. Bunun farklı sebepleri olabilir tabiî. Mutasyona uğrayan virüs hasta etme gücünü kaybetmiş de olabilir. Virüsle geçen aylarda tanışmış ancak fark etmemiş olan kişilerde bağışıklık kazanıldığı için tekrar yakalandıklarında da güçlü bir tepki veriyor olabilir. Onu incelemek de benim değil, tıbbın işi olsun artık.

İkinci sonuç ise, vefat sayılarının vakaya oranı sabit gibi görünse de hasta sayısına oranın yükseliyor olması… Demek ki zor da olsa hasta ettiği vücudun iflâsı artık daha kolay…

Bütün bu istatistikleri neden çıkardım, sizleri bu kadar sayı ve oran içinde neden boğdum, oraya gelelim artık…

Hep diyorum ya, bir virüs var, bu virüs tehlikeli olsa da günümüzün en ölümcül sebebi değil ama dünyadaki düzenini kendi lehine değiştirmek isteyenler kullanıyor bu virüsü. Biz de Türkiye olarak bu düzenin içinde olduğumuza göre, güne göre hareket etmek zorundayız. Sadece kendi ülkemizde yaşadığımız bir salgın olsa almayacağımız önlemleri, dünyadaki para sirkülasyonunun dışında kalmamak için almak zorundayız. Sırf bunun için vaka sayılarını aşağıya çekebilmeli, aşılamayı makul seviyede yürütebilmeli, ticâret ve seyahat için dünyanın koyduğu ya da koyacağı standartların dışında kalmamalıyız. Defalarca tam kapanma kararı alan ülkelerin yanında, bayram tatillerinde 3-5 gün kapanmış, onun dışında sadece hafta sonlarını -sözde- evimizde geçirmiş bir ülke olarak hâlâ dünyanın ve birçok Avrupa ülkesinin altında ortalamalarla geçiriyoruz pandemi sürecini.

Tam kapanmanın ülke ekonomisine getireceği yükler var elbette. Ve uzun süreli kapanmalar yaşarsak bu yükün altından kalkmakta zorlanırız. Ancak Hükûmet’in sadece ekonomik sebeplerle kapanma kararı alamadığı tezine katılmam mümkün değil. Öyle zannediyorum, hatta gönlüm öyle olmasını istiyor ki, Erdoğan ve ekibi, virüsten nemalanmaya çalışan dünyanın para baronlarının oyunlarının farkındadırlar. İşte tam da bu yüzden, sayıları ve oranları doğru okuyup analiz ediyor, halkı ve devleti gereksiz ekonomik çıkmazlara sokmadan bu işin içinden çıkmanın yolunu arıyorlar!

Onlar da biliyorlar ki, test yapmadığımız için sayısını bilmediğimiz grip virüsü gerek zatürre, gerekse diğer birçok sebeple Korona’dan çok daha fazla ölüme sebep olurken kimse kapanmaktan bahsetmiyordu.

Öyleyse yapmamız gereken, gripten korunmak için ne yapıyor idiysek öyle davranmak, devletin krizden çıkmak için koyduğu kurallara uyup ülke olarak ön saflarda yer tutmamıza imkân sağlamaktır. Önce “Evde sıkıldık!”, “Ne olacak bu esnafın hâli?” derken şimdi de “Seyahat yasağı neden gelmedi?”, “Tam kapanma ne zaman olacak?” diye sormanın kimseye faydası olmadığını anlamak gerek. Eh, “Restoran ve kafeler Ramazan’da neden kapanıyor?” diye de sormayın artık, onu da kendiniz bulun!