PAZARTESİ günü yapılan kabîne toplantısının ardından açıklanan
pandemi tedbir kararları epeyce meşgul etti vatandaşın gündemini. Sokaktaki
vatandaşın büyük bölümü, artan vaka sayılarına rağmen pek de sertleşmeyen
önlemlerden dolayı şaşkınlık içinde. Avrupa’nın büyük ülkelerindekine benzer
tam kapanma isteyenlerin sayısı da azımsanmayacak durumda. Hâlbuki daha bir ay
öncesine kadar tam tersi bir hava hâkimdi insanlarda. Öyle ki, esnafın bir
bölümü 1 Mart’ta illegal de olsa dükkân açma eylemi yapmaya hazırlanıyordu.
Neyse ki buna gerek kalmadan, Hükûmet açılma kararı aldı.
Maalesef esnaf da, vatandaş da gerekli önlemleri
almayıp salgın bitmiş gibi hareket etmeye başladığı için Şubat sonunda yükselme
eğilimi gösteren vaka sayıları Mart boyunca her geçen gün arttı ve Türkiye’nin
risk haritasının kırmızıya boyanması kaçınılmaz oldu.
Daha önceki yazılarımdan hatırlayanlar olacaktır;
bendeniz, Kovid-19’un abartılmış bir illet olduğu kanısındayım. Evet, başıboş
bırakılıp sürü bağışıklığı beklemek gerektiğini savunuyor değilim ama çok
keskin tedbirlerle vatandaşı dört duvar arasına sıkıştırmanın da hem gerekli
olmadığını, hem de sonuç alınmasını kolaylaştırmayacağını düşünüyorum.
Kısaca tekrar etmek gerekirse, dünya çapında 2019
yılında sadece zatürreden ölen insanların sayısı 3 milyonun üzerinde. Gribin
sebep olduğu diğer ölüm sebepleri ise grip testi yapılmadığı için
istatistiklere sonuç açısından yansımış durumda. Bir de pandemi sürecindeki
hassasiyet oluşmadığı için doğru, detaylı ve yeterli verinin Dünya Sağlık
Örgütü’ne ulaşmadığının göz ardı edilmemesi gerekir. Buradan hareketle Kovid-19’un,
ölümcüllüğü yüksek, kısmen mevsimsel şartlardan bağımsız bir virüs olduğunu,
ancak 16 ayda 2.8 milyon kişinin ölümüne sebep olduğu için gripten daha
tehlikeli olduğunun iddia edilemeyeceğini söylemek gerekir.
Biz gelelim Türkiye’deki etkilerine...
Sadece sayılar üzerinden gider de oranları görmezden
gelirsek sonuca bakışımız değişir. O yüzden, daha önce de yazdığım Kovid-19
merkezli yazılarda olduğu gibi bugün de sizlere bazı oranlardan bahsetmek istiyorum.
O zaman belki siz de Hükûmet’in yeni tedbirlerinin yetersizliğinden dem vurmak
yerine virüs üzerinden oynanan oyunları bozma gayretini fark edebilirsiniz.
Biliyoruz ki mutant virüsler ve de özellikle ülkemizde
çok yoğun olarak tespit edilen İngiltere mutantı, tanıdığımız Kovid-19’dan daha
hızlı bir yayılma gücüne sahip. Son bir aydaki vaka sayılarının artışı da bunun
delili olarak duruyor karşımızda. Fakat son bir ya da bir buçuk aydır
bulunduğum her ortamda ısrarla dile getirdiğim bir ayrıntı gözden kaçırılıyor
nedense. O da virüsün hasta etme kapasitesinin sürekli aşağı yönlü değişim
gösterdiği…
Bu, şu demek: Virüs, üç ay, beş ay, bir yıl önce,
bulaştığı kişilerde daha yüksek oranda hastalık belirtisi göstermesine sebep
olurken, Şubat ayından beri bu oran azalıyor. Yani virüs, eskisi kadar hasta
etmiyor bizleri. Bu tespitimi, son dört ayın verileriyle anlatmak isterim
sizlere.
İlk günden beri, ne kadar çok test yapılırsa o kadar
fazla vakaya ulaşılacağını ve ne kadar vakaya ulaşılırsa o kadar kolay tedbir
alınacağını biliyoruz. Test sayıları ise günden güne değişiklik gösteriyor.
Öyle ise sayıların kendisi değil, aralarındaki oranlar virüsün seyri adına bize
daha çok bilgi vermeli. Son dört ayda, her ayın ilk gün verilerini baz alarak vaka/test,
hasta/vaka ve hasta/test oranlarıyla başlayalım.
Oranlar bizden yana!
1 Aralık günü tespit edilen vaka sayısının test
sayısına oranı yüzde 17.67 iken bu oran 1 Ocak’ta yüzde 7.72’ye, 1 Şubat’ta
yüzde 5.44’e düşmüş, sonrasında ise yükselişe geçerek 1 Mart’ta yüzde 7.58’e,
31 Mart’ta ise yüzde 16.37’ye yükselmiş. Yani 31 Mart’taki vaka sayımız 1
Aralık’takine göre 8 bin 86 kişi daha fazla olduğu hâlde yaptığımız test sayısı
63 bin 356 fazla olduğundan son oranımız daha düşük çıkıyor.
Aynı periyotta devam edelim; belki de iddiamı
ispatlayan en çarpıcı örnek buradaki veriler olacak!
1 Aralık’taki hasta sayısının vaka sayısına oranı
yüzde 20.86 iken 1 Ocak’ta yüzde 15.63’e, 1 Şubat’ta yüzde 8.24’e, 1 Mart’ta
yüzde 6.52’ye ve son olarak 31 Mart’ta yüzde 3.56’ya gerilemiş durumda. Yani
Aralık 2020’de virüsle tanışan her yüz kişiden neredeyse 21’i semptom
gösterirken, bugün bu sayı yüz kişide dördün altına düşmüş durumda.
Semptom gösteren hastaların test sayısına oranı ise
yine aynı dönemde yüzde 3.69’la başlıyor; ancak Ocak’ta yüzde 1.21’e, Şubat ve
Mart başında ise binde 5’e kadar geriliyor.
Gelelim işin bizi en çok üzen vefat sayıları tarafına…
Vefat/vaka oranlarında dünya ortalaması yüzde 2’nin
biraz üzerinde. Türkiye’de bu oranlar salgının başından beri hep ortalamanın
altında seyrediyor. Elbette her vefat bir hüzün ama yüzde 1’in çok az altında
olan bir genel ortalamamız var. Ancak burada bir sorun çıkıyor karşımıza. Bu da
hastalanma oranının düştüğü son iki ayda bile vefat oranının düşmemiş olması…
Tüm bu sayılardan iki net ve önemli sonuç çıkıyor
karşımıza:
Birincisi, virüs eskisi kadar hasta etme yeteneğine
sahip değil. Bunun farklı sebepleri olabilir tabiî. Mutasyona uğrayan virüs
hasta etme gücünü kaybetmiş de olabilir. Virüsle geçen aylarda tanışmış ancak
fark etmemiş olan kişilerde bağışıklık kazanıldığı için tekrar
yakalandıklarında da güçlü bir tepki veriyor olabilir. Onu incelemek de benim
değil, tıbbın işi olsun artık.
İkinci sonuç ise, vefat sayılarının vakaya oranı sabit
gibi görünse de hasta sayısına oranın yükseliyor olması… Demek ki zor da olsa
hasta ettiği vücudun iflâsı artık daha kolay…
Bütün bu istatistikleri neden çıkardım, sizleri bu
kadar sayı ve oran içinde neden boğdum, oraya gelelim artık…
Hep diyorum ya, bir virüs var, bu virüs tehlikeli olsa
da günümüzün en ölümcül sebebi değil ama dünyadaki düzenini kendi lehine
değiştirmek isteyenler kullanıyor bu virüsü. Biz de Türkiye olarak bu düzenin
içinde olduğumuza göre, güne göre hareket etmek zorundayız. Sadece kendi
ülkemizde yaşadığımız bir salgın olsa almayacağımız önlemleri, dünyadaki para
sirkülasyonunun dışında kalmamak için almak zorundayız. Sırf bunun için vaka
sayılarını aşağıya çekebilmeli, aşılamayı makul seviyede yürütebilmeli, ticâret
ve seyahat için dünyanın koyduğu ya da koyacağı standartların dışında
kalmamalıyız. Defalarca tam kapanma kararı alan ülkelerin yanında, bayram
tatillerinde 3-5 gün kapanmış, onun dışında sadece hafta sonlarını -sözde-
evimizde geçirmiş bir ülke olarak hâlâ dünyanın ve birçok Avrupa ülkesinin
altında ortalamalarla geçiriyoruz pandemi sürecini.
Tam kapanmanın ülke ekonomisine getireceği yükler var
elbette. Ve uzun süreli kapanmalar yaşarsak bu yükün altından kalkmakta
zorlanırız. Ancak Hükûmet’in sadece ekonomik sebeplerle kapanma kararı
alamadığı tezine katılmam mümkün değil. Öyle zannediyorum, hatta gönlüm öyle
olmasını istiyor ki, Erdoğan ve ekibi, virüsten nemalanmaya çalışan dünyanın
para baronlarının oyunlarının farkındadırlar. İşte tam da bu yüzden, sayıları
ve oranları doğru okuyup analiz ediyor, halkı ve devleti gereksiz ekonomik
çıkmazlara sokmadan bu işin içinden çıkmanın yolunu arıyorlar!
Onlar da biliyorlar ki, test yapmadığımız için
sayısını bilmediğimiz grip virüsü gerek zatürre, gerekse diğer birçok sebeple
Korona’dan çok daha fazla ölüme sebep olurken kimse kapanmaktan bahsetmiyordu.
Öyleyse yapmamız gereken, gripten korunmak için ne
yapıyor idiysek öyle davranmak, devletin krizden çıkmak için koyduğu kurallara
uyup ülke olarak ön saflarda yer tutmamıza imkân sağlamaktır. Önce “Evde sıkıldık!”,
“Ne olacak bu esnafın hâli?” derken şimdi de “Seyahat yasağı neden gelmedi?”,
“Tam kapanma ne zaman olacak?” diye sormanın kimseye faydası olmadığını anlamak
gerek. Eh, “Restoran ve kafeler Ramazan’da neden kapanıyor?” diye de sormayın
artık, onu da kendiniz bulun!