Korona, firavunlaşan insanlığa karşı bir ihtar mıdır?

Firavunca yaşam, zulüm ve haksızlıklar bizi felâketlere sürükleyecektir. Tüm insanlığın yaratılış ayarlarına dönmesi ve insan gibi yaşaması gerekmektedir. Musîbetler üzerimizden kalkınca da zulümde, haksızlıkta, hâdsizlikte “Nerede kalmıştık?” düşüncesiyle hareket etmememiz lâzım. Yaratıcı, bizden sadece insan ve gerçek kul olmamızı istiyor.

İNSANLIK olarak çok büyük bir imtihandan geçiyoruz. Her gün dünyanın bir köşesinden ölüm ve hastalık haberi alıyoruz. İnsanlık panik içinde. Çoğu yerde insanlar evlerine kapandı. Sokaklar maskeyle, eldivenle dolaşan insanlarla dolu.

Şu zor günlerde bir dizi tedbir ile bu virüs salgınını atlatmaya çalışıyoruz. İnsanların topluca bulunduğu AVM, kafe, kıraathane gibi yerler kapatıldı. Camiler dahi toplu ibadetlere kapalı durumda. Tüm kutsal mekânlarda bu uygulama var. İçimiz buruk, gönlümüz kırık, boynumuz bükük Rabbimize iltica ediyor, duâ ediyor, bu durumdan bizi selâmete çıkarmasını bekliyoruz.

Virüsün maddî çıkış ve yayılış sebeplerini bir yana bırakırsak, son zamanlarda yaşanan hâdiseler insanlığın hiç de iyi bir sınav veremediğini de yüzümüze haykırmakta. Bir yanda insanlar açlıktan, ilâçsızlıktan ölürken üstlerine yağan bombaları da gördük. Yemen’de insanlık açlığa mahkûm edildi. Afrika’daki birçok ülkede yine açlık ve susuzluk hâd safhada. Bu ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömüren sözde medenî Batı dünyası onları bu perişan duruma terk ettiği gibi, aralarına soktuğu nifak ile de ayrıca birbirlerini öldürtmekten geri durmadı.

Nerdeyse tam yüz yıldır İsrail denen virüs, Orta Doğu’nun bağrında kan döküyor. Haritada Filistin diye bir yer kalmadı. Her gün Gazze ve diğer Müslüman beldelere bombalar yağıyor. Suriye baştanbaşa yıkıldı. Sırf kendi siyasetleri uğruna, bir insanlık kasabı olan Esed’e göz yumuyor Batı. 1 milyona yakın insan ölmüş on yılda Suriye’de. Libya öyle, Irak öyle… Hindistan’da Müslümanlar alenen katlediliyor. Çin yıllarca Doğu Türkistan’da akıl almaz işkenceler yapıyor. Arakan’da Budist vahşeti zirve durumda…

Karnemiz çok kötü! Milyonlarca insan her gün ölüm korkusuyla yaşıyordu. Hayata tutunmak için şişme botlarla denizlerin koynuna atılanların bebeklerinin cesetleri vuruyordu kıyılara. Ama ibret almıyorduk. Bir litre petrol uğruna oluk oluk kan akıttı insanlık. Kısacası dünya, firavunlaşan bir sömürge düzeninin zulmü altında inim inim inlemekte. İşte bu dehşet ve vahşet sonunda gözle görülmesini bırakın, sıradan mikroskopların bile göremeyeceği boyutta bir virüs, “Dur!” dedi sözde insanlığa, insanoğlu aciz kaldı. Balistik füzeleri, nükleer bombaları, çılgın teknolojileri bir virüse karşı hiçbir şey yapamıyor. Mars’a gitmek hayâline kapılanlar, evlerinin bir odasına bile sığmıyorlar şimdi. En sıkı tedbirlerle korunan dünya liderleri ve onların eşleri dahi hastalığın pençesine ansızın düşüveriyor.

Şimdi gelelim, yazımızın başında belirttiğimiz virüsün yayılmasındaki asıl sebep olan vahşi hayvanların yenmesi meselesine…

Fıtrata ters olan bu gibi iğrençliklerin, insanoğlunun sonunu hazırladığı unutulmamalıdır. Yenilmesi ve içilmesi haram olan şeyleri inadına tüketmenin faturası da ağır olmaktadır. Allah’a ve koyduğu yasaklara kafa tutarak dilediği gibi yaşayanların başları elbette önüne düşüyor, burnu sürtülüyor. Bu da bir başka firavunist isyan yaklaşımı değil de nedir?


Firavun ve kavminin çeşitli sıkıntılara uğratılması

“Firavun” denilince akla Mûsâ Peygamber (as) kıssası gelir. Milât öncesi 1600’lü yıllar civarında bir dönem kıtlıklarla boğuşan Mısır için umut haline gelen Yûsuf Peygamber’e (as) duyulan sevginin nişânesi olarak Hazreti Yakub (as) ile birlikte Kenan ilinden getirilip Mısır’a yerleştirilmişti İsrailoğulları. Zamanla nüfusları artmıştı. Bu durum Firavun Hanedanı tarafından kendi gelecekleri adına siyâsî bir tehdit olarak görülmeye başlanmıştı. Zira Firavun ve ailesi kendilerini, tanrı olarak ittihaz ettikleri Güneş Tanrısı Amon Ra’nın oğlu sayıyorlar ve hâkimiyetleri altındaki insanların kendilerine tapınmalarını istiyorlardı.

Ama İsrailoğulları bir insana tapmayı kabul etmiyorlar ve bu hâlleriyle onların otoritelerini zayıflatıyorlardı. Bunun üzerine önce mal ve mülklerini ellerinden almış, devlet işlerinden uzaklaştırmış, daha sonra da köleleştirerek aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği işkencelere maruz bırakmışlardı. Bu köleleştirilme sürecine maruz kalan insanlar, mücadele azmi ve cesaretlerini dahi yitirmişler, kimliksiz ve kişiliksiz bir hâlde kendilerini hayatın akışına bırakmışlardı. Artık Firavun Hanedanının muhkem saraylarını, ehramlarını ve şehirlerini inşâ etmekten tutun, bu şehirlerdeki en âdî ve en ağır işlerde çalıştırılmak üzere kullanılan bir köle halk idi İsrailoğulları.

Dönemin hükümdarı Firavun İkinci Ramses, bir gece rüyasında Beyt-i Makdis’ten (Kudüs’ten) bir ateşin çıktığını ve Mısır’a doğru gelip kendisinin de ait olduğu Kıptîleri yaktığını ve İsrailoğullarına dokunmadığını görür. Bunun üzerine kâhinleri toplayıp onlara bu rüyanın yorumunu yaptırır. Yapılan yorum hiç de iç açıcı değildir. İsrailoğullarından bir erkek çocuk doğacak ve Firavun hâkimiyetine son verecektir.

Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullarının doğan her erkek çocuğunun öldürülmesini emretti. Sonuçta, bilinen kıssa ile Hazreti Mûsâ’yı sarayında kendi elleri ile büyüttü. Sarayda yetişen Mûsâ, gün geldi, Rabbinin emriyle Firavun’un karşısına dikildi ve onu Tevhîd inancına çağırdı. Ayrıca ondan İsrailoğullarını serbest bırakmasını ve onların Mısır’dan gitmelerine izin vermesini istedi. Hazreti Mûsâ’nın ejderhaya dönüşen asâ ve yed-i beyza gibi mucizeleri, onun aklını başına getirmesine yetmemişti. Hidâyet kanalları tıkalı olan, gözleri, kalbi, kulakları mühürlenmiş Firavun, bildiğinden şaşmıyordu. Ne kendisi hakkı kabul ediyor, ne de halkın kabul etmesine izin veriyordu. Hattâ inananları da dinlerinden döndürmek için her türlü şiddete başvuruyordu.

Sonunda Hazreti Mûsâ ve Hazreti Harun, Allah’a yalvararak, Firavun ve yandaşlarına bir musîbet verilmesi için şöyle duâ ettiler: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, Firavun ve kavminin ileri gelenlerine dünya hayatında ihtişam ve servet verdin. Ey Rabbimiz, bu dünyalıklarla insanları senin yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, onların mallarını yok et, kalplerini sıktıkça sık! Çünkü onlar, can yakıcı azabı görmedikçe iman etmeyecekler.” (Yunus, 88)

Sonuçta bu duâ kabul edildi: “Allah, ‘İkinizin duâsı da kabul edildi. Sakın doğruluktan ayrılmayın ve kendini bilmezlerin yoluna uymayın!” (Yunus, 89)

Bunun üzerine Mısır’da şiddetli bir kuraklık ve bunun sonucunda da bir kıtlık başladı. Ancak hidâyet kanalları ve idrak yolları kapalı olan Firavun ve ekibi, başlarına gelen musîbetlerin kendi elleriyle işledikleri cürümler sebebiyle olduğunu anlayamadılar. Ancak başlarına gelen bu musîbetleri Mûsâ ve taraftarlarının uğursuzluğuna yorumluyorlardı. Araf Sûresi’nde (130-132) anlatıldığı gibi, bundan sonra gelişen hâdiseler şöyle gelişti: “Andolsun ki Biz, Firavun Hanedanını düşünüp ibret alırlar diye yıllarca kuraklık ve mahsullerinin kıtlığıyla tutup sıktık. Onlara bir iyilik geldiğinde, ‘Bu, bizim içindir’ dediler. Şayet kendilerine bir kötülük gelirse Mûsâ ile beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi. Dikkat edin, onların uğursuzluğu ancak Allah katımdandır, fakat çoğu bilmezler. Dediler ki, ‘Bizi büyülemek için ne kadar mucize gösterirsen göster, biz sana inananlardan olmayacağız’.”

Derken kıtlığın peşinden bir de tufan meydana geldi. Yükselen sular, ovaları ve Kıptilere ait olan evleri de basmıştı. Kıptilerin malları ve hayvanları telef oldu. Bu ikinci felâket sebebiyle, sanki akılları başlarına gelmiş gibi Hazreti Mûsâ’ya müracaat edip, Rabbinden, kendilerinin üzerine gelen azabı kaldırmasını istediler. Hazreti Mûsâ da onlara, Allah’a iman etmek ve kendisine tâbi olanlara eziyet etmemeleri şartıyla Rabbinden bu azabın kaldırılmasını isteyeceğini söyledi. Onlar, Hazreti Mûsâ’ya iman edeceklerine ve kendisine tâbi olan müminlere eziyet etmeyeceklerine ve onların Mısır’dan gitmelerine izin vereceklerine dair söz verdiler.

Hazreti Mûsâ’nın duâsı üzerine yağmurlar bir anda durdu, sular çekildi, toprak tarım yapılabilir bir hâle döndü. Hattâ o yıl, toprak çok bol ürün verdi. Ancak onlar verdikleri sözü tutmadılar. Zira onlara göre başlarına gelenler, Hazreti Mûsâ’nın sihirbazlığından başka bir şey değildi. Tekrar kaldıkları yerden müminlere kötülük yapmaya devam ettiler. Yine Araf Sûresi’nde (133-135) bu durum şöyle anlatılıyordu: “Bunun üzerine Biz de birbirinden ayrı mucizeler olarak başlarına tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük taslayıp suçlular güruhu oldular. Üzerlerine azap çökünce dediler ki, ‘Ey Mûsâ, sana olan ahdine göre Rabbine duâ et. Eğer bu azabı bizden kaldırırsan, andolsun ki, sana inanacağız ve İsrailoğullarını seninle birlikte göndereceğiz. Onların erişecekleri bir süreye kadar azabı üzerlerinden kaldırınca, bir de bakarsın, onlar sözlerinden cayıyorlardı.”

Hiçbir şey yapamıyorsak, duâ edelim. Duâ bizim silahımızdır. Hazreti Mûsâ’nın duâsıyla, “İçimizdeki birtakım beyinsizlerin yaptıkları (kötülükten) dolayı bizleri helâk etme Allah’ım” diye niyaz edelim…

Müfessirler Araf 133’üncü âyette geçen “ricz” kelimesini genellikle “azap” anlamında kullanırlar. Bazı müfessirler, veba ve taun gibi hastalıkların Arapçadaki isimlerinden birinin de “ricz” olduğunu dikkate alarak, Mısırlıların böyle salgın bir hastalıkla da cezalandırılmış olabileceğini belirtirler. Said b. Cübeyr ise, “ricz”in “taun” mânâsında olduğunu, taunun da onların başına gelen bir azap olup, bu hastalık sebebiyle bir tek günde yetmiş bin insanın öldüğünü, defnedilemeden öylece bırakıldıklarını söylemiştir. DİB İslâm Ansiklopedisi’nde Nükhet Varlık’ın kaleme aldığı “Taun” maddesinde şu bilgiler verilmektedir:

“Eski Ahid’in çeşitli yerlerinde İsrailoğullarının isyankâr davranışlarının Allah’ın gazabını üzerlerine çektiği, bu sebeple veba ile cezalandırıldıkları ifade edilir (Sayılar, 16/44-48; Tesniye, 28/20-21; Mezmurlar, 78/50; 106/29). Bazı müfessirler, Kur’ân’da (el-A’râf 7/130-135) Hazreti Mûsâ’ya inanmayan Firavun ve Mısırlıların üzerine gönderildiği bildirilen tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gibi musîbetler için kullanılan ‘ricz’ kelimesini ‘taun’ olarak açıklamıştır (Taberî, VI, 41).

Hazreti Peygamber, taunun önceki milletlerden bir gruba ve İsrailoğulları’na ceza olarak (ricz) gönderilen bir hastalık olduğunu belirtmiş, bir yerde veba çıktığını duyanların oraya gitmemelerini, bulundukları beldede ortaya çıktığı takdirde oradan ayrılmamalarını söylemiştir (Buhârî, “Ṭıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 92-100; Müsned, I, 173, 176-177, 182; V, 202, 213).

Bir rivayete göre Resûl-i Ekrem, Kur’ân’da kıssaları anlatılan bazı peygamberlerin ümmetleri gibi toptan helâk yerine kendi ümmetinin Allah yolunda savaşarak yaralanma (ta’n) ve taunla ölümünü dilemiş, taunun Allah’ın bazı kimseleri cezalandırdığı bir çeşit azap, müminler için bir rahmet olduğunu söylemiş, ona yakalanan bir kişinin sabredip ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde kalması, bunun Allah’ın takdiri olduğuna ve başına Allah’ın yazdıklarının dışında hiçbir şeyin gelmeyeceğine inanması durumunda kendisine şehit sevabı verileceğini belirtmiştir (Buhârî, “Ṭıb”, 31; “Ḳader”, 15; taundan ölmenin şehitlik sayıldığını belirten diğer rivayetler için bk. Buhârî, “Cihâd”, 30, “Ṭıb”, 30; Müslim, “İmâre”, 166).” (TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 40, sayfa 175-177, 2011)

Bu son musîbetten sonra başlarına bu defa çekirgeler musallat oldu. Sonra diğerleri… Tıpkı virüs salgınından sonrasında Yemen’den çıkıp İran’a kadar gelen çekirgeler gibi…

Koronavirüs salgını

Hazreti Mûsâ kıssası bu şekilde vuku bulmuştur. Özellikle zulümde sınır tanımayan Firavun ve yandaşlarının bu fiil ve tecavüzlerinden vazgeçmemeleri üzerine bir dizi azaba duçar olduklarını okuduk. Bunlardan birisi de zamanımızda görülen virüse benzer bir salgın olduğu ve bu yüzden yetmiş bin kişinin öldüğü rivayetidir.

Koronavirüs yayılmaya devam ediyor. Aylık bir dergide yazıyor olmamız dolayısıyla günlük bir istatistik vermemiz yanlış olur, ancak yazımızın yayına hazırlandığı günlerde dünyada virüse yakalanan kişi sayısı 1 buçuk milyon kişiyi aşmıştı. Ölüm sayısı toplamda 100 bini aşmış, yine iyileşme sayısı da 150 bini yakalamıştı. Bugün dünyayı kasıp kavuran virüs hâdiseleri ile dünyadaki diğer ölüm nedenleri ve öldürücü olaylar alt alta sıralandığında Koronavirüs en alt sıralarda. Oysa dünyada sıtmadan, açlıktan, savaşlardan, kanserden ve hattâ gripten bile ölenlerin yanında bu virüsten ölenlerin sayı ve oranı devede kulak bile değil. Uzmanların belirttiklerine göre sadece hızla yayılan ve yüzde 3 gibi bir ölüm oranına sahip virüsün tehlikeli olduğu kesim, yaşlılar ve kronik hastalığı olan insanlar.

Mart ayı sonu itibariyle açlıktan ölen insan sayısı 23 bin 570. Bu istatistiğe bir de dünyada 841 milyon 773 bin 952 aç insanın olduğunu ekleyelim. Oysa aynı zamanda dünyada aşırı kilolu insan sayısı 1 milyar 690 milyon 835 bin 299 ve bunun 752 milyon 963 bin 312’si obez! Bir yanda açlık, bir yanda obezite!

Gelelim ölüm hâdiselerine… Bu yıl bulaşıcı hastalıklardan ölen sayısı 2 milyon 979 bin 327. Bu yıl 5 yaş altında ölen çocuk sayısı 1 milyon 744 bin 455. Bu yıl doğum sırasında ölen anne sayısı 70 bin 936. HIV/AIDS bulaşmış kişi sayısı 41 milyon 659 bin 869. Bu yıl HIV/AIDS’in sebep olduğu ölüm sayısı 385 bin 807. Bu yıl kanserin sebep olduğu ölüm sayısı 1 milyon 884 bin 880. Bu yıl sıtmanın sebep olduğu ölüm sayısı 225 bin 114. Bir günde içilen sigara sayısı 11 milyar 795 milyon 233 bin 203 ve bu yıl sigaranın sebep olduğu ölüm sayısı 1 milyon 147 bin 287. Bu yıl alkolün sebep olduğu ölüm sayış da 574 bin 5. Yine bu yıl trafik kazalarında ölen sayısı 309 bin 804. Bu yılki intihar sayısı 246 bin 106. Yine bu yıl dünyada kaçak uyuşturucuya harcanan para 91 milyar 811 milyon 915 bin 638 dolar. (Kaynak: www.worldometers.info/tr/)

Virüsten daha tehlikeli şeyler de var!

Virüsten tehlikeli olan, yine insanoğlu ve onun habis zihniyeti… Birlik ve beraberliğe ihtiyacımızın olduğu şu günlerde hâlâ kaostan, panikten medet umanlar var. Hâlâ siyâsî hesapların peşinde koşanlar var. Hâlâ krizi fırsata çevirmek isteyen karaborsacılar, sahtekârlar, dolandırıcılar var. Verilen cansiperane mücadelede, başta Sağlık Bakanımız Dr. Fahreddin Koca olmak üzere ona ve diğer sağlıkçılarımıza karşı yapılan fiilî ve kavlî saldırıları da şiddetle kınıyoruz. Tüm Sağlık ve Emniyet Teşkilâtımızın (polis, asker) mensuplarına, ailelerine şükranlarımızı, teşekkürlerimizi arz ediyorum. Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere Hükûmetimize, virüsle mücadele eden, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için akla gelen ve gelmeyen tüm sektör çalışanlarına teşekkür ediyoruz.

Hazreti Peygamber’in bu tür salgınlar karşısında ne yapılması gerektiği ile ilgili hadîslerini söyleyen doktorlara ve profesörlere karşı, bilimsellik adına yapılan saldırıları da anlamakta zorlanıyoruz. Bu tür beyin özürlüleri de Allah’a havâle ediyoruz. Yine eline geçirdiği mikrofon ve TV kanalından fitne virüsleri yayan sözde gazetecilere de rastladık. Yaşananlardan hiç mi hiç ders almayan, insanları renk, cinsiyet ve dinî inançları ile aşağılayan, virüsten daha tehlikeliler var aramızda. Virüse bir çâre, bir aşı, bir ilâç bulunsa dahi, sakat zihniyetlerine hiçbir devânın bulunamayacak, kalpleri, gözleri ve kulakları mühürlenmiş bir zümre var. Bu zihniyet dünyanın ilk gününden bu gününe kadar ölmedi, hâlâ yaşıyor ve kıyamete kadar da yaşayacak. Bu virüs bile bu zihniyeti taşıyanları etkilese bile bu sakat zihniyete bir şey yapamayacak. Tâ ki kıyamet kopana dek…

Salgın nedeniyle evlerinde uzaktan eğitim paketlerinin içeriğini inceleyip, varsa bir fikri söyleyeceği yerde, dersi veren öğretmenin başörtüsüne takılıp, “Türbanlı öğretmeni olan var, olmayan var. Hiç türbanlı öğretmen görmemiş olan var. İlk gün türbanlı öğretmenle başlamak kadar facia bir şey olamaz. Burada bari yapmayın. Öğretmenin görüntüsü türbanlı öğretmen değil. Var mı? Var, maalesef var. Milyonlarca öğrenciye rol model olarak türbanlı öğretmen gösterilemez” diye en habis nefret söylemlerini akıtan bu zihniyet için “Yuh!” diyoruz. Bu faşist zihniyeti lânetliyoruz. Ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her kesimin, sağcı, solcu, Ülkücü, Kürtçü, İslâmcı, muhafazakâr ve adına ne derseniz deyin, kısaca her siyâsî görüşün mensupları arasında başörtülü kadınlarımız varken, böyle bir fitneyi ağzında çiğneyenlere diyecek bir söz bulamıyoruz. Topluma rol model olmak adına kendi aynasına bakmayanların bu körlüğünü, bu aymazlığını da nefretle kınıyoruz. Bir de buna EBA’da okunan Yûnus Emre şiirinden rahatsız olup ger(z)i zekâlıları da bu nefret listesine ekleyebilirsiniz.

Ülkenin ihtiyacı olan tıbbî malzemeleri karaborsaya düşüren yüzsüzleri de lânetliyoruz. Ve sözün bittiği bu yerde bu gibilere sadece “Yazıklar olsun!” diyoruz.

Ayrıca yaşlılarımız için “Sokağa çıkmasınlar” denilirken, bu insanları kırmak, aşağılamak da bir o kadar yanlış! Bu insanların hayat hikâyelerinde ne acı tablolar olabileceğini düşündük mü? Acaba yalnızlar mı? Evden zorla mı dışarı çıkarılıyorlar? Ekmek alacak kimseleri yok mu? Demans mı oldular, Alzheimer hastası mı? Evlerinde belki bir televizyonları yoktur. Olsa bile, bakalım tam olarak duyuyor ve olayları anlayabiliyorlar mı? Gayretullaha dokunacak meselelerin başımıza yeni felâketler açabileceğini unutmayalım. İhtiyarlarımızın, milletimizi ayakta tutan mânevî direkler olduğunu da hatırdan çıkarmayalım.


Sonuç

Yazımızın başına dönersek, Hazreti Mûsâ kıssasından anlaşıldığı gibi, Firavun ve kavmi, başlarına gelen sıkıntıların kalkması durumunda iman edeceklerine söz vererek Hazreti Mûsâ’dan bunun için duâ istiyorlar, ancak sıkıntılar kalkınca sözlerinden dönüyorlardı. Kıssanın ilerleyen bölümlerinde, sonuçta Allah’ın Firavun ve ordusunu denizde boğmak sûretiyle intikam aldığı anlatılmakta. Daha sonra Hazreti Mûsâ’nın Rabbi ile görüşmesi, kırk gün kavminden ayrı kalması, yerine Hazreti Harun’u bırakması ama Sâmirî adında birinin onun engellemesine kulak asmadan böğüren bir altın buzağı yaparak “İşte Mûsâ’nın unuttuğu Rabbi budur” diyerek insanları ona tapmaya çağırması anlatılır.

Tevrat levhaları ile kavmine geri dönen Hazreti Mûsâ’nın durumu görünce öfkelenmesi ve üzülmesi, kardeşi Hazreti Harun’u azarlaması da kıssanın diğer manzaralarındandır…

İşte tam da burada yaptıklarından pişman olan kavminden seçilen 70 kişi ile İsrailoğullarının, altından buzağıyı ilâh edinmelerinden dolayı pişmanlık duyup dönüş yaptıklarına şâhit olmak üzere, belirlenen “mîkat” denilen tövbe ve duâ mâkâmına gitmeleri anlatılır. Celal Yıldırım tefsirinde bundan sonra meydana gelen gelişmelerden şöyle söz edilir: “İşledikleri büyük günahtan temizlenmek üzere belirlenen yere götürülen yetmiş kişinin gönlünde az da olsa bir şüphe kıvılcımının pırıltısı zaman zaman dönüp dolaşıyordu. ‘Mûsâ Peygamber cidden Tûr dağının belirlenen yerinde Rabbiyle konuşmuş muydu, levhalara yazılı olan sözler Allah’tan mı inmişti?’ Onların bu gibi şüphelerini gidermek için Cenâb-ı Hakk, Tûr dağını salladı, müthiş bir sarsıntı meydana geldi. Mûsâ Peygamber’in tâbiriyle bu bir denemeydi; hem yetmiş kişiye İlâhî kelâmın bu dağ üzerine tecelli ettiğini, hem de İlâhî kudretin her şeye yettiğini bildirmek içindi.”

Kur’ân’da bu manzara, Araf Sûresi’nde (155-156) şöyle anlatılır: “Mûsâ belirlediğimiz vakitte ibadet yerine (gelmek üzere) kavminden yetmiş kişi seçip ayırdı. Ne vakit ki, onları şiddetli sarsıntı tuttu. Mûsâ dedi ki, ‘Ey Rabbim! Dileseydin bundan önce onları da, beni de yok ederdin. Bizden birtakım beyinsizlerin yaptıkları (kötülükten) dolayı bizi helâk mi edeceksin? Doğrusu bu Senin bir denemendir ki dilediğini onunla saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirirsin. Bizim Velîmiz (Yegâne Sahibimiz, Koruyucumuz ve Dostumuz) Sensin. Bizi bağışla, bize merhamet eyle; Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bizim için şu dünyada da, ahirette de iyilik yaz. Doğrusu biz Sana yönelip geldik’. Allah: ‘Azabıma kimi dilersem onu uğratırım; rahmetim ise her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Onu Allah’tan korkup kötülüklerden sakınanlara, zekâtını verip âdetlerimize dosdoğru iman edenlere yazacağım.’”

İbret almak lâzım! Firavunca yaşam, zulüm ve haksızlıklar bizi felâketlere sürükleyecektir. Tüm insanlığın yaratılış ayarlarına dönmesi ve insan gibi yaşaması gerekmektedir. Musîbetler üzerimizden kalkınca da zulümde, haksızlıkta, hâdsizlikte “Nerede kalmıştık?” düşüncesiyle hareket etmememiz lâzım. Yaratıcı, bizden sadece insan ve gerçek kul olmamızı istiyor. Bizim ibadetimize ihtiyacı yok. Bugün tüm dinî mekânlar kapılarını yüzümüze kapattı. Neden? Sadece göreceli abdest yetmiyor demek ki bu mekânlara girmeyi hak etmeye! Kalp temizliği ve ahlak güzelliği de gerekiyor.

Ve son olarak, tedbirlere uyalım ve Devlet’e yardımcı olalım ki kendimize ve diğer insanlara saygımız olsun. Hiçbir şey yapamıyorsak, duâ edelim. Duâ bizim silahımızdır. Hazreti Mûsâ’nın duâsıyla, “İçimizdeki birtakım beyinsizlerin yaptıkları (kötülükten) dolayı bizleri helâk etme Allah’ım” diye niyaz edelim…