Korona’dan korunmak ve Korona’yı kovmak

Yokluklar içindeyken bile emperyalistlerin hayâlini gözünde koyan ve “Kurtuluş Savaşı”nı kazanırken destanlar yazan bir ülke, bu bâdireyi atlatacak güç ve kudrete, bu mücadeleyi kazanacak feraset ve basirete fazlasıyla sahiptir. Yeter ki uzayın boşluğunda uzaylı aramayı bırakıp Ay’da, Mars’ta, Jüpiter’deki “uzaylı” biz olalım!

UZUN bir süredir yazmayı hedeflediğim yazıma, “Virüsün varlığını kabul ediyorum” şerhini düşerek “Vira Bismillah” demeyi başardım. Umarım sıhhatli bir yazı olur…

Evet, Koronavirüs’ü yazmaya nihâyet vakit buldum, bilim insanları da aşısını…

Türk bilim insanları Prof. Dr. Uğur Şahin ile eşi Özlem Türeci tarafından geliştirilen Pfizer/BioNTech aşısı, önceki gün, tarihinin en büyük aşılama kampanyasını başlatan İngiltere’de Margaret Keenan isimli 90 yaşındaki bir kadına yapıldı ve onaylanmış aşıyı yaptıran ilk hasta olarak tarihe geçti.

Böylelikle geçen yıl Aralık ayında rastlanan virüse, yine Aralık ayında çâre bulunmuş oldu. Dile kolay, koskoca bir yıl! Başka bir ifadeyle, ruhları kabzetmekle vazîfeli melek ile onun yaptığı vazîfenin adını unuttuğumuzdan beri geçen sürede…

Evet, “unuttuk” ibâresini, bir hakikati dile getirmek için ironi olarak kullandım. Unuttuk, çünkü Azrail’den ziyâde, “Covid-19”, bizdeki adıyla “Koronavirüs” zikredildi…

Üretim teknolojileri ve firma menşeleri, doz başı mâliyetleri ve satış fiyatları, saklama dereceleri ve ulaştırma koşulları, bağışıklama oranları ve uygulama yöntemleri dâhil pek çok şeyin yazılıp söylendiği bu geniş bantlı konu hakkında “Dünyanın en kısa makalesini ele alsan ne yazardın?” diye sorsalar, hiç çekinmeden “Allah’ın varlığını inkâr edenler, virüsün varlığını inkâr edemiyorlar!” cümlesini kurardım…

Müslümanların iman akîdesini tanımlayan Âmentü’de geçen “âhiret gününe ve öldükten sonra da dirilmenin hak olduğuna inanmak” şeklindeki ifade, bir hakikati dile getirmesi açısından önemlidir.

Bu kaygı neden?

“Allah, dilemedikçe yaprak dahi kıpırdamaz!” anlayışı ile sofraya oturanların, “O Rezzak’tır” demeleri ve arkasından “rızık korkusu taşımaları” bir tenakuz değil midir?

Kabul, sebepleri halk eden de O’dur; lâkin korkuyu fütursuzca yayanlar ile korkuyu hudutsuzca yaşayanların hâli hiç iyi değil!

Ölümlüydü insan ve ölümcüldü virüs ama ölmedi ölümlü ölümcül virüsle. (Cümlenin sonuna parantez içinde bir ünlem işareti koymaya lüzum görmedim. Görmedim, zira özne bilindik ve kutsanmış bir isimdi.) Üstelik geçen ay, evreni ilgilendiren bir seçime girmişti. Kazanmalı mıydı, yoksa kaybetmeliydi mi bilmiyoruz ama seçime hem güçlü hem de mağdur girmeliydi…

ABD Başkanı Donald Trump’un birdenbire Kovid-19’a yakalandığı duyulduğunda tepkiler üçe ayrılmıştı: Şaşıranlar, sevinenler ve üzülenler. Koskoca devletin başındaki isim, helikopterle tam donanımlı bir hastaneye sevk edilmiş, dünyada sadece bir kişiye uygulanan özel yöntemle tedavisi yapılmış ve üç gün sonra da taburcu edilmişti.

Ona uygulanan tedavi, merak konusu olduğu kadar umut doluydu. Herkese tatbik edilmesi elbette zordu ama hâli vakti yerinde olanların bu kürü edinmeleri kolay olsa dahi bu mümkün olmayacaktı!

Çünkü o, hızlandırılmış 3 günlük özel tedavi ile evrende iyileştirilen ilk ve tek hasta olmalıydı. Öyle de oldu.

Taburcu olduktan sonra Kovid-19 tedavisine Beyaz Saray’da devam eden Trump, o gün sosyal medya hesaplarından dikkat çeken bir paylaşımda bulunmuştu: “Bazı kişiler için Kovid-19, gripten daha az ölümcül.”

Hatırlanacağı üzere o paylaşımın ardından Twitter ve Facebook harekete geçerek, “Trump’un Kovid-19 konusunda yanlış ve zararlı bilgi yaydığı” gerekçesiyle söz konusu paylaşımı silmişlerdi.

Zira Trump, mevsimsel gribin Yeni Tip Koronavirüs’ten daha ölümcül olduğunu savunuyordu.

Evet, yazıma bir şerhle başlamıştım; bugünkü yazım, bir bakıma kendi benliğime yönelik bir manifesto özelliği taşıyor.

Canlıların yer aldığı galaksinin bir parçasında sürdürdüğümüz yaşam mücadelesi, zıtlık sistemi üzerine kurulu ve gece ile gündüz kadar belirgin. Muktedirlerin var olduğu yerde muhalefet nasıl varsa, spor müsabakalarındaki taraftarlık içgüdüsü de öyle oluşuyor.

Komut ve algıyla yönetilen evren

Son bir yılda yaşadığımız ağır süreçte, virüsün varlığına inananlar ile inanmayanlar, maske takanlar ile maske karşıtları, aşı yaptıracaklarla yaptırmayacakların ayrımı da bu kategoriye giriyor ve bunu normal karşılıyorum.

İnsan, yarım asırdan biraz fazlaca bir zamanı geride bırakınca ve bıraktıklarına ara ara dönüp bakınca, nedâmet duyulan, “ah vah” edilen, “Keşke…” denilen yaşanmışlıkları görüyor. Gördüğümüz şey, aslında bir tecrübe. Tecrübenin de bilgi kadar değerli olduğu ve paylaşılması gerektiği kanaatindeyim.

Eskiler bilir, askerî vesâyetten kalma “Rahat, hazır ol!” ya da “Kıt’a dur!” komutları, TRT yayınlarına, Can Akbel’den sonra siyah beyaz ekranlara yansıyan ve bir vedânın ritüeli sayılan İstiklâl Marşı töreninde “Sağa, sola dön!” alışkanlığına dönüşmüştü...

Marshall yardımlarının revaçta olduğu dönemde ise beyaz kartona yazılan ve öğretmenlerimiz tarafından seremoni eşliğinde makasla kesilerek siyah tahtada gerili iplere asılan “Kaya uyu”, “Ayşe ip atla” ve “Ali top oyna” gibi cümleler, bizim ayağa kalkıp yeni bir dirilişe uyanmamızı bir hayli geciktirmişti.

Akıl buluğ olunca camilere gider olmuş, Osmanlı’dan kalma bir âdetle yüz yüze gelmiş, müezzin kayyım tarafından “Subhan Allah, Elhamdülillah ve Allah-u Ekber” komutlarıyla yapılan tesbihata katılmıştık.

Uzayın fethiyle başladı her şey!

Sonra bu komutlar çoğaldı. Uzaylılar görüldü gökyüzünde. Altın arar gibi rasat etmeye başladık gökyüzünü. Buna bir de “Van gölü canavarı” eklendi. Hikâyenin geçtiği topraklarda doğmuş biri olarak, o canavarın varlığına hiç inanmadım, tıpkı uzaylılara inanmadığım gibi.

Bir de şu gerçek var: Dünyalının olduğu yerde başka canlıya, hattâ başka yaratığa hacet yok. Koronavirüs de öyle… Varlığını yok saymıyorum; evet, bu bir virüs, belki de bakteri ve bulaşıcı özelliğe sahip ama DSÖ’nün dayattığı gibi bir “salgın” değil. Melez bir döllenme yöntemi ile gripten devşirilen virüsten ibâret. İster mutasyona uğrasın, ister uğramasın; ister zenginlerin, siyâsilerin, ünlü sanatçıların ve sporcuların yakasına yapışsın, ister bu virüse bağlı ölümler gerçekleşsin; hiçbir durum, inandığım gerçeği değiştirmez.

Gerek virüs hakkında görüş bildirenler, gerek aşıyla ilgili kaygılarını dile getirenlerin yazı ve videolarına tanık olduğunuzdan dolayı bu bahse fazla girmiyorum.

Tam da burada ikinci şerhi düşüyorum: Bilime ve bilimsel verilere inanan biri olarak, yazıyla ilgili gelebilecek eleştirileri göğüslediğimi ve bunu göze alarak kalem oynattığımı belirtmek isterim.

Anadolu, ümit dolu

Küresel özelliğiyle dünyayı kasıp kavuran illetle yürütülen etkin mücadelenin yapıldığı ülkelerin başında yer alan ülkemiz, ne yazık ki son on günde artan vaka ve ölüm sayısı ile Avrupa’da ilk sıraya yerleşmiş durumda.

Veriler ürkütücü olsa da dün var olan sıhhî tedbirler, bugün de, yarın da devam etmeli. Ancak işin ekonomik tedbirleri, her geçen gün büyük bir külfete dönüşmüş durumda.

Sadece ekonomi değil, eğitimden ulaşıma, kültürden turizme, tarımdan hayvancılığa, spordan sanata kadar birçok alanı meflûç etmiş durumda. Hiç şüphesiz en önemlisi, sosyal hayatın devamlığı olsa gerek…

Aşılı ya da aşısız, virüsün hayatımızdan çıkmış olmasını varsaysak bile, sosyal hayatımızı derinden etkilediği, belki de yıllarca tesiri altında tutacağı muhakkaktır. Bu değişim ve dönüşüm eskisi gibi olmasa da, normalleşme süreci seneleri alabilir. Bu da ayrı bir bütçe kalemi demek. “Ülke olarak buna ne denli hazırız ve bunun altından kalkacak güçte miyiz?” sorularına dair cevap arayışlarına kaynak olsun yazımız…

Anadolu, varlığını üç kıtada ayak izi bırakan, bu izi 600 yıl gibi uzun bir süre koruyan soylu atalarına borçlu. Fetihten fethe koşulan ve yankısı günümüze ulaşan zafer muştularına… Sayıca en az olduğu dönemde, en fazla donanmaya ve donamıma sahip Haçlı ordularına, İttifak Devletlerine karşı kadın, çocuk ve yaşlı demeden onurlu bir “Kurtuluş Mücadelesi” veren şehitlerimize ve gazilerimize borçlu...

Dün o zaferleri kazananların torunları, bugün daha çok imkâna ve güce sahip ve rakiplerine korku salarken mi bir virüsü alt etmeyi başaramayacak?

Yokluklar içindeyken bile emperyalistlerin hayâlini gözünde koyan ve “Kurtuluş Savaşı”nı kazanırken destanlar yazan bir ülke, bu bâdireyi atlatacak güç ve kudrete, bu mücadeleyi kazanacak feraset ve basirete fazlasıyla sahiptir.

Yeter ki uzayın boşluğunda uzaylı aramayı bırakıp Ay’da, Mars’ta, Jüpiter’deki “uzaylı” biz olalım!

Verdikleri komutlarla bizi sağa sola yönlendirenlere, bir virüsle korkutup evlerimize tıkanlara, sokaklarda düşüp bayılan ve hattâ ölenleri haber yapanlara, “Aşıyı bulduk, kurtuluş bizde” deyip pazarlayanlara, ar-ge çalışmalarından uzaklaştırıp televizyon başına geçirenlere, oynamaya ve uyumaya alıştıranlara, internette sörf ve alışveriş yaptıranlara, çocuklarımızı en verimli çağlarında uzaktan eğitim modeliyle yüz yüze eğitim ve eğitmenden koparanlara, “esnek çalışma” adı altında çalışanları tembelleştiren ve bürokrasiyi hantallaştıranlara, üretme yerine tüketim alışkanlığını telkin edenlere, aklımıza gem vurup akıllı telefonları elimize verenlere, tarım ve hayvancılıktan kopartıp sanal çiftlik kurduranlara, şiddete dayalı oyunlara ve görkemli dizilere sevk edenlerin gerçek yüzlerini maskeleyenlere, birlik ve beraberliğimizi kıskanıp aramıza mesafe koyanlara inat yapalım bunu!

Bana kızmayın, kendimedir nasihatim ve zamanadır şerhim.

Sağlıklı günler dilerim…