HİKÂYEMİZ trafikte
başlıyor. Kırmızı ışık, sarı ışık ve yeşil... Evet, şimdi hareket vakti! A,
durun bir dakika! Orta şeritte, en öndeki araç hareket etmiyor. Yükselen korna
sesleri de bir işe yaramıyor. Şoför koltuğundaki adam bir şeyler geveliyor: “Kör oldum.”
Körlük;
1998 yılında Nobel Ödülü’ne lâyık görülen Jose Saramago’nun 1995’te yazdığı
Portekizce romanı... Son günlerde Covid-19 sebebiyle salgın hastalıklara
ilişkin ne varsa okuyup-izleyip içinde bulunduğumuz panik hâline daha fazlasını
eklemeye çalışan bir kara baht sergüzeşti olduğumu düşünüyorsanız
yanılıyorsunuz. Zira böyle gergin süreçlerde ne Netflix’te “Pandemic” izlerim,
ne de moral motivasyonumu başka bir salgın hastalık romanı ile darmaduman
ederim.
Geçtiğimiz
aylarda, uçuşların durmadığı bir Pazar sabahında, indirimde olduğunu görünce
almıştım. Böyle bir felâketle karşılaşacağımızdan haberdar olmadığım gibi,
kapağı da yanıltmıştı beni.
Kapaktaki
yedi gölgeden en sağdaki çocuk, en soldaki ise kambur ve değnekliydi. Algıda
seçici olunmayan zamanlar için aslında bu 7 gölgenin doğum ve ölüm ile ilgili
olduğu söylenebilir. Roman, aslında insana ilişkin bir şeylerden bahsettiğinin
ipuçlarını kapakta veriyor. Ancak dehşetle okuduğum satırları düşünürsek, bu
romanın bir Homo Saphien’in doğum ve yaşam arasındaki yolculuğundan çok daha
fazlası olduğunu söyleyebilirim. Hem dili, hem de hikâyesiyle sade olduğu kadar
detaycı olan yazar, beyaz bir körlükten yola çıksa da siyah bir gerçeklikle
bizi sık sık baş başa bırakıyor.
Hastalığa
tutulan bir kahramanın çığlığı kulağımızda çınlıyor: “Hiçbir şey görmüyorum, yoğun bir sis içinde gibiyim, bir süt denizinin
içine düştüm sanki!”
Saramago’nun
süt denizi, sebebi bilinmeyen bir şekilde tüm ülkede yayılmaya başlar. Salgın
hastalığın önünü kesmeye çalışan yetkililer, önleyemedikleri salgını en azından
kontrol altına almak için körleri karantinaya alırlar. Karantina için eski bir
akıl hastanesi seçilir ki bu, çok ironiktir.
Akıl
hastanesi iki bölümden oluşmaktadır. Bir bölümde körler kaderine mahkûm
edilirken, kör olma riski altındakiler yani kör olan kişilerin yakınları ise
diğer bölüme konuşlandırılır. Böylece kör olma ihtimâli yüksek olan kişiler kör
olduktan sonra hastanenin diğer bölümüne başkaca bir nakil işlemi
gerektirmeksizin geçebileceklerdir. Tam bu noktada “yetkililerin” yani devletin,
aklı kadar “vicdanı” olup olmadığının ne kadar önem arz ettiğini belirtmeden
geçmeyelim. Geçmeyelim ki, risk grubundaki yaşlılarımız için eve hizmet olanağı
sağlayan, 10 kişi için uçak kaldıran bir devletin vatandaşı olmanın ne anlama
geldiğini iyice idrak edelim!
Bu
arada romanımıza da devam edelim tabiî…
Akıl
hastanesine ilk yerleştirilenler arasında trafikte kör olan adam dışında bir
göz doktoru ve onun karısı da vardır. Gözleri kör olmadığı hâlde eşinden
ayrılmamak için karantinaya girer ve roman boyunca gözleri görmeye devam ettiği
hâlde kör gibi davranır. İşte karşınızda ana karakter: Doktorun karısı…
Roman
boyunca körleri yönlendiren, örgütleyen ve bir şekilde görmeyen gözlerle
yaşamlarını sürdürmelerini sağlayan bu kadınla acaba Saramago neyi resmetmiştir?
Aklımız? Vicdanımız? Ahlâkımız? Belki de hepsi…
Ve körler, birlikte yaşamaya başlarlar. Toplu hâlde yaşamak zorunda kalan herkesin yapacağı ilk iş nedir? Kaç tane olduğunu kestiremedikleri karyolaları paylaşmaktan başlarlar düzen kurmaya. Doktor bunu, “Talimatları dinledik. Başımıza ne gelirse gelsin, kimse yardımımıza gelmeyecek, bu yüzden şimdiden bir düzen kurmaya başlamalıyız, çünkü çok geçmeden bu koğuş dolacak, öteki koğuşlar da” diyerek ifade ediyor. Gerçek yaşam mücadelesinin başladığı o kör noktayı hepimiz fark ettik mi? Elbette fark ettik…
Zira
Koronavirüsün Türkiye’ye geldiği resmî olarak duyurulduğu andan itibaren
marketleri yağmaladık. Sanal market hizmeti veren firmalar, fiyatları ikiye
katlayarak kuryelik faaliyeti yürüten taşeron firmaları 7/24 çalıştırmaya
başladı ve kâr payı dağıtmadı. Eve verdiğimiz siparişler daha pahalı olan
muadiliyle değiştirilerek “Stok yok” dendi. Bir makarna üreticisi açıklama
yaptı: “İki yıl yetecek stokumuz var.”
A,
kolonyayı es geçmeyelim! 100 mililitre kolonya bu ülkede geçtiğimiz hafta 25
liraya satıldı. İnternet üzerinden sipariş verdiğimiz dezenfektanlar 10 gün
boyunca teslim edilmedi. Virüs kendi düzenini kendi yarattı. Yağmacı, bireysel
ve adaletsiz düzenini... Nitekim Saramago’nun kitabında da durum farklı cereyan
etmiyor. Bir arada yaşamaya başlayan körler kendilerini güvence altına almak
için ne kadar çabalarsa çabalasınlar, yaşama arzusunun başladığı o kör noktada
bir şekilde içgüdülerine yeniliyorlar. Bu da bizi toplumsal düzene olan
bağlılığımızın aslında ne kadar sahte olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor.
Hepimiz,
içine doğduğumuz toplumda yaşamanın gerektirdiği olgunluğu sıradan bir günde ve
sıradan bir olayda çok rahat gösterebilirken, içgüdülerimizin devreye girdiği o
ilk anda maskeleri fırlatıyor ve makarna satın alıyoruz.
Bu
arada, başka ülkelere maske ihraç etmek için fahiş fiyat teklif eden firmalar
da vardı, değil mi? Bahsi geçen firma sahipleri yaşama devam edebileceklerinden
ne kadar eminler ki, geleceğe yatırım yapmak gibi başka bir hastalığa tutulmuşlar!
Neyse ki, devlet aklı da vicdanıyla birlikte olaya “Gerekirse el koyarız”
diyerek el koydu da bu merhametten yoksun simsarlarla üç kuruşa maske
pazarlığına tutuşmadık şimdilik. “Şimdilik” dedim, sebebini ise Saramago’nun
cümlesiyle açıklamak isterim. Çünkü tıpkı onun dediği gibi, “gerçekten de hepimizin üzerimizde ten gibi
taşıdığımız ve bencillik dediğimiz şeyden yoksun ilk kişi henüz anasından
doğmamıştı; bu ikinci ten, en ufak bir vesîleyle kanayan birincisinden daha
kalındı”.
Akıl
hastanesine dönecek olursak, gün geçtikçe arsızlaşan insanların arasında sabrı,
metâneti ve gerektiğinde can almaya kadar varan cesareti ile doktorun karısı,
roman boyunca âdeta elmas gibi parıldıyor. Yazarın, liderini seçerken bir kadın
figürünü tercih etmesi ise bir tesadüften daha fazlası belli ki. Nitekim beslenme
ve barınmasını sağladıktan sonra ahlâkî değerleri çöken her topluluk gibi
körler de ilk olarak kadınlara göz koyduğunda, liderimizin topluluğu örgütlemesiyle
ortaya çıkan vahşet, aynı zamanda adaleti de yerine getiriyor. Tam bu sırada
bir kadının isyanını duyuyoruz: “Çünkü
bizi soktukları ve bizim de cehennemin de cehennemi yaptığımız bu cehennemde
utanç kelimesinin hâlâ bir anlamı varsa, o da sırtlanı kendi kovuğunda
öldürmeyi göze alan bu kadın sayesindedir.”
Yine
de roman boyunca devam eden karamsarlıktan kurtulamıyoruz. Çünkü tüm yaşamsal
faaliyetlerin durduğu bir başka kör nokta var. İşte bu ikinci kör noktada, birileri
tıpkı şu an sosyal medyada her gün karşılaştığımız onlarcası gibi sinsice
tıslıyor: “Doğru, ama tabaklarımızı da
utançla dolduramayız ya!”
Bir
öteki cevap veriyor: “Her kimsen
söylediklerinde haklısın! Utanma duyguları eksik olduğu için kursaklarını
dolduranlar hep olmuştur, ama bizler hiç hak etmediğimiz bu en son onurdan
başka elimizde bir şey kalmadığından, hakkımız olan şey için savaşabileceğimizi
kanıtlayalım hiç değilse…”
Kitabın
ortasında yer alan bu tartışma, ekosistemin parçası insan ile ahsen-i takvîmliğe
lâyık görülen insan arasındaki kavga değil mi? Günlük hayatımızda
karşılaştığımız her sorunda önce derin bir nefes alıp sonra yöntem
belirlediğimiz o an, içimizden geçenler iyinin ve kötünün birer tezâhürü değil
mi? Görülüyor ki, Saramago da erdemin, yoksunluk hâlinde dahi ortaya
çıkabildiği ölçüde gerçekten erdem sayılabileceğinin altını çiziyor. Böylece
tüm yaşamsal fonksiyonları yerine getirildiği hâlde yetinemeyen bazılarının
asıl açlığının neyden ileri geldiğini daha iyi anlıyoruz.
Çünkü 2020 yılında bile bir virüs çıkıp, hepimizi evlere kapatabiliyor. Silah yok. Kan yok. Ama ölüm var. Ahlâksızlık var. Dirâyetsizlik var. Bireysellik var. Demek ki beslenmek, yalnızca bir paket makarna ile gerçekleşmiyor. Demek ki bu yüzden birbirimize olan muhtaçlığımız telekonferans özellikli telefonlardan bize göz kırpıyor. Fakat bu asla ümitsizlikle yoğrulmamalı. Bize düşen, şu aşamada her birimizin ayrı ayrı tıpkı doktorun karısı gibi davranarak tinsel bütünlükten ayrılmamak ve paylaşmak... Bazen muhabbeti, bazen dirâyeti ve en basit ifadeyle anlatacak olursak bir makarna sosu olan alla pesti genoveseyi...
Sözlerime
son verirken, Saramago’nun reçete olarak değerlendirebileceğimiz sözlerine yer
verelim:
“Önce beslenmeli,
sonra örgütlenmeliyiz; bu ikisi yaşamda en gerekli şeyler… Disiplinli birkaç
kişi seçmeliyiz, onlar bizi bütün bu konuştuklarımız konusunda disiplin altına
almalılar… Yani bir arada yaşayabilmek için gerekli kurallar saptanmalı; basit
işlerin yapılması, örneğin süpürmek, ortalığı toplayıp silmek… Hiç yakınmayalım,
bize deterjan ve sabun bile verdiler… Yataklarımızı toplamalıyız. Önemli olan,
kendimize saygımızı yitirmemek, görevlerini yaparak bizi gözetim altında tutan
askerlerle tartışmaya kalkışmamak. Zaten yeterince ölü verdik, geceleri bize
öykü anlatabilecek birileri var mı aramızda bir bakalım… Öykü, masal, anektod
fark etmez, düşünsenize, şansımıza içimizden biri kutsal kitabı ezbere biliyor
olsa, dünyanın yaratılışından bu yana ne olup bittiyse üzerinden yeniden
geçerdik. Önemli olan, birbirimizi dinlemek… Bir radyomuzun olmaması ne büyük
talihsizlik! Müzik insanı her zaman çok oyalar, ayrıca haberleri dinleyebilir, örneğin
hastalığımıza bir çâre bulunup bulunmadığını öğrenebilir, burada yaşamadığımız
bir sevinci yaşardık...”
#EvdeKalTürkiye