Körlük

2020 yılında bile bir virüs çıkıp, hepimizi evlere kapatabiliyor. Silah yok. Kan yok. Ama ölüm var. Ahlâksızlık var. Dirâyetsizlik var. Bireysellik var. Demek ki beslenmek, yalnızca bir paket makarna ile gerçekleşmiyor. Demek ki bu yüzden birbirimize olan muhtaçlığımız telekonferans özellikli telefonlardan bize göz kırpıyor.

HİKÂYEMİZ trafikte başlıyor. Kırmızı ışık, sarı ışık ve yeşil... Evet, şimdi hareket vakti! A, durun bir dakika! Orta şeritte, en öndeki araç hareket etmiyor. Yükselen korna sesleri de bir işe yaramıyor. Şoför koltuğundaki adam bir şeyler geveliyor: “Kör oldum.”

Körlük; 1998 yılında Nobel Ödülü’ne lâyık görülen Jose Saramago’nun 1995’te yazdığı Portekizce romanı... Son günlerde Covid-19 sebebiyle salgın hastalıklara ilişkin ne varsa okuyup-izleyip içinde bulunduğumuz panik hâline daha fazlasını eklemeye çalışan bir kara baht sergüzeşti olduğumu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zira böyle gergin süreçlerde ne Netflix’te “Pandemic” izlerim, ne de moral motivasyonumu başka bir salgın hastalık romanı ile darmaduman ederim.

Geçtiğimiz aylarda, uçuşların durmadığı bir Pazar sabahında, indirimde olduğunu görünce almıştım. Böyle bir felâketle karşılaşacağımızdan haberdar olmadığım gibi, kapağı da yanıltmıştı beni.

Kapaktaki yedi gölgeden en sağdaki çocuk, en soldaki ise kambur ve değnekliydi. Algıda seçici olunmayan zamanlar için aslında bu 7 gölgenin doğum ve ölüm ile ilgili olduğu söylenebilir. Roman, aslında insana ilişkin bir şeylerden bahsettiğinin ipuçlarını kapakta veriyor. Ancak dehşetle okuduğum satırları düşünürsek, bu romanın bir Homo Saphien’in doğum ve yaşam arasındaki yolculuğundan çok daha fazlası olduğunu söyleyebilirim. Hem dili, hem de hikâyesiyle sade olduğu kadar detaycı olan yazar, beyaz bir körlükten yola çıksa da siyah bir gerçeklikle bizi sık sık baş başa bırakıyor.

Hastalığa tutulan bir kahramanın çığlığı kulağımızda çınlıyor: “Hiçbir şey görmüyorum, yoğun bir sis içinde gibiyim, bir süt denizinin içine düştüm sanki!”

Saramago’nun süt denizi, sebebi bilinmeyen bir şekilde tüm ülkede yayılmaya başlar. Salgın hastalığın önünü kesmeye çalışan yetkililer, önleyemedikleri salgını en azından kontrol altına almak için körleri karantinaya alırlar. Karantina için eski bir akıl hastanesi seçilir ki bu, çok ironiktir.

Akıl hastanesi iki bölümden oluşmaktadır. Bir bölümde körler kaderine mahkûm edilirken, kör olma riski altındakiler yani kör olan kişilerin yakınları ise diğer bölüme konuşlandırılır. Böylece kör olma ihtimâli yüksek olan kişiler kör olduktan sonra hastanenin diğer bölümüne başkaca bir nakil işlemi gerektirmeksizin geçebileceklerdir. Tam bu noktada “yetkililerin” yani devletin, aklı kadar “vicdanı” olup olmadığının ne kadar önem arz ettiğini belirtmeden geçmeyelim. Geçmeyelim ki, risk grubundaki yaşlılarımız için eve hizmet olanağı sağlayan, 10 kişi için uçak kaldıran bir devletin vatandaşı olmanın ne anlama geldiğini iyice idrak edelim!

Bu arada romanımıza da devam edelim tabiî…

Akıl hastanesine ilk yerleştirilenler arasında trafikte kör olan adam dışında bir göz doktoru ve onun karısı da vardır. Gözleri kör olmadığı hâlde eşinden ayrılmamak için karantinaya girer ve roman boyunca gözleri görmeye devam ettiği hâlde kör gibi davranır. İşte karşınızda ana karakter: Doktorun karısı…

Roman boyunca körleri yönlendiren, örgütleyen ve bir şekilde görmeyen gözlerle yaşamlarını sürdürmelerini sağlayan bu kadınla acaba Saramago neyi resmetmiştir? Aklımız? Vicdanımız? Ahlâkımız? Belki de hepsi…

Ve körler, birlikte yaşamaya başlarlar. Toplu hâlde yaşamak zorunda kalan herkesin yapacağı ilk iş nedir? Kaç tane olduğunu kestiremedikleri karyolaları paylaşmaktan başlarlar düzen kurmaya. Doktor bunu, “Talimatları dinledik. Başımıza ne gelirse gelsin, kimse yardımımıza gelmeyecek, bu yüzden şimdiden bir düzen kurmaya başlamalıyız, çünkü çok geçmeden bu koğuş dolacak, öteki koğuşlar da” diyerek ifade ediyor. Gerçek yaşam mücadelesinin başladığı o kör noktayı hepimiz fark ettik mi? Elbette fark ettik…

Zira Koronavirüsün Türkiye’ye geldiği resmî olarak duyurulduğu andan itibaren marketleri yağmaladık. Sanal market hizmeti veren firmalar, fiyatları ikiye katlayarak kuryelik faaliyeti yürüten taşeron firmaları 7/24 çalıştırmaya başladı ve kâr payı dağıtmadı. Eve verdiğimiz siparişler daha pahalı olan muadiliyle değiştirilerek “Stok yok” dendi. Bir makarna üreticisi açıklama yaptı: “İki yıl yetecek stokumuz var.”

A, kolonyayı es geçmeyelim! 100 mililitre kolonya bu ülkede geçtiğimiz hafta 25 liraya satıldı. İnternet üzerinden sipariş verdiğimiz dezenfektanlar 10 gün boyunca teslim edilmedi. Virüs kendi düzenini kendi yarattı. Yağmacı, bireysel ve adaletsiz düzenini... Nitekim Saramago’nun kitabında da durum farklı cereyan etmiyor. Bir arada yaşamaya başlayan körler kendilerini güvence altına almak için ne kadar çabalarsa çabalasınlar, yaşama arzusunun başladığı o kör noktada bir şekilde içgüdülerine yeniliyorlar. Bu da bizi toplumsal düzene olan bağlılığımızın aslında ne kadar sahte olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor.

Hepimiz, içine doğduğumuz toplumda yaşamanın gerektirdiği olgunluğu sıradan bir günde ve sıradan bir olayda çok rahat gösterebilirken, içgüdülerimizin devreye girdiği o ilk anda maskeleri fırlatıyor ve makarna satın alıyoruz.

Bu arada, başka ülkelere maske ihraç etmek için fahiş fiyat teklif eden firmalar da vardı, değil mi? Bahsi geçen firma sahipleri yaşama devam edebileceklerinden ne kadar eminler ki, geleceğe yatırım yapmak gibi başka bir hastalığa tutulmuşlar! Neyse ki, devlet aklı da vicdanıyla birlikte olaya “Gerekirse el koyarız” diyerek el koydu da bu merhametten yoksun simsarlarla üç kuruşa maske pazarlığına tutuşmadık şimdilik. “Şimdilik” dedim, sebebini ise Saramago’nun cümlesiyle açıklamak isterim. Çünkü tıpkı onun dediği gibi, “gerçekten de hepimizin üzerimizde ten gibi taşıdığımız ve bencillik dediğimiz şeyden yoksun ilk kişi henüz anasından doğmamıştı; bu ikinci ten, en ufak bir vesîleyle kanayan birincisinden daha kalındı”.

Akıl hastanesine dönecek olursak, gün geçtikçe arsızlaşan insanların arasında sabrı, metâneti ve gerektiğinde can almaya kadar varan cesareti ile doktorun karısı, roman boyunca âdeta elmas gibi parıldıyor. Yazarın, liderini seçerken bir kadın figürünü tercih etmesi ise bir tesadüften daha fazlası belli ki. Nitekim beslenme ve barınmasını sağladıktan sonra ahlâkî değerleri çöken her topluluk gibi körler de ilk olarak kadınlara göz koyduğunda, liderimizin topluluğu örgütlemesiyle ortaya çıkan vahşet, aynı zamanda adaleti de yerine getiriyor. Tam bu sırada bir kadının isyanını duyuyoruz: “Çünkü bizi soktukları ve bizim de cehennemin de cehennemi yaptığımız bu cehennemde utanç kelimesinin hâlâ bir anlamı varsa, o da sırtlanı kendi kovuğunda öldürmeyi göze alan bu kadın sayesindedir.”  

Yine de roman boyunca devam eden karamsarlıktan kurtulamıyoruz. Çünkü tüm yaşamsal faaliyetlerin durduğu bir başka kör nokta var. İşte bu ikinci kör noktada, birileri tıpkı şu an sosyal medyada her gün karşılaştığımız onlarcası gibi sinsice tıslıyor: “Doğru, ama tabaklarımızı da utançla dolduramayız ya!”

Bir öteki cevap veriyor: “Her kimsen söylediklerinde haklısın! Utanma duyguları eksik olduğu için kursaklarını dolduranlar hep olmuştur, ama bizler hiç hak etmediğimiz bu en son onurdan başka elimizde bir şey kalmadığından, hakkımız olan şey için savaşabileceğimizi kanıtlayalım hiç değilse…”

Kitabın ortasında yer alan bu tartışma, ekosistemin parçası insan ile ahsen-i takvîmliğe lâyık görülen insan arasındaki kavga değil mi? Günlük hayatımızda karşılaştığımız her sorunda önce derin bir nefes alıp sonra yöntem belirlediğimiz o an, içimizden geçenler iyinin ve kötünün birer tezâhürü değil mi? Görülüyor ki, Saramago da erdemin, yoksunluk hâlinde dahi ortaya çıkabildiği ölçüde gerçekten erdem sayılabileceğinin altını çiziyor. Böylece tüm yaşamsal fonksiyonları yerine getirildiği hâlde yetinemeyen bazılarının asıl açlığının neyden ileri geldiğini daha iyi anlıyoruz.

Çünkü 2020 yılında bile bir virüs çıkıp, hepimizi evlere kapatabiliyor. Silah yok. Kan yok. Ama ölüm var. Ahlâksızlık var. Dirâyetsizlik var. Bireysellik var. Demek ki beslenmek, yalnızca bir paket makarna ile gerçekleşmiyor. Demek ki bu yüzden birbirimize olan muhtaçlığımız telekonferans özellikli telefonlardan bize göz kırpıyor. Fakat bu asla ümitsizlikle yoğrulmamalı. Bize düşen, şu aşamada her birimizin ayrı ayrı tıpkı doktorun karısı gibi davranarak tinsel bütünlükten ayrılmamak ve paylaşmak... Bazen muhabbeti, bazen dirâyeti ve en basit ifadeyle anlatacak olursak bir makarna sosu olan alla pesti genoveseyi...

Sözlerime son verirken, Saramago’nun reçete olarak değerlendirebileceğimiz sözlerine yer verelim:

“Önce beslenmeli, sonra örgütlenmeliyiz; bu ikisi yaşamda en gerekli şeyler… Disiplinli birkaç kişi seçmeliyiz, onlar bizi bütün bu konuştuklarımız konusunda disiplin altına almalılar… Yani bir arada yaşayabilmek için gerekli kurallar saptanmalı; basit işlerin yapılması, örneğin süpürmek, ortalığı toplayıp silmek… Hiç yakınmayalım, bize deterjan ve sabun bile verdiler… Yataklarımızı toplamalıyız. Önemli olan, kendimize saygımızı yitirmemek, görevlerini yaparak bizi gözetim altında tutan askerlerle tartışmaya kalkışmamak. Zaten yeterince ölü verdik, geceleri bize öykü anlatabilecek birileri var mı aramızda bir bakalım… Öykü, masal, anektod fark etmez, düşünsenize, şansımıza içimizden biri kutsal kitabı ezbere biliyor olsa, dünyanın yaratılışından bu yana ne olup bittiyse üzerinden yeniden geçerdik. Önemli olan, birbirimizi dinlemek… Bir radyomuzun olmaması ne büyük talihsizlik! Müzik insanı her zaman çok oyalar, ayrıca haberleri dinleyebilir, örneğin hastalığımıza bir çâre bulunup bulunmadığını öğrenebilir, burada yaşamadığımız bir sevinci yaşardık...”

#EvdeKalTürkiye