KORKU,
zihnimizde ürettiğimiz bir algıdır. Tehlike karşısında önlem almak, varlığımızı
idame ettirebilmek için içgüdüsel olarak yaşadığımız bir olgudur. Çoğu zaman
güvenli alanlarımızın yok olacağı endişesi, elde ettiğimiz ya da bize bahşedilen
ayrıcalıkları kaybetme düşüncesi de beraberinde korkuyu getirir.
Nasıl
yeni doğmuş bir bebek, dünyayı annesinin şefkatli yüzünden algılamaya
başladığında ondan ayrılınca ağlarsa, aynı şekilde, büyüdükçe bu korkuların
esiri olmaya başlar. Zamanla büyüyen, oyun çağındaki çocuk da oyuncaklarına, ailesine
ve arkadaş çevresine bağlanır, karakterinde sahip olma duygusu yerleşmeye başlar.
Birey
olarak davranışlarımız toplumu yansıtır. Yaşadığımız kültürel çevreye
bağlılığımızla gruplar içerisinde yer almaya başlayınca kişisel çatışmaların zemini
hazırlanır; bunlar aynı ülküde birleşip bir de toplumsal dil “korku” pompalamaya
başlayınca, artık yüzyıllar sürecek bir korku zemini yaratılır. Her yeni nesil
bunun üzerine ekleye ekleye yerinden oynatılamaz bir dağ oluşturur. Sonra da giderek
temelleri sağlam olan sıradağlar silsilesi gelişir.
Biz
farkına varmadan, şartlı refleks yoluyla zihnimize korku pompalayabiliyoruz.
Bunun en çarpıcı örneği, suni olarak üretilen ve adına “İslâmofobi” dedikleri
kavramdır. Sürekli şiddet, terör, kaçırılma haberleri, taciz gibi olumsuz
olaylarla yan yana getirilen İslâmî simgeler, hatta sinema filmleri, edebî
eserlerle anılan Müslümanlar hedef tahtasına oturtuluyor.
Günümüzde
dünyanın sonunu getirebilecek bir korku dağı oluştu. Ne yazık ki o dağ sürekli büyüyor
ve artık dünyanın ağırlık dengesi sarsılıyor. Bu korku, yüzyıllardan günümüze
intikal eden, tamamen üretme bir kavramdır. Bu, İslâmiyet’ten öncesine uzanan,
kendi halkı dışındakileri cahil ve barbar olarak gören Batı zihniyetinin bir
ürünüdür. İslâmiyet’ten sonra da aynı zihniyet devam etmiş, kendilerinden
olmayan herkes ötekileştirilmiş ve bu kavram, “İslâm düşmanlığı, ırkçılık”
olarak vücut bulmuştur.
Ne
yazık ki tarih yazıcılığı ve tarihî algılayış biçimi yine Batı’nın elinde
şekilleniyor. Her zaman olaylara onların bakış açısından bakılıyor, her türlü
haber, yorum, onların bakış açısıyla yazılıyor. Öyle beyin yıkaması ve bilinç bulanıklığı
yaşıyoruz ki, izlediğimiz filmlerde ya da haberlerde artık sorgulamasız
alışıyor, kabul ediyoruz. Ait olduğumuz medeniyeti her türlü yolla aşağılayan ürünler
gözümüze batmaz oluyor. Zamanla üretilen kavramlara zihnimiz alışıyor, zaman
içinde kendimize gelsek de değiştirmeye gücümüz yetmiyor.
İslâm
toplumunda hata yok mu? Kendi algılayış biçimlerinde ve davranışlarında sorun
yok mu? Var elbet! Geri kalmışlık, tembellik, fazla duygusallık ve bilimden
uzaklaşma, İslâm toplumunu kemiren hastalıklardır. Anî ve duygusal, gürültücü,
intikamcı tepkiler bazı hataları da beraberinde getirdi. Çok çabuk öfkelenebilen,
yönlendirilebilen, kolay ayrışıp kin güden, kitlesel tepkileri olan milletler,
hata üstüne hata yaptılar. Bu hataların bedelini yine mazlum insanlar ödediler.
Keşke
Avrupa Orta Çağ karanlığında yüzerken hızla bilime yönelen İslâm âlemi, o
ilerleyişini sonraki yüzyıllarda da sürdürebilseydi. Keşke İslâm Medeniyeti’nin
altın çağında çok değerli Müslüman âlimlerin açtığı yolda hiç duraksamadan yol
alabilseydik. Avrupa, İslâm âlimlerinin eserleriyle karanlık çağlarını sona
erdirdi. Antik Çağ filozoflarının düşüncelerine getirilen yorumlar, Müslüman âlimlerin
yaptığı tercümeler Avrupa’ya ulaştığında, Avrupa medeniyeti boş durmadı, üzerine
daha yenilerini koyarak bilgiye ulaştı. Ama ne yazık ki, Doğu’da ve Asya’da
işler yolunda gitmedi. Kendi içişlerinde sorunlar yaşayan, iktidar
mücadelesinde olan devletler güç kaybetmiş, ardından Moğol İstilâsı yaşanmış,
sonrasında gelen kardeş kavgaları da bilimi ve ilerlemeyi unutturmuştu.
Yeterince özeleştiri yapabilirsek belki tarihî hataları görebilir, onlardan
ders çıkarabiliriz.
Müslümanlara
karşı düşmanlığın temelini Haçlılar attı. Bu savaşları yaşayıp da memleketine
sağ olarak dönen Haçlı askerlerinin anıları, anlatıları, var olan düşmanlığı
körükledi. Yöneticiler, dinî liderler taraftar toplayabilmek için korkuları besledi.
Geri dönüşü olmayan bir kutuplaşmanın temeli atıldı. O günlerde atılan
temellerin üzerine tarih yazıcılarının eliyle binalar oluşturuldu. Geçmişte
edebiyat, sanat, tarih, coğrafya, psikoloji ve sosyolojinin bilim olarak
ayrılması ve hepsine özgü getirilen yorum ve kuramları üretenler, kendilerinin
haricindeki toplumları eğitilmesi gereken “ötekiler” olarak algıladı.
Bilimsellikle
karışık yanlı görüşler, okullarda küçücük çocukların zihninde ders kitapları
aracılığıyla yerleştirildi. Bu arada medya boş durmadı, teknoloji ve kitle
iletişim araçlarının marifetiyle büyük bir karşıt bilinç oluşturuldu. Nedense
Avrupa medeniyeti, savunma hakkını yalnızca kendisine tanıyor. Yapılan saldırılarla
ötekileştirilen halklar, zamanla kendilerini dışlanmış hissedip savunmaya geçtiler.
Hiç istenmeyen olaylar yaşandı. Ne yazık ki marjinalleşerek masum insanların da
haklarını kaybetmelerine sebep oldular.
Öyle
bilinçli ve kuvvetli bir kampanya yaptılar ki etkileri tüm dünyada görülmeye
başlandı. Kendi komşusu, arkadaşı, vatandaşı üzerinden korku pompaladı, koskoca
sıradağlar gibi önümüze dikilen büyük bir ayrışmanın ortasında kaldık.
Bunun
çaresi nedir, bireysel ve toplumsal olarak elimizi taşın altına koyarsak bu
korku dağlarını yerinden kımıldatabilir miyiz, yoksa dünyanın dengesinin altüst
olmasını mı seyrederiz, bunu kestirmek zor.
Dinimizde
umutsuzluk yoktur. Belki sevgi diliyle, şefkatle, bireysel çabalarla üstesinden
geliriz. Eli kalem tutanlara, yöneticilere, kanun koyuculara, uygulayıcılara,
denetleyicilere büyük görev düşüyor. Belki de en önemli görev medyaya düşüyor.
Nefret dili yerine sevgi dili, hassasiyetlere saygı gösteren programlar öne
çıkarılmalı. Haber programlarında izlenme kaygısıyla şiddet görüntüleri uzun
tutuluyor, olumlu olaylar birkaç kelimeyle geçiştiriliyor. Olumsuz olaylar
defalarca görsellerle destekleniyor. Müslüman suç işleyince terörist algısı
oluşturuluyor, Batılı suç işleyince ise suçlu. Nedense onların suçluları
psikolojik problem yaşayan, toplumdan dışlanmış tipler, ama kendilerinden
olmayan “ötekiler”, radikalleşmiş suçlular olarak lânse ediliyor.
Fakirlik,
çaresizlik ve dışlanmışlık şiddeti doğuruyor, şiddet de korkuyu. Günümüzde var
olan sorunlar katlanarak artıyor. Ailelerinden koparılan, mülteci durumuna
getirilen, hayatı değişen yeni nesilde öfke patlaması oluyor. Ne yazık ki, Batı’nın
inşâ ettiği sorunlar katlanarak büyüyor. Korku imparatorluklarının
sağlamlaşması ve büyük kitlesel çatışmalara dönüşmesi hepimizi etkileyecek.
Bizler
aynı gemiye binmiş dünya yolcularıyız, neden gemimiz su almaya başlamışken
yalnız kendi derdimize düştük? Gelecek nesillere korku yerine sevgi miras
bırakmak için elimizden geleni yapmalıyız.
Her
gün huzurla yattığımız yataklarda biraz daha düşünmeli ve çare üretmeliyiz.
Yeni nesil, dijital nesil tehlikenin farkında değil. Kültürel etkileşimin
cazibesine kapılıp gerçekleri görmüyorlar. Artık hepimiz taşın altına elimizi
koymalıyız. Hiçbir korkunun hayatımızı, düşüncelerimizi kontrol altına almasına
izin vermemeliyiz. Bu korkuların yersizi ve fazlası, bireyin sosyal ve meslekî
yaşamını olumsuz etkileyebilmektedir. Toplumsal barışı sağlamanın yolu sevgi
dilini öncelemekten geçiyor.
Batı’nın İslâm’ı kendisi için tehdit olarak algılamalarına sebep olacak davranışlardan uzak olmak bizim elimizdedir. İslâm âlemi kendisini, duygularını güzelleştirdikçe, birlik ve beraberliğini koruyup bilime ve kalkınmaya önem verdikçe birçok problem kendiliğinden hâllolacaktır. Yöneticiler de bu çabaları boşa çıkarmadan, kendi menfaatlerine değil de halkın refahına ve mutluluğuna yatırım yaparak refahı öncelerse gelecek yüzyılda bu korkular atlatılacaktır.