BAZI eylem ve söylemlerin yan yana gelmekten çekindiği, hicap
duyduğu kişiler, topluluklar, toplumlar vardır. Bu eylem ve söylemler, sözü
edilen kişi, topluluk ve toplumlarla birlikte anılmaktan âdeta kaçar
gibidirler. Kendilerini o şahısların yanına yakıştıramazlar. Bir iğretilik
olacağının farkında gibidirler. Çünkü bilirler ki, kendileri, o zevatla aynı
kumaştan değillerdir. Onların yurdu denizken, bu eylem ve söylemlerin yurdu
karadır. Bir arada bulunmaları iki taraf için de hayırlı sonuçlar doğurmaz.
“Denizdekinin ölümü kara, karadakinin ölümü deniz”…
Tarih sahnesine çıktığı günden itibaren Türk
toplumlarının yanına yöresine yakıştıramadığı eylem ve söylem ise “korkmak”tır.
İster üç beş çadırdan ibaret bir Türk topluluğu olsun, isterse yüzyıllarca hüküm
sürmüş bir cihan devleti; “Türk” kelimesiyle “korku” kelimesinin yan yana
dillendirildiği, hiçbir tarihe not olarak düşmemiştir. Aksine korkusuzluk
timsali olarak gönüllerde destan olmuştur Türkler. Yiğitlikleri, gözü kara
oluşları, boyun eğmeyişleri, diz çökmeyip cihanı dize getirişleri tarihin her
sayfasında, her satırında büyük bir gururla çıkar karşımıza.
Altı asırdan fazla hüküm süren, gücü ve kudretiyle
kâinatı titreten Osmanlı Devleti de korku eylem ve söyleminin yanına
yüzyıllarca yaklaşamadığı büyük Türk devletlerinden biridir. Küçücük bir
beylikten bir imparatorluğa yükselen bu cihan devleti, yükselişini korkusuzluğa
borçludur. Kimdir bu korkusuzlar? 7 yaşındaki çocuktan 70 yaşındaki beli
bükülmüş dedeye, tarladaki çiftçisinden bilim adamına, kucağında yavrusuyla her
işe koşturan gelin Ayşe’den cephede düşmanla göğüs göğse çarpışan Mehmet’e,
ayaktan başa, vatan aşkıyla dökülen o kanlı yaşa kadar herkes ve her şey...
Ömür ölümlüdür, gün dönümlü; nasıl ki karanlık evrilip
ziyaya kavuşursa, güneş de tüm ziyasını toplayıp elini eteğini çeker bir vakit
üzerimizden. Sabredip korkmayanlara geri dönmek vaadiyle…
Yukarıda sözünü ettiğimiz o destan imparatorluk da, bir
dönem geldi ki benliğini unutan üç beş kendini bilmezin yüzünden şiddetli ve
hızlı bir çöküşe geçti. Bu öyle bir çöküştü ki çıkan sesle yer yerinden oynadı
ve tüm dengeler sarsıldı. Bu sarsıntıyla bir müddet bocaladığımız doğrudur.
Fakat sanmayın ki bu bedenler korkuyu kabul edip gelene “Ağam”, gidene “Paşam”
dediler ve diz çöküp baş eğdiler.
Zor bir sınavdan geçtiğimiz doğrudur. Bizim hiçbir
sınavımız kolay olmadı ki zaten! O dönem yalnızca düşmanla çarpışmadık. Yokla,
yoklukla, yoksullukla, hırsızla, uğursuzla, nursuzla, benliğini yitiren nice
gurursuzla da çarpıştık. Şükürler olsun ki korkusuzluğu düstur edinen
canlarımız, düşman ne kadar çok ve çeşitli olsa da yılmadı, yıkılmadılar!
Kadın, erkek, genç, ihtiyar, çocuk, yetişkin demeden
yürüdük düşman üstüne, yüreklerimizin korkusuz sesinden yer gök inledi. O kutlu
zaman geldi ki bu marşı cihan dinledi.
Hem genç bir fidanız, hem yüzyıllık çınar. Köklerine,
ilkelerine, geçmişine, geleceğine bağlı, hür, korkusuzca büyüyen bir çınar;
Türkiye Cumhuriyeti… Kolay kurulmadık, bugünlere kolay gelmedik. Gideceğiz daha
ileriye, en ileriye, istikbâle! Giderken yanımızda götürmemiz gerekenler var.
Bize bizi hatırlatacak, yeise düştüğümüzde sarsıp kendimize getirecek o mânevî
güçlere ihtiyacımız var. Bu güçlerin en önemlilerinden biri de boğazımızı
yırtarcasına gururla söylediğimiz “İstiklâl Marşı”mızdır. “Korkma” nidâsıyla
alması gerekenlere gerekli korkuyu en güzel şekilde veren marşımız… Bizi bize,
bizi size anlatan, hatırlatan o kutlu sözler...
100 yıldır o günkü coşkuyla söyleyip arşı inlettiğimiz,
şeref ve şanla âleme dinlettiğimiz kıymet biçilmez incimiz! Seni, yüz yıl değil,
bin yıllar söylesek yetmez!
Soyu er oğlu er olan Âkif’e hazineleri sersek, borcumuz
bitmez. Ruhun şâd, mekânın Cennet, marşın ebedî olsun. Yazdığın bu marş, cihan
durdukça dursun. “Allah, bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!”