Kork(ma)!

Zor bir sınavdan geçtiğimiz doğrudur. Bizim hiçbir sınavımız kolay olmadı ki zaten! O dönem yalnızca düşmanla çarpışmadık. Yokla, yoklukla, yoksullukla, hırsızla, uğursuzla, nursuzla, benliğini yitiren nice gurursuzla da çarpıştık. Şükürler olsun ki korkusuzluğu düstur edinen canlarımız, düşman ne kadar çok ve çeşitli olsa da yılmadı, yıkılmadılar!

BAZI eylem ve söylemlerin yan yana gelmekten çekindiği, hicap duyduğu kişiler, topluluklar, toplumlar vardır. Bu eylem ve söylemler, sözü edilen kişi, topluluk ve toplumlarla birlikte anılmaktan âdeta kaçar gibidirler. Kendilerini o şahısların yanına yakıştıramazlar. Bir iğretilik olacağının farkında gibidirler. Çünkü bilirler ki, kendileri, o zevatla aynı kumaştan değillerdir. Onların yurdu denizken, bu eylem ve söylemlerin yurdu karadır. Bir arada bulunmaları iki taraf için de hayırlı sonuçlar doğurmaz. “Denizdekinin ölümü kara, karadakinin ölümü deniz”…

Tarih sahnesine çıktığı günden itibaren Türk toplumlarının yanına yöresine yakıştıramadığı eylem ve söylem ise “korkmak”tır. İster üç beş çadırdan ibaret bir Türk topluluğu olsun, isterse yüzyıllarca hüküm sürmüş bir cihan devleti; “Türk” kelimesiyle “korku” kelimesinin yan yana dillendirildiği, hiçbir tarihe not olarak düşmemiştir. Aksine korkusuzluk timsali olarak gönüllerde destan olmuştur Türkler. Yiğitlikleri, gözü kara oluşları, boyun eğmeyişleri, diz çökmeyip cihanı dize getirişleri tarihin her sayfasında, her satırında büyük bir gururla çıkar karşımıza.

Altı asırdan fazla hüküm süren, gücü ve kudretiyle kâinatı titreten Osmanlı Devleti de korku eylem ve söyleminin yanına yüzyıllarca yaklaşamadığı büyük Türk devletlerinden biridir. Küçücük bir beylikten bir imparatorluğa yükselen bu cihan devleti, yükselişini korkusuzluğa borçludur. Kimdir bu korkusuzlar? 7 yaşındaki çocuktan 70 yaşındaki beli bükülmüş dedeye, tarladaki çiftçisinden bilim adamına, kucağında yavrusuyla her işe koşturan gelin Ayşe’den cephede düşmanla göğüs göğse çarpışan Mehmet’e, ayaktan başa, vatan aşkıyla dökülen o kanlı yaşa kadar herkes ve her şey...

Ömür ölümlüdür, gün dönümlü; nasıl ki karanlık evrilip ziyaya kavuşursa, güneş de tüm ziyasını toplayıp elini eteğini çeker bir vakit üzerimizden. Sabredip korkmayanlara geri dönmek vaadiyle…

Yukarıda sözünü ettiğimiz o destan imparatorluk da, bir dönem geldi ki benliğini unutan üç beş kendini bilmezin yüzünden şiddetli ve hızlı bir çöküşe geçti. Bu öyle bir çöküştü ki çıkan sesle yer yerinden oynadı ve tüm dengeler sarsıldı. Bu sarsıntıyla bir müddet bocaladığımız doğrudur. Fakat sanmayın ki bu bedenler korkuyu kabul edip gelene “Ağam”, gidene “Paşam” dediler ve diz çöküp baş eğdiler.

Zor bir sınavdan geçtiğimiz doğrudur. Bizim hiçbir sınavımız kolay olmadı ki zaten! O dönem yalnızca düşmanla çarpışmadık. Yokla, yoklukla, yoksullukla, hırsızla, uğursuzla, nursuzla, benliğini yitiren nice gurursuzla da çarpıştık. Şükürler olsun ki korkusuzluğu düstur edinen canlarımız, düşman ne kadar çok ve çeşitli olsa da yılmadı, yıkılmadılar!

Kadın, erkek, genç, ihtiyar, çocuk, yetişkin demeden yürüdük düşman üstüne, yüreklerimizin korkusuz sesinden yer gök inledi. O kutlu zaman geldi ki bu marşı cihan dinledi.

Hem genç bir fidanız, hem yüzyıllık çınar. Köklerine, ilkelerine, geçmişine, geleceğine bağlı, hür, korkusuzca büyüyen bir çınar; Türkiye Cumhuriyeti… Kolay kurulmadık, bugünlere kolay gelmedik. Gideceğiz daha ileriye, en ileriye, istikbâle! Giderken yanımızda götürmemiz gerekenler var. Bize bizi hatırlatacak, yeise düştüğümüzde sarsıp kendimize getirecek o mânevî güçlere ihtiyacımız var. Bu güçlerin en önemlilerinden biri de boğazımızı yırtarcasına gururla söylediğimiz “İstiklâl Marşı”mızdır. “Korkma” nidâsıyla alması gerekenlere gerekli korkuyu en güzel şekilde veren marşımız… Bizi bize, bizi size anlatan, hatırlatan o kutlu sözler...

100 yıldır o günkü coşkuyla söyleyip arşı inlettiğimiz, şeref ve şanla âleme dinlettiğimiz kıymet biçilmez incimiz! Seni, yüz yıl değil, bin yıllar söylesek yetmez!

Soyu er oğlu er olan Âkif’e hazineleri sersek, borcumuz bitmez. Ruhun şâd, mekânın Cennet, marşın ebedî olsun. Yazdığın bu marş, cihan durdukça dursun. “Allah, bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!”