Köpekleşme temâyülü

Öyle bir yere gelindi ki köpekler efendi, insanlarsa köle oldular. Hem de ne kölelik; tam bir gönüllü kölelik! Şimdi köpekler önde, insanlar arkada, insanları arkalarından sürükleyenler ise köpekler oldu! Köpek hanımefendiler (!) ve köpek beyefendiler (!), Marie Antoinette gibi tahtlarına (koltuklarına) kurulmuşlar, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında keyf hepten keka!

ALLAH bütün mahlûkatı, bütün varlıkları bir anlam ve amaçlılık yasası çerçevesinde yaratmıştır. Bu bağlamda insanoğlu da böyle yaratılmıştır.

“Anlam ve amaçlılık” yasası, kâinattaki (evren) yaratılış yasalarından (Sünnetullah) sadece bir tanesi, belki de en önemlisidir.

Bu bakımdan köpekler de dâhil bilumum hayvanlar bu yaratılış yasalarına uygun olarak yaratılmış, her biri bu evrende ekolojik dengenin korunması açısından önemli rol ve görevler üstlenmiş ve sonuçta da hepsi insanoğlunun emrine amâde kılınmıştır.

Takdir edilir ki, bu mânâda köpekler ve hayvanlar kıymetli varlıklardır. Zâten Yaratan hiç kıymetsiz bir varlık yaratır mı?

El-cevap: Yaratmaz!

Bir kez daha vurgulamış olalım ki, anlam ve amaçlılık yasası çerçevesinde yaratılan her varlığın bu evrende bir görevi ve buna paralel olarak da saygın bir yeri vardır. Onun için biz, “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” deriz.

Yine yaratılış kanunlarına göre yaratılan her varlığın bu evrende işgâl ettiği bir mâkâmı ve mekânı, üzerinde yaşadığı bir habitatı vardır. Onun için “Taş yerinde ağırdır” denilmiştir.

Evrendeki çok önemli yaratılış yasalarından bir tanesi de varlığa “adâlet” yasasıdır.

Varlığa adâlet yasası, ontolojik olarak her varlığın olması gereken yerde olması, bulunması gereken yerde bulunması, dolayısıyla haklarının korunması yasası ve hâlidir. Aksi olursa eğer yani bir varlığın olması gereken yerde olamaması, bulunmaması gereken yerde bulunması hâli söz konusu olduğunda, o zaman bu durum, o varlığa yapılan bir zulme dönüşür. Varlığa zulüm olarak tecelli eden ya da ettirilen her şey de nihayetinde bir insanlık suçu mesabesindedir.

Örnek verecek olursak; meselâ bir köpeğin yaşam yeri kırsal alanlar olması gerekirken, köpekler modern evlerin içinde insanlarla birlikte ve insanlarla sarmaş dolaş, bir arada yaşıyorlar. İnsanların yatak odalarında koyun koyuna mışıl mışıl uyuyor ve hep birlikte kim bilir nice tatlı ve renkli rüyalar görüyorlardır.

Kuş tüyü yataklarda köpekler ve insanlar bu ahvâl ve şerâit içinde koyun koyuna yatarlarken; öylesine yoksul, öylesine fakir ve öylesine kimsesiz insanlar da vardır ki korunaklı evlerde insanca yaşamak ve sıcacık yataklarda insanca yatmak onların da hakları iken, köpeklere gösterilen ilgi, yardım, destek ve sahiplenmenin binde birini dahi bu yoksul ve sahipsiz insanlara göstermeyen bugünün modern insanı yüzünden bu insanlar, maalesef kış mevsiminin soğuk ve dondurucu ayazlarında, gecelerin zifiri karanlıklarında, köprü altlarının kuytu köşelerinde, buz gibi kaldırım taşlarını kendilerine döşek ederek üzerlerinde uyumaya çalışıyorlar.

Bu insanların koynunda sadece katıksız bir parça ekmek… İşte onlar da koyun koyuna bu şekilde yatıp uyumak zorunda kalıyorlar.

Böyle bir durum, her iki varlığa da (insanlara ve köpeklere) yapılan bir zulümdür ve anlaşılır gibi de değildir.

İnsan ve köpek denilen varlıklar mâkâm, mekân ve habitat olarak yer değiştirmiştir. İnsanlar bulunması gereken yer, mekân, mâkâm ve habitatlarda bulunamıyor, köpekler ise olmaması gereken yer, mekân, mâkâm ve habitatlarda oluyorlar.

İşte bütün bunlar, fıtrî ve ontolojik olarak varlığa “adâlet” yasasının insanlar eliyle nasıl yerle yeksan edildiğinin acı ve hüzün dolu bir hikâyesi ve hicran yüklü bir göstergesidir.

İşte böylesine acınası bir durum, modern insanın içine düştüğü bir açmazdır, bir çıkmazdır. İnsanlardan aileler edinemeyen ve insanca aileler kuramayan bugünün modern ve çağdaş insanları, köpeklerden aileler edinmeye ve köpeklerle birlikte aileler kurmaya başladılar.

Öyle bir yere gelindi ki köpekler efendi, insanlarsa köle oldular. Hem de ne kölelik; tam bir gönüllü kölelik! Şimdi köpekler önde, insanlar arkada, insanları arkalarından sürükleyenler ise köpekler oldu!

Köpek hanımefendiler (!) ve köpek beyefendiler (!) (bu sıfatlar ironi olmak üzere gerçek köpekler için kullanılmıştır; kaldı ki, köpek sahibi insanlar köpeklerine “oğlum, kızım, evlâdım” şeklinde hitap etmektedirler), Marie Antoinette gibi tahtlarına (koltuklarına) kurulmuşlar, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında keyf hepten keka!

Sahipleri olan gerçek insanlar da bu hanımefendi ve beyefendilere (!) (gerçek köpeklere) hizmette kusur etmemek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlar. Aç insanlar da sevgili Marie Antoinette’nin dediği gibi “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” efendim!

Şu gelinen noktaya bir bakar mısınız Allah’ınızın aşkına?! Bu gidişle daha bugünleri de arar olacağız ve köpekler idâreye el koyup insanları yönetmeye kalkışırlarsa buna da şaşırmayacağız. En azından ben şaşırmayacağım.

Zâten şimdiden köpekler sokakların hâkimiyetini ele geçirdiler. Sokakların yönetimine el koydular. Sokaklar köpeklerden geçilmiyor. Köpeklerin mutlak dokunulmazlıkları var. İnsanlara dokunabilirsiniz ama köpeklere asla dokunamazsınız. Köpekler insanları parçalayıp öldürseler bile!

Gerçekte köpeklerin bu işte hiçbir suçu ve günahı da yoktur. Çünkü bütün bunlar, insanların kendi elleriyle kendilerine ettiklerinden başkaca bir şey değildir.

Bu gidişat, pek de hayra alâmet bir gidişat değildir. Bu bir “köpekleşme temâyülü”dür. Bindik bir alâmete, gidiyoruz sanki bir kıyâmete... “Encâmımız hayrolsun” demekten başka elden ne gelir? Allah sonumuzu ve encâmımızı hayreylesin!

***

Hâl-i pürmelâlimiz bu minvâl üzere iken, günümüz modern dünyasında her şey birbirine karıştı. Omurgalı duruş yok oldu. Varlıkların GDO’suyla oynandı. Varlıklar artık net bir şekilde tanınamaz oldu. Acâip acâip hormonlu varlıklar ortaya çıktı (buna bir kısım insanlar da dâhil). İnsanların yerini hayvanlar, hayvanların yerini insanlar aldı. George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” adlı eserinde tasvir ettiği (betimlediği) gibi, insan olan çiftlik sahibi Jones’in mâlikhânesindeki koltuğuna domuzlar oturdu. “Domuzlar mı insanlaştı, insanlar mı domuzlaştı?”, artık seçilemez oldu. Taşlar hepten yerinden oynadı.

Bugünlerde TBMM’de hayvan haklarıyla ilgili yeni bir yasa çıkarılmaya çalışılıyor. Çıkarılsın, çıkarılsın; çıkarılmasına ihtiyaç var da, sakın bu yasa İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi örgütlü ve sesleri çok çıkan çığırtkanların etkisi ve baskısıyla, sonu yine hüsranla sonuçlanacak bir duruma dönüşmesin?! Sanki bana biraz yine öyle olacakmış gibi geliyor...

Neden mi?

Geleneksel muhafazakâr çevreler henüz kompleks psikolojisinden kurtulamadılar da onun için. Hâlâ kendilerini psikolojik baskı altında hissediyorlar da onun için. Bunun için de birilerinden ve bazı çevrelerden hâlâ çekiniyor ve taviz vererek onlara yaranmak istiyorlar da ondan dolayı.

Ama bilmiyorlar ki korkunun ecele faydası yoktur!

İbretlik bir söz vardır: Canavara tebessüm etmek, olsa olsa canavarın iştihasını kabartır; canavar seni yine yer, üstüne üstlük dişinin kira parasını da senden ister ve alır!

Hayvan hakları konusunda bizim kimseden çekinecek ve gocunacak bir tarafımız yoktur. Çünkü biz öyle bir medeniyetin vârisleriyiz ki bizim medeniyetimiz bir cihetle aynı zamanda bir hayvan hakları medeniyetidir. Hayvanların haklarını korumak ve onları incitmemek için nice faaliyetler icra etmişiz, nice müesseseler kurmuşuzdur. Yine yaparız, yapıyoruz da!

Çünkü biz, yaratılanı Yaratan’dan dolayı seven, karıncayı dahi incitmekten çekinen bir medeniyet mirasının millet olarak bekçileriyiz. Hangi hayvan olursa olsun, yeryüzündeki tüm hayvanların haklarını savunmak bizim aslî vazifelerimiz arasındadır. Onun için hayvanlara yapılan her türlü eziyet ve zulüm bize yapılmış sayılır.

Zaman zaman insan görünümlü bazı şahsiyetler, köpekler başta olmak üzere birçok hayvana olmadık eziyet ve işkenceler yapabiliyorlar. Köpekleri arabalarının arkasında zincire bağlı bir vaziyette sürükleyebiliyorlar. Bu tip insanlara ne kadar ceza verilse az gelir.

Ama bunları söylerken ve yaparken de insan haklarını ikinci plâna atıp, insanların haklarını yok sayamayız. Onun için alt geçitle üst geçidi, sapla samanı birbirine karıştırmamak icap eder.

Örneğin, biz bir taraftan hayvan haklarını savunurken, diğer taraftan da sokaklarda başıboş gezen ve bazı sahipli köpeklerin çocukları ve insanları nasıl ısırıp yaraladığı, hatta ölümlerine sebep olduğu olayları görmezden gelemeyiz ve bunları yok sayamayız!

Köpekler konusunda gereğinden ve makuliyetten çok daha fazla abartılı davranan ve neredeyse tapınılacak derecede onları aşırı bir şekilde yücelten bazı çevrelere ve insanlara o zaman sorarlar: “Köpeklerin acımasızca ısırıp yaraladığı ve ölümlerine sebep olduğu o kimsesiz, o sessiz ve örgütsüz insanların ve çocukların hakları ne olacak? Bunları kim savunacak? Ayrıca fobi olarak, sokakta dolaşan köpeklerden korkan ve bu sebeple sokağa rahatlıkla çıkamayan insanların hakları ve özgürlükleri ne olacak? Bu hakları ve özgürlükleri kim savunacak?”

Zâten böyle giderse 15-20 seneye kalmaz, köpekler yüzünden insanlar sokağa, caddeye, parklara rahatlıkla çıkıp gezemeyeceklerdir. Özellikle büyük-küçük bazı şehirlerimizin sokakları, caddeleri, parkları köpeklerden geçilmiyor artık. Nasıl ki Hindistan’da ineklerin dokunulmazlığı var, bizde de köpeklerin dokunulmazlığı var.  Maalesef bu noktaya gelindi!

Unutulmasın ki, insanları ısıran köpeklerdir, köpekleri ısıran insanlar değil. Diğer yandan, bu köpeklerin kuduz olma ve hastalık saçma ihtimâllerini de göz ardı etmemek lâzımdır.

Kaldı ki, her konuda olduğu gibi bu konuda da bizim ülkemiz tam bir keşmekeş içinde. 7/24, günün her saatinde, her yerde köpeklerle insanlar iç içe, koyun koyuna yaşıyorlar.

Siz hiç Avrupa’da böyle bir şey gördünüz mü? Günün her saatinde ve her yerde köpeklerin böylesine boş boş, böylesine aylak aylak gezdiklerini ve kimi zaman da çocuklara ve insanlara saldırdıklarını hiç duydunuz mu? Her köpeğin bir sahibi vardır ve her köpek sahibi, ancak günün belirli saatlerinde ve belirlenmiş özel yerlerde köpeklerini gezdirebilirler ve dışkılarını yaptırabilirler. Bizde ise insanlar ve köpek dışkıları aynı yol güzergâhında bir arada bulunuyor ve istenmedik durumlar ortaya çıkabiliyor.

Ben, seyahat ettiğim bazı Avrupa ülkelerinde bunları gördüm. Bizimkiler modern ve çağdaş görünümlü ama tam bir Şark mantalitesine sahip oldukları için, âmiyâne tâbirle, işin cılkını çıkarıyorlar. Vur deyince öldürüyorlar! Batı’ya öykünerek köpekçilik yapanlar yani köpek işiyle uğraşanlar (köpek besleyenler), Batı’nın düzenine ve disiplinine gelince sınıfta kalıyorlar.

Bu bakımdan bizim ülkemizde köpeklerin kırsal kesimlerde ve tabiatın bağrında yaşamaları normal de (çünkü koyun sürülerini kurt saldırılarından korumak gibi birçok açıdan sahiplerine fayda sağlıyorlar), şehirlerde insanların arasında hoyratça ve düzensiz bir şekilde yaşamaları ve dolaşmaları birçok açıdan bana mahsurlu geliyor ve pek doğru da bulmuyorum.

Ama şehirlerde yaşayan insanlar, modernitenin ve modern yaşam biçiminin getirdiği ve dayattığı yalnızlıktan uzaklaşabilmek ve yalnız yaşama olgusunun ruhsal sıkıntılarından bir nebzecik de olsa kurtulabilmek için işte bu yollara tevessül ediyorlar ve yalnızlıklarını kedi, köpek ve sair besleyerek gidermeye çalışıyorlar.

***

Çocukluğumda benim de köpeklerim vardı. Daha doğrusu, rahmetli babam memur olmadan önce, sürülerimize korumalık yapan “Gevro” isminde yiğit bir köpeğimiz vardı. Gevro’nun yaşlı ve hastalanmış son hâllerine yetiştim. İri yarı bir köpekti. Bir keresinde kırsal kesimde, yazında yabanda diğer çoban köpeklerinin saldırısından korumuş rahmetli babamı.

Anne tarafından dedemlerin de “Gümüş” isminde sarışın ve orta boylu bir köpeği vardı. O da çok cesur ve yiğitti. Kendisini çok severdim. Hatta bir köpek kavgasında ben arada kaldım ve rakip köpekten hatıra olarak ayağımda karşılıklı iki çift diş izi kaldı. Yaralanmış ve çok kan kaybetmiştim.

Her ne kadar memur çocuğu olmamıza rağmen aslımız köylü olduğu için yazları köye gider, dedemlerin bahçesinde Gümüş’le eğlenceli vakitler geçirirdim.

Ama dediğim gibi, oralar köy ve kırsal kesimlerdi. Bundan dolayı hemen hemen her evde kedi ve köpek beslenir ve sosyal hayatın getirmiş olduğu zaruretlerden dolayı bunlar insanların çok işine yararlardı.

***

Son olarak, bu konuyu yaşanmış örnek bir olaydan hareketle farklı bir açıdan tasvir edeyim (betimlemek) ve biraz da dramatize ederek öyle bitireyim…

Olayın cereyan ettiği yer; Ankara Gazi Üniversitesi karşısı, Konya yolu üzerindeki Etiler Orduevi’ne yakın otobüs durağı…

Olayın kahramanları; akademisyen bir üniversite hocası ve şanslı mı şanslı, alımlı mı alımlı, çalımlı mı çalımlı, bakımlı mı bakımlı orta boy bir köpek…

Olayın cereyan ediş şekli şöyle:

Bir gün, bir kış ayının karanlık gecelerinin birinde, takriben saat 22:00 sularında üniversitedeki formasyon dersinden çıkmış, hızlı ve emin adımlarla otobüs durağına vâsıl olmuştum.

Ankara’daki kış gecelerinin dondurucu ayazında ve gecenin geç saatlerinde yorgun argın otobüs durağında beklerken, nice hayâllere ve derin hülyalara dalmıştım…

Belediye otobüsünün tiz gelerek önümde durmasını ve çabucak otobüse binip eve ulaşmamı, pijamamı giyip ayaklarımı uzatarak şöyle bir yorgunluğumu atmayı dört gözle, hasretle ve sabırsızlıkla beklerken ve bütün bunları da zihnimde şimşek hızıyla düşünüp mütalâa ederken, bu arada ansızın ve apansız son model 4x4 Land Rover marka bir cip önümde belirmesin mi?

Cip önümden geçerken, ön koltukta oturan sarışın bir köpekle aniden göz göze geldik. Ön koltuğa kurulmuş olan köpeğin keyfi oldukça yerindeydi. Yarıya kadar açılmış olan cipin camından o bakımlı tetilerini ve uzun dilini dışarıya kadar sarkıtmış bir hâlde ve keyf içinde seyr-ü âlem ediyordu...

O, bakımlı mı bakımlı, besili mi besili, enerjik mi enerjik, gözleri çakmak çakmak yumuşacık ve sıcacık koltuğunda oturuyordu. Güya üniversite hocası olan bendeniz de yorgun mu yorgun, argın mı argın, solgun mu solgun, soğuktan büzüşmüş bir vaziyette ve ayakta, sabırsızlıkla otobüsün gelmesini bekliyordum...

İşte ikimizin de hâl-i pürmelâli bu ahvâl ve şerâit içinde ve dahi bu minvâl üzere iken aniden göz göze gelince, her ikimiz de hâllerimize çok şaşırmış ve farklı duygular yaşamıştık. Kısa süre içerisinde şaşkınlığımız geçtikten sonra, mutlu ve bulunduğu konumdan çok umutlu ve memnun olan köpek, küçümseyici bir eda ile beni şöyle bir yukarıdan aşağıya doğru süzdükten sonra dile geldi ve bana şöyle seslendi: “Hayırdır ya İlhan Hoca! Ankara’nın bu dondurucu soğuğunda, gecenin bu zifiri karanlığında ve ilerlemiş saatinde sen ne arıyorsun buralarda? Ne yapıyorsun bu otobüs duraklarında?”

Bense melül ve mahzun boynumu büktüm, soğuk ve boğuk bir ses tonuyla zoraki de olsa, “Kısmet, saygıdeğer köpek efendi” dedim...

O dedi ki, “Ne kısmeti, İsmet İsmet!”.

Ben bir şey anlamamıştım.  Anlamadığımı görünce, “Dur sana bir fıkra anlatayım” dedi.

Başladı anlatmaya:

“Bir gün öbür dünyada, Atatürk’ün ruhuyla Adnan Menderes’in ruhu, ruhlar âleminde gezinirken karşılaşmışlar. Atatürk, Adnan Bey’i böyle melül mahzun görünce çok şaşırmış ve ona şöyle seslenmiş: ‘Adnan Bey, Adnan Bey! Sen ne geziyorsun buralarda böyle boynu bükük, melül ve mahzun?’

Adnan Bey yine boynunu bükmüş ve acı bir tebessümle, ‘Kısmet Paşam!’ demiş. Atatürk zeki adam, hemen cevabı yapıştırıvermiş: ‘Kısmet değil Adnan Bey, kısmet değil; İsmet, İsmet!’”

Bunun üzerine ben, köpek efendiye, “Tamam, şimdi anladım” dedim ve devam ettim: “Ne yapalım, seni de, beni de bu durumlara düşürenler utansın!”

Ve devamla, “Gerçekte ve İlâhî adâlet gereği ben senin yerinde, sen de benim yerimde olman gerekirken, insanların çarpık adâlet anlayışı yüzünden sen benim yerimde, ben de senin yerinde oldum ey köpek efendi!” dedim.

“Baht utansın! Yok yok, bizi bu hâllere düşüren insanlar utansın!” diyerek devam ettim.

Sonra köpek efendi bana şöyle seslendi: “Sen şimdi üniversite hocasısın, değil mi?”

Ben mahcubiyet içerisinde, “Evet” dedim.

“Yani sen üniversite hocası olmak için bu kadar okudun, dirsek çürüttün, yüksek lisans ve doktoralar yaptın, değil mi?” dedi. Ben, “Evet” dedim.

Gülerek, “Peki, Allah’ın sevgili kulu ey İlhan Hoca! Bütün bunları, bütün bu okumaları otobüs duraklarında otobüs beklemek, duraklarda çile çekmek için mi yaptın?” diye istihzâî bir şekilde sordu.

Utandım, bir şey diyemedim, yutkundum, “Şey…” dedim, eğdim başımı...

Köpek devam etti: “Keşke bütün bunları yapacağına, bu kadar kitaplar okuyup devireceğine, bu yolda ömür törpüleyip dirsek çürüteceğine, benim gibi bir köpek olsaydın da böyle 4x4 Land Rover son model ciplerde keyf içinde gezip dolaşsan daha iyi olmaz mıydı? Kusura bakma, benim âcil yetişmem gereken bir eğlence partim var. Geç kalmayayım. Köpek hanımefendiler ve köpek beyefendileri daha fazla bekletmeyeyim, ayıp olur!”  

İşte bunları diyerek çekip gitti. Gidiş o gidiş!

Bense, şöyle derinden bir iç geçirerek ve gıptayla arkasından baktıkça bakakaldım ve üniversite hocası olan ben, mutad olduğu üzere bir müddet daha otobüs durağında otobüsün gelmesini dört gözle beklemeye kaldığım yerden devam ettim...