ALLAH bütün
mahlûkatı, bütün varlıkları bir anlam ve amaçlılık yasası çerçevesinde
yaratmıştır. Bu bağlamda insanoğlu da böyle yaratılmıştır.
“Anlam
ve amaçlılık” yasası, kâinattaki (evren) yaratılış yasalarından (Sünnetullah)
sadece bir tanesi, belki de en önemlisidir.
Bu
bakımdan köpekler de dâhil bilumum hayvanlar bu yaratılış yasalarına uygun
olarak yaratılmış, her biri bu evrende ekolojik dengenin korunması açısından
önemli rol ve görevler üstlenmiş ve sonuçta da hepsi insanoğlunun emrine amâde kılınmıştır.
Takdir
edilir ki, bu mânâda köpekler ve hayvanlar kıymetli varlıklardır. Zâten Yaratan
hiç kıymetsiz bir varlık yaratır mı?
El-cevap:
Yaratmaz!
Bir
kez daha vurgulamış olalım ki, anlam ve amaçlılık yasası çerçevesinde yaratılan
her varlığın bu evrende bir görevi ve buna paralel olarak da saygın bir yeri
vardır. Onun için biz, “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” deriz.
Yine
yaratılış kanunlarına göre yaratılan her varlığın bu evrende işgâl ettiği bir mâkâmı
ve mekânı, üzerinde yaşadığı bir habitatı vardır. Onun için “Taş yerinde
ağırdır” denilmiştir.
Evrendeki
çok önemli yaratılış yasalarından bir tanesi de varlığa “adâlet” yasasıdır.
Varlığa
adâlet yasası, ontolojik olarak her varlığın olması gereken yerde olması,
bulunması gereken yerde bulunması, dolayısıyla haklarının korunması yasası ve
hâlidir. Aksi olursa eğer yani bir varlığın olması gereken yerde olamaması,
bulunmaması gereken yerde bulunması hâli söz konusu olduğunda, o zaman bu
durum, o varlığa yapılan bir zulme dönüşür. Varlığa zulüm olarak tecelli eden
ya da ettirilen her şey de nihayetinde bir insanlık suçu mesabesindedir.
Örnek
verecek olursak; meselâ bir köpeğin yaşam yeri kırsal alanlar olması
gerekirken, köpekler modern evlerin içinde insanlarla birlikte ve insanlarla
sarmaş dolaş, bir arada yaşıyorlar. İnsanların yatak odalarında koyun koyuna
mışıl mışıl uyuyor ve hep birlikte kim bilir nice tatlı ve renkli rüyalar görüyorlardır.
Kuş
tüyü yataklarda köpekler ve insanlar bu ahvâl ve şerâit içinde koyun koyuna
yatarlarken; öylesine yoksul, öylesine fakir ve öylesine kimsesiz insanlar da
vardır ki korunaklı evlerde insanca yaşamak ve sıcacık yataklarda insanca
yatmak onların da hakları iken, köpeklere gösterilen ilgi, yardım, destek ve
sahiplenmenin binde birini dahi bu yoksul ve sahipsiz insanlara göstermeyen
bugünün modern insanı yüzünden bu insanlar, maalesef kış mevsiminin soğuk ve
dondurucu ayazlarında, gecelerin zifiri karanlıklarında, köprü altlarının kuytu
köşelerinde, buz gibi kaldırım taşlarını kendilerine döşek ederek üzerlerinde
uyumaya çalışıyorlar.
Bu
insanların koynunda sadece katıksız bir parça ekmek… İşte onlar da koyun koyuna
bu şekilde yatıp uyumak zorunda kalıyorlar.
Böyle bir durum,
her iki varlığa da (insanlara ve köpeklere) yapılan bir zulümdür ve anlaşılır
gibi de değildir.
İnsan ve köpek
denilen varlıklar mâkâm, mekân ve habitat olarak yer değiştirmiştir. İnsanlar bulunması
gereken yer, mekân, mâkâm ve habitatlarda bulunamıyor, köpekler ise olmaması
gereken yer, mekân, mâkâm ve habitatlarda oluyorlar.
İşte bütün
bunlar, fıtrî ve ontolojik olarak varlığa “adâlet” yasasının insanlar eliyle
nasıl yerle yeksan edildiğinin acı ve hüzün dolu bir hikâyesi ve hicran yüklü
bir göstergesidir.
İşte böylesine
acınası bir durum, modern insanın içine düştüğü bir açmazdır, bir çıkmazdır.
İnsanlardan aileler edinemeyen ve insanca aileler kuramayan bugünün modern ve
çağdaş insanları, köpeklerden aileler edinmeye ve köpeklerle birlikte aileler
kurmaya başladılar.
Öyle bir yere
gelindi ki köpekler efendi, insanlarsa köle oldular. Hem de ne kölelik; tam bir
gönüllü kölelik! Şimdi köpekler önde, insanlar arkada, insanları arkalarından
sürükleyenler ise köpekler oldu!
Köpek
hanımefendiler (!) ve köpek beyefendiler (!) (bu sıfatlar ironi olmak üzere
gerçek köpekler için kullanılmıştır; kaldı ki, köpek sahibi insanlar köpeklerine
“oğlum, kızım, evlâdım” şeklinde hitap etmektedirler), Marie Antoinette gibi tahtlarına
(koltuklarına) kurulmuşlar, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında keyf
hepten keka!
Sahipleri olan
gerçek insanlar da bu hanımefendi ve beyefendilere (!) (gerçek köpeklere)
hizmette kusur etmemek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlar. Aç insanlar da
sevgili Marie Antoinette’nin dediği gibi “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler”
efendim!
Şu gelinen
noktaya bir bakar mısınız Allah’ınızın aşkına?! Bu gidişle daha bugünleri de
arar olacağız ve köpekler idâreye el koyup insanları yönetmeye kalkışırlarsa
buna da şaşırmayacağız. En azından ben şaşırmayacağım.
Zâten şimdiden
köpekler sokakların hâkimiyetini ele geçirdiler. Sokakların yönetimine el
koydular. Sokaklar köpeklerden geçilmiyor. Köpeklerin mutlak dokunulmazlıkları
var. İnsanlara dokunabilirsiniz ama köpeklere asla dokunamazsınız. Köpekler
insanları parçalayıp öldürseler bile!
Gerçekte köpeklerin
bu işte hiçbir suçu ve günahı da yoktur. Çünkü bütün bunlar, insanların kendi
elleriyle kendilerine ettiklerinden başkaca bir şey değildir.
Bu gidişat, pek
de hayra alâmet bir gidişat değildir. Bu bir “köpekleşme temâyülü”dür. Bindik
bir alâmete, gidiyoruz sanki bir kıyâmete... “Encâmımız hayrolsun” demekten
başka elden ne gelir? Allah sonumuzu ve encâmımızı hayreylesin!
***
Hâl-i
pürmelâlimiz bu minvâl üzere iken, günümüz modern dünyasında her şey birbirine
karıştı. Omurgalı duruş yok oldu. Varlıkların GDO’suyla oynandı. Varlıklar
artık net bir şekilde tanınamaz oldu. Acâip acâip hormonlu varlıklar ortaya
çıktı (buna bir kısım insanlar da dâhil). İnsanların yerini hayvanlar,
hayvanların yerini insanlar aldı. George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” adlı
eserinde tasvir ettiği (betimlediği) gibi, insan olan çiftlik sahibi Jones’in
mâlikhânesindeki koltuğuna domuzlar oturdu. “Domuzlar mı insanlaştı, insanlar
mı domuzlaştı?”, artık seçilemez oldu. Taşlar hepten yerinden oynadı.
Bugünlerde
TBMM’de hayvan haklarıyla ilgili yeni bir yasa çıkarılmaya çalışılıyor.
Çıkarılsın, çıkarılsın; çıkarılmasına ihtiyaç var da, sakın bu yasa İstanbul
Sözleşmesi’nde olduğu gibi örgütlü ve sesleri çok çıkan çığırtkanların etkisi
ve baskısıyla, sonu yine hüsranla sonuçlanacak bir duruma dönüşmesin?! Sanki
bana biraz yine öyle olacakmış gibi geliyor...
Neden
mi?
Geleneksel
muhafazakâr çevreler henüz kompleks psikolojisinden kurtulamadılar da onun için.
Hâlâ kendilerini psikolojik baskı altında hissediyorlar da onun için. Bunun
için de birilerinden ve bazı çevrelerden hâlâ çekiniyor ve taviz vererek onlara
yaranmak istiyorlar da ondan dolayı.
Ama
bilmiyorlar ki korkunun ecele faydası yoktur!
İbretlik
bir söz vardır: Canavara tebessüm etmek, olsa olsa canavarın iştihasını
kabartır; canavar seni yine yer, üstüne üstlük dişinin kira parasını da senden
ister ve alır!
Hayvan
hakları konusunda bizim kimseden çekinecek ve gocunacak bir tarafımız yoktur.
Çünkü biz öyle bir medeniyetin vârisleriyiz ki bizim medeniyetimiz bir cihetle
aynı zamanda bir hayvan hakları medeniyetidir. Hayvanların haklarını korumak ve
onları incitmemek için nice faaliyetler icra etmişiz, nice müesseseler kurmuşuzdur.
Yine yaparız, yapıyoruz da!
Çünkü
biz, yaratılanı Yaratan’dan dolayı seven, karıncayı dahi incitmekten çekinen
bir medeniyet mirasının millet olarak bekçileriyiz. Hangi hayvan olursa olsun,
yeryüzündeki tüm hayvanların haklarını savunmak bizim aslî vazifelerimiz
arasındadır. Onun için hayvanlara yapılan her türlü eziyet ve zulüm bize
yapılmış sayılır.
Zaman
zaman insan görünümlü bazı şahsiyetler, köpekler başta olmak üzere birçok
hayvana olmadık eziyet ve işkenceler yapabiliyorlar. Köpekleri arabalarının
arkasında zincire bağlı bir vaziyette sürükleyebiliyorlar. Bu tip insanlara ne
kadar ceza verilse az gelir.
Ama
bunları söylerken ve yaparken de insan haklarını ikinci plâna atıp, insanların
haklarını yok sayamayız. Onun için alt geçitle üst geçidi, sapla samanı
birbirine karıştırmamak icap eder.
Örneğin,
biz bir taraftan hayvan haklarını savunurken, diğer taraftan da sokaklarda
başıboş gezen ve bazı sahipli köpeklerin çocukları ve insanları nasıl ısırıp
yaraladığı, hatta ölümlerine sebep olduğu olayları görmezden gelemeyiz ve
bunları yok sayamayız!
Köpekler
konusunda gereğinden ve makuliyetten çok daha fazla abartılı davranan ve
neredeyse tapınılacak derecede onları aşırı bir şekilde yücelten bazı çevrelere
ve insanlara o zaman sorarlar: “Köpeklerin acımasızca ısırıp yaraladığı ve
ölümlerine sebep olduğu o kimsesiz, o sessiz ve örgütsüz insanların ve
çocukların hakları ne olacak? Bunları kim savunacak? Ayrıca fobi olarak, sokakta
dolaşan köpeklerden korkan ve bu sebeple sokağa rahatlıkla çıkamayan insanların
hakları ve özgürlükleri ne olacak? Bu hakları ve özgürlükleri kim savunacak?”
Zâten
böyle giderse 15-20 seneye kalmaz, köpekler yüzünden insanlar sokağa, caddeye,
parklara rahatlıkla çıkıp gezemeyeceklerdir. Özellikle büyük-küçük bazı
şehirlerimizin sokakları, caddeleri, parkları köpeklerden geçilmiyor artık.
Nasıl ki Hindistan’da ineklerin dokunulmazlığı var, bizde de köpeklerin
dokunulmazlığı var. Maalesef bu noktaya
gelindi!
Unutulmasın
ki, insanları ısıran köpeklerdir, köpekleri ısıran insanlar değil. Diğer yandan,
bu köpeklerin kuduz olma ve hastalık saçma ihtimâllerini de göz ardı etmemek
lâzımdır.
Kaldı
ki, her konuda olduğu gibi bu konuda da bizim ülkemiz tam bir keşmekeş içinde.
7/24, günün her saatinde, her yerde köpeklerle insanlar iç içe, koyun koyuna
yaşıyorlar.
Siz
hiç Avrupa’da böyle bir şey gördünüz mü? Günün her saatinde ve her yerde
köpeklerin böylesine boş boş, böylesine aylak aylak gezdiklerini ve kimi zaman
da çocuklara ve insanlara saldırdıklarını hiç duydunuz mu? Her köpeğin bir
sahibi vardır ve her köpek sahibi, ancak günün belirli saatlerinde ve
belirlenmiş özel yerlerde köpeklerini gezdirebilirler ve dışkılarını
yaptırabilirler. Bizde ise insanlar ve köpek dışkıları aynı yol güzergâhında
bir arada bulunuyor ve istenmedik durumlar ortaya çıkabiliyor.
Ben,
seyahat ettiğim bazı Avrupa ülkelerinde bunları gördüm. Bizimkiler modern ve
çağdaş görünümlü ama tam bir Şark mantalitesine sahip oldukları için, âmiyâne tâbirle,
işin cılkını çıkarıyorlar. Vur deyince öldürüyorlar! Batı’ya öykünerek
köpekçilik yapanlar yani köpek işiyle uğraşanlar (köpek besleyenler), Batı’nın
düzenine ve disiplinine gelince sınıfta kalıyorlar.
Bu
bakımdan bizim ülkemizde köpeklerin kırsal kesimlerde ve tabiatın bağrında
yaşamaları normal de (çünkü koyun sürülerini kurt saldırılarından korumak gibi
birçok açıdan sahiplerine fayda sağlıyorlar), şehirlerde insanların arasında
hoyratça ve düzensiz bir şekilde yaşamaları ve dolaşmaları birçok açıdan bana
mahsurlu geliyor ve pek doğru da bulmuyorum.
Ama
şehirlerde yaşayan insanlar, modernitenin ve modern yaşam biçiminin getirdiği
ve dayattığı yalnızlıktan uzaklaşabilmek ve yalnız yaşama olgusunun ruhsal
sıkıntılarından bir nebzecik de olsa kurtulabilmek için işte bu yollara
tevessül ediyorlar ve yalnızlıklarını kedi, köpek ve sair besleyerek gidermeye
çalışıyorlar.
***
Çocukluğumda
benim de köpeklerim vardı. Daha doğrusu, rahmetli babam memur olmadan önce,
sürülerimize korumalık yapan “Gevro” isminde yiğit bir köpeğimiz vardı.
Gevro’nun yaşlı ve hastalanmış son hâllerine yetiştim. İri yarı bir köpekti.
Bir keresinde kırsal kesimde, yazında yabanda diğer çoban köpeklerinin
saldırısından korumuş rahmetli babamı.
Anne
tarafından dedemlerin de “Gümüş” isminde sarışın ve orta boylu bir köpeği
vardı. O da çok cesur ve yiğitti. Kendisini çok severdim. Hatta bir köpek
kavgasında ben arada kaldım ve rakip köpekten hatıra olarak ayağımda karşılıklı
iki çift diş izi kaldı. Yaralanmış ve çok kan kaybetmiştim.
Her
ne kadar memur çocuğu olmamıza rağmen aslımız köylü olduğu için yazları köye
gider, dedemlerin bahçesinde Gümüş’le eğlenceli vakitler geçirirdim.
Ama
dediğim gibi, oralar köy ve kırsal kesimlerdi. Bundan dolayı hemen hemen her
evde kedi ve köpek beslenir ve sosyal hayatın getirmiş olduğu zaruretlerden
dolayı bunlar insanların çok işine yararlardı.
***
Son
olarak, bu konuyu yaşanmış örnek bir olaydan hareketle farklı bir açıdan tasvir
edeyim (betimlemek) ve biraz da dramatize ederek öyle bitireyim…
Olayın
cereyan ettiği yer; Ankara Gazi Üniversitesi karşısı, Konya yolu üzerindeki
Etiler Orduevi’ne yakın otobüs durağı…
Olayın
kahramanları; akademisyen bir üniversite hocası ve şanslı mı şanslı, alımlı mı
alımlı, çalımlı mı çalımlı, bakımlı mı bakımlı orta boy bir köpek…
Olayın
cereyan ediş şekli şöyle:
Bir
gün, bir kış ayının karanlık gecelerinin birinde, takriben saat 22:00 sularında
üniversitedeki formasyon dersinden çıkmış, hızlı ve emin adımlarla otobüs
durağına vâsıl olmuştum.
Ankara’daki
kış gecelerinin dondurucu ayazında ve gecenin geç saatlerinde yorgun argın
otobüs durağında beklerken, nice hayâllere ve derin hülyalara dalmıştım…
Belediye
otobüsünün tiz gelerek önümde durmasını ve çabucak otobüse binip eve ulaşmamı,
pijamamı giyip ayaklarımı uzatarak şöyle bir yorgunluğumu atmayı dört gözle,
hasretle ve sabırsızlıkla beklerken ve bütün bunları da zihnimde şimşek hızıyla
düşünüp mütalâa ederken, bu arada ansızın ve apansız son model 4x4 Land Rover marka
bir cip önümde belirmesin mi?
Cip
önümden geçerken, ön koltukta oturan sarışın bir köpekle aniden göz göze
geldik. Ön koltuğa kurulmuş olan köpeğin keyfi oldukça yerindeydi. Yarıya kadar
açılmış olan cipin camından o bakımlı tetilerini ve uzun dilini dışarıya kadar sarkıtmış
bir hâlde ve keyf içinde seyr-ü âlem ediyordu...
O,
bakımlı mı bakımlı, besili mi besili, enerjik mi enerjik, gözleri çakmak çakmak
yumuşacık ve sıcacık koltuğunda oturuyordu. Güya üniversite hocası olan
bendeniz de yorgun mu yorgun, argın mı argın, solgun mu solgun, soğuktan
büzüşmüş bir vaziyette ve ayakta, sabırsızlıkla otobüsün gelmesini bekliyordum...
İşte
ikimizin de hâl-i pürmelâli bu ahvâl ve şerâit içinde ve dahi bu minvâl üzere
iken aniden göz göze gelince, her ikimiz de hâllerimize çok şaşırmış ve farklı
duygular yaşamıştık. Kısa süre içerisinde şaşkınlığımız geçtikten sonra, mutlu
ve bulunduğu konumdan çok umutlu ve memnun olan köpek, küçümseyici bir eda ile
beni şöyle bir yukarıdan aşağıya doğru süzdükten sonra dile geldi ve bana şöyle
seslendi: “Hayırdır ya İlhan Hoca! Ankara’nın bu dondurucu soğuğunda, gecenin
bu zifiri karanlığında ve ilerlemiş saatinde sen ne arıyorsun buralarda? Ne
yapıyorsun bu otobüs duraklarında?”
Bense
melül ve mahzun boynumu büktüm, soğuk ve boğuk bir ses tonuyla zoraki de olsa,
“Kısmet, saygıdeğer köpek efendi” dedim...
O
dedi ki, “Ne kısmeti, İsmet İsmet!”.
Ben
bir şey anlamamıştım. Anlamadığımı
görünce, “Dur sana bir fıkra anlatayım” dedi.
Başladı
anlatmaya:
“Bir
gün öbür dünyada, Atatürk’ün ruhuyla Adnan Menderes’in ruhu, ruhlar âleminde
gezinirken karşılaşmışlar. Atatürk, Adnan Bey’i böyle melül mahzun görünce çok
şaşırmış ve ona şöyle seslenmiş: ‘Adnan Bey, Adnan Bey! Sen ne geziyorsun
buralarda böyle boynu bükük, melül ve mahzun?’
Adnan
Bey yine boynunu bükmüş ve acı bir tebessümle, ‘Kısmet Paşam!’ demiş. Atatürk
zeki adam, hemen cevabı yapıştırıvermiş: ‘Kısmet değil Adnan Bey, kısmet değil;
İsmet, İsmet!’”
Bunun
üzerine ben, köpek efendiye, “Tamam, şimdi anladım” dedim ve devam ettim: “Ne
yapalım, seni de, beni de bu durumlara düşürenler utansın!”
Ve
devamla, “Gerçekte ve İlâhî adâlet gereği ben senin yerinde, sen de benim
yerimde olman gerekirken, insanların çarpık adâlet anlayışı yüzünden sen benim
yerimde, ben de senin yerinde oldum ey köpek efendi!” dedim.
“Baht
utansın! Yok yok, bizi bu hâllere düşüren insanlar utansın!” diyerek devam
ettim.
Sonra
köpek efendi bana şöyle seslendi: “Sen şimdi üniversite hocasısın, değil mi?”
Ben
mahcubiyet içerisinde, “Evet” dedim.
“Yani
sen üniversite hocası olmak için bu kadar okudun, dirsek çürüttün, yüksek
lisans ve doktoralar yaptın, değil mi?” dedi. Ben, “Evet” dedim.
Gülerek,
“Peki, Allah’ın sevgili kulu ey İlhan Hoca! Bütün bunları, bütün bu okumaları
otobüs duraklarında otobüs beklemek, duraklarda çile çekmek için mi yaptın?” diye
istihzâî bir şekilde sordu.
Utandım,
bir şey diyemedim, yutkundum, “Şey…” dedim, eğdim başımı...
Köpek
devam etti: “Keşke bütün bunları yapacağına, bu kadar kitaplar okuyup devireceğine,
bu yolda ömür törpüleyip dirsek çürüteceğine, benim gibi bir köpek olsaydın da
böyle 4x4 Land Rover son model ciplerde keyf içinde gezip dolaşsan daha iyi
olmaz mıydı? Kusura bakma, benim âcil yetişmem gereken bir eğlence partim var.
Geç kalmayayım. Köpek hanımefendiler ve köpek beyefendileri daha fazla
bekletmeyeyim, ayıp olur!”
İşte
bunları diyerek çekip gitti. Gidiş o gidiş!
Bense,
şöyle derinden bir iç geçirerek ve gıptayla arkasından baktıkça bakakaldım ve
üniversite hocası olan ben, mutad olduğu üzere bir müddet daha otobüs durağında
otobüsün gelmesini dört gözle beklemeye kaldığım yerden devam ettim...