AZİZ okuyucu, dünya medeniyeti (!) inkişaf ede ede sonunda insanlığın elinden çıktı ve nihayet köpeklerin eline geçti. Evet, bugün sadece ülkemizin değil, umumiyet itibarıyla dünyadaki her ülkenin bir köpek sorunu var. Bendeniz bu köpek sorununu “tasmalı köpekler” ve “tasmasız köpekler” olarak ikiye ayırmaktan yanayım.
Cümle cihanın şu an üzerine odaklandığı sorun, “tasmasız köpekler sorunu” gibi görünüyor. Tasmalı olanlara sonra değineceğim…
Bütün ülkeler şeytan-ı lainin müritleri olan küreselci Siyonistlerin başımıza sardığı başıboş köpeklerle meşgul ediliyor. Çok değil, son on yıl içinde küreselcilerin borazanı olan klasik ve sosyal medya şebekeleri, insanı önceleyen İlâhî anlayışa adeta savaş açtılar. İnsandaki cüzi merhamet duygusunu “hayvanlara merhamet göstermek” kılıfı içinde sunarak hepimizi ellerinde tuttukları klasik ve sosyal medyada, aç kalmış, sahibi tarafından terk edilmiş yahut da kulak veya kuyruğu kopmuş köpek görüntüleriyle meşgul ettiler.
Hepimiz o ağızsız ve dilsiz hayvancıkların çektikleri acı ve maruz kaldıkları muamele karşısında acı çekip gözyaşı döktük. Kâh o köpeğe çarpıp kaçan kamyon sürücüsünün peşine düştük, kâh site bahçesindeki uyuz iti dışarı atmaya çalışan site yöneticisine tehditler savurduk. Küreselcilerin borazanı olan medya araçlarıyla her haber kuşağında zihinlerimiz yıkana yıkana tam bir köpeksever hâline getirildik. O anın heyecanıyla evimizi, bahçemizi, sitelerimizi ve mahallemizin münasip yerlerini köpeklerle doldurduk.
Doldurduk doldurmasına da, bir müddet sonra baktık ki eve aldığımız bu hayvanların hayatlarını evde idame etmek pek de kolay değilmiş. Hâl böyle olunca ayaklarımız suya erdi tabiî. İşin içine girince, anladık ki bu obur hayvanları doyurmak, hane halkını doyurmaktan daha zor bir iş imiş ve üstelik bu zevkin tatmini hatırı sayılır bir bütçe de istiyormuş.
Haydi bu fedakârlığa da katlandık diyelim, ancak doğasından kopuk merhamet her yerde maraz doğurduğu gibi, bu işte de maraz doğurdu. Önce “Vah canım, cicim” teraneleriyle evlere alınan köpeklerin evde “sokakta durdukları gibi durmadıklarını” anlamış olduk. Bu murdar hayvanlar, evin her bucağına kıl ve tüy döküyorlar, yedikleri şeyleri ifraz ettiklerinde ise bütün evi leş gibi kokutuyorlar. Yetmiyor, günlük bir ton bakteri yuvası olan salya üretiyorlar ve ağızlarındaki o salyalarla da evin bireylerini günde kırk kez şılap şılap yalıyorlar. Bu necis hayvanların tüylerine ne kadar parfüm sıkarsak sıkalım, yine de pis pis kokuyorlar.
Ha asıl büyük derdi unuttum. Bu mendeburlar evde çok iyi beslendikleri için iki ayda bir kızışıp üremek istiyorlar ve evin en umumî köşesinden en mahrem yerlerine kadar her yerini, üreme iştahlarının göstergesi olan davet sıvılarıyla boyuyorlar. Bre pak Müslümanın evinde bu hınzırların ne işi vardır?
Bu azgın hayvanları kısırlaştırmak ise ayrı bir dert. Kısırlaştırılan köpekler bir anda hacimlerinin üç dört katı kadar şişerek adeta birer höyük hâline geliyorlar. Bu işin zahmet ve maliyetine katlanan köpeksever abi ve ablalar, itlerini kaptıkları gibi soluğu semtin en yakın veteriner kliniklerinde alıyorlar. Veterinerler de öyle yoğunlar ki nazlana nazlana, size ancak birkaç gün sonraya sıra veriyorlar. Hele klinikte sıra bekleyen hayvanseverlerin durumu tam kopmalık.
Ne köpek ama!
Sadece irili ufaklı bir yığın köpek değil, kafeste, kucakta her cinsten hayvan var. Kediler, köpekler, kafeslerde çırpınan geveze ve yaramaz kuşlar... Fare, kertenkele, kaplumbağa… Klinik değil, hayvanat bahçesi.
Neyse, konuyu dağıtmadan, biz tekrar konumuz olan köpeklere dönelim…
Veteriner kliniğinde müşteriler içgüdüsel olarak hemen kendi kliklerine ayrılıyorlar. Köpekçiler ile kediciler birbirine pek yakın durmuyorlar. Araya kuşçular ve sair özel hayvan sahipleri giriyor. Köpekler kedilere, kediler de kuşlara arzu, hırs ve iştahla bakıyorlar. Ancak köpek kliği pek tekin değil. Hınzırlar birbirlerine üstünlük kurmak için hırlaşıp havlaşıyorlar.
Kalem beni alıp yine konu haricine çıkarsa da lafı köpeklere getirmekte inat edeceğim.
Efendim, köpekçiler kliğinde öyle muhabbetler dönüyor ki, Hüseyin Rahmi Gürpınar kabrinden fırlayıp bu klinikte bir saat geçirse, ne yalan söyleyeyim, en az on tane seri roman yazar.
Kucağında tuttuğu bir köpekten bir köpek sahibesi olduğu belli olan pijama ve bluzdan ibaret giysili ve kısa kesim saçlı tombul abla, yanındaki uzun, hırpani kılıklı, kambur, dağınık saç ve sakallı delikanlıya soruyor: “Senin kızın durumu nasıl, bizim oğlumuz kaç gündür pek bir şey yemiyor da…”
Arkasından yandakilerin de sohbete girmesiyle köpek mamaları ve köpeklerin zekâ seviyeleri üzerine meraklı bir muhabbet başlıyor. Birisi, “Benim köpeğim çok zeki, kaldığı odada sıkılınca kapının topuzuna atlayıp kapıyı açabiliyor” deyince, öbürü, “O da bir şey mi efendim, geçen çok üzgündüm, bunu yüzümden anlayan hayvan kucağıma gelip beni patileriyle sarıp yüzümü yalayınca dayanamayıp ağladım” diye cevap veriyor.
O sırada onları dinleyen ve kucağında kedi cesametinde bir köpek tutan, büyümüş de küçülmüş bir kız çocuğu lafa giriyor ve “Amca, benim şu Fifi’m var ya, annem ve babam kavga yaptığı zaman hemen gidip onların yatak odasının kapısına ayağını kaldırıp çiş yapıyor” diye ilâve ediyor.
Azizim, kedi veya köpeği götürdüğünüz veterinerler de bir âlem. Daha muayenenin başında “Kızınızın (veya oğlunuzun) şikâyeti nedir?” diye soruyorlar. Eee, okumuş çocuklar, zekâları bir ayrı işliyor tabiî. Müşterilerin getirdikleri hayvanları cinsiyetine göre “oğlunuz” ve “kızınız” diye adlandıracaklar ki müşteri o hayvandan kopamasın ve haftada bir onları kaptıkları gibi kliniğe getirsinler.
Dedik ya efendim, medyanın ve o medyadan etkilenmiş çevrenin dolduruşuna gelen köpekseverler, bir müddet sonra hayvandan sıkılmaya başlıyorlar. Bakımı, maması, ilacı, parfümü, aşısı derken hayvan, ailenin nazik bütçesine yük olmaya başlıyor. Ardından başlıyor bu hayvandan nasıl kurtulmak gerektiğine dair plânlar. Önce, “Belediyenin hayvan barınağına veririz” deniyor ama belediyeler bu konuda bin dereden bir su getiriyorlar almamak için.
İkinci bir seçenek, bazı sohbetlerde meziyetlerini övdükleri köpeklerine ilgi duyan arkadaşlara müracaat. “Ya dostum, eve kayınvalidem gelecek de köpekten çekiniyor, değilse yokluğuna bir gün bile dayanamam inan ki” kabilinden, Mehter adımlarıyla dost ve arkadaşları tuzağa çekmeler… Ama özel sohbetlerde sahiplenmek konusunda o an galeyana gelen dostlarda tık yok. Bahaneler hep benzeri: “Ya dostum, sorma, yarın ailece tatile gideceğiz; bilirsin, ben köpekleri çok severim ama maalesef hanım çok titiz. Maazallah evde bir köpek kılı görse evin huzuru kaçar, kusura bakma, alamam!”
Aziz okuyucu, başkalarının dolduruşuna gelip köpek muhabbetini sonradan edinen için durum bir müddet sonra kurtulmak istediği bir kâbusa dönüşür. “Şu evdeki murdar hayvandan kurtulmanın çaresi nedir?” diye, bizim bu türedi köpekseverlerin zihinleri devridaim makinesi gibi işlemeye başlar ve sonunda çözümü bulurlar: Köpeği azıtmak…
“Azıtmak” fiili bugün hayattan çekildiği için, belki okuyucuların büyük ekseriyeti “Bu nedir?” diye sorabilir. İzah edeyim efendim…
Bu fiil yani “azıtmak”, köpek ve kedi cinsi hayvanları belli bir uzaklığa götürerek eve dönemeyecekleri bir mesafede, onları tabiatın veya farklı bir yerleşim yerinin kucağına bırakarak eve dönmek anlamına gelir. Misalen bazı masallarda, öksüz kalan çocuklara baba bir üvey anne getirir; üvey anne bir müddet sonra çocuklara dirlik vermez ve babaya bunları götürüp bir ormana azıtmasını ister.
Azıta azıta büyüyen sorun
Efendim, köpek azıtma işinde de masaldaki babanın görevini yine evin babası üstlenir. Şu farkla ki; masaldaki baba öz çocuklarını azıtırken, buradaki baba ise köpek veya kedi azıtma işini üstlenir. Eskiden olsa, azıtılacak kedi veya köpek belli bir yere götürülüp bırakılır, görevi yapmış olmanın rahatlığıyla “Kâtibim” şarkısı söylenerek geri dönülürdü.
Ama zamanla azıtma işinin raconu değişti tabiî. Şimdi eski rahatlık ve vurdumduymazlıkla hayvan azıtılmıyor. Evvelâ hayvanı evden çıkarırken bina kameralarını bir şekilde devre dışı bırakmak gerekiyor. Hayatın yeni kâbuslarından biri olan kameralar her yerdeler.
Azizim, asansördeki kameraya bir siyah poşet takıp, ardından köpeği asansöre alıp, kapıcı ve ara kameralarından kaçıracaksın. Diyelim ki kendi binanı atlattın, diğer bina kameralarına karşı köpeğinle samimî pozlar verecek, kameranın en uygun açısına gülücükler dağıtacaksın. Köpeği bir şekilde arabaya atıp azıtma mevkiine giderken, arabanın filtre camlı olanını tercih edeceksin ki meraklı gözlerin şahitliğini bertaraf edesin.
Efendim, geldik azıtma yerine. Bu yerin köpeğin tekrar eve dönemeyeceği bir mesafede olması en iyisidir. Bir de sağı solu kolaçan edip köpeğe uygun bir yerde nevale vereceksin. Köpek orada kemikle meşgulken, arabaya atladığın gibi, ver elini evin yolu!
Efendim, kâbus eve dönünce bitmiyor ki… Birkaç gün, evin etrafında gördüğün her köpekten şüpheleneceksin. Senin köpeği bina sakinleri bildiği için, tasmasından tutup tekrar sana getirirler. Aradan bir hafta geçip de ortalıkta senin köpeğe dair bir emare yoksa kurtuldun demektir. Gir oyna, çık oyna.
Gelelim azıtılan köpeklere…
Efendim, bu azıtılanlar sokak köpekleriyle kısa zamanda ünsiyet edip hayretengiz bir üreme temposuyla çoğalıp bulundukları yerlerde çeteler oluşturmaya başlarlar. Önce, gece vakti gelip geçmesi seyrekleşen arabalara saldırarak mekânın yeni sahibi olduklarını belli ederler. Bir müddet sonra, sokakta gece yarısı sallanarak gelen sarhoşlara saldırıp onların can korkusuyla çabucak ayılmalarını sağlarlar. Ancak çeteleşme tam tekmil hâle gelince, doğalarındaki vahşilik diş göstermeye başlar ve içgüdüsel olarak en zayıf halka gördükleri çocuklara saldırırlar. Bunu yaşlılar ve kadınlar izler.
Azizim, köpek, “sahipli” gerektir. Ben bu yazıda tasmalı köpekleri yazacaktım ama gel gör ki kaleme alıp beni buraya getirdi. Ne yapalım, öbür yazıda da köpekleri ve tasmalarını tutanları yazarız inşallah…