
DİL bir milletin, onu konuşan her topluluğun kültürel varlığının en önemli göstergelerinden biridir. Anadilimiz, her şeyimizdir. Kimliğimiz, kültürümüzdür.
Dil, bir milletin varlık kalesidir. Dilini kaybeden milletler öz benliklerini yitirirler. Kültür ve medeniyet, dil vasıtası ile nesilden nesle aktarılır. Dil köprüsü yıkılırsa millet köprüsü de yıkılır.
Tarihin ibretlerle dolu seyrini nesiller dille öğrenirler. Dille geçmişin birikimleri gelecek çağlara erişir. Dile dair her yabancılaşma atağı, varoluş deryasında yüzen millet gemisine atılmış bir kurşun gibidir. Bundan dolayı, dilini koruyamayan milletler tarih sahnesinden silinerek başka milletlerin kölesi hâline gelmişlerdir.
Türkçemiz, vatan burçlarında dalgalanan ses bayrağımızdır. Burası bizim kelimelerden oluşan gül bahçemizdir. Dil bahçesini ayrık otları ile dolduranlar, ruhlarını esaretin pençesinden kurtaramazlar. Bundan dolayı “Kamus, namustur” demişlerdir.
İnsan izzeti ve namusu için yaşar. Dil de bizim namusumuzdur. Dilimizi her türlü yabancılaşma ve yozlaşmaya karşı müdafaa etmek, vatanı muhafaza etmekle aynıdır. Ki birleştirici unsur olarak topluluğumuzu bir arada tutar. Kültürümüzü de onun sayesinde ayakta tutar, geliştiririz.
Milletlerin, büyük küçük toplulukların en büyük ve birleştirici değerleri din, dil ve müşterek kültürleridir. Konfüçyüs, “Bir milleti yok etmek istiyorsanız işe önce dil ile başlayın” der. Bu kadar net mesele!
Dil canlı bir varlıktır; kullanıldığı sürece gelişimini sürdürdüğü gibi, kullanılmadığı zaman yok olmaya mahkûmdur. Dil ile düşünce arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Düşüncelerin geliştirilmesi ve aktarılmasında önemli bir yere sahiptir dil. Dil, insanın toplumsallaşmasında, kimlik kazanmasında, toplumsal kuralların öğrenilmesinde, kültürel değerleri içselleştirmesinde, toplumun tüm üyelerini bir arada tutmada önemli bir işleve sahiptir. Çünkü insan konuştuğu dilde düşünür, üretir ve düşündüğü gibi davranır. Bernard Shaw bu konu hakkında şöyle demiştir: “Kendi dilini tam bilmeyen, başka bir dil de öğrenemez.”
Dil, bireyin doğumuyla beraber kazandığı bir haktır. Bireyin ailede öğrendiği ilk dil, anadilidir. Sonradan öğrenilen, kazanılan dil, ikinci bir dil konumundadır. Bu bağlamda bireyin almış olduğu dil eğitimi ne kadar iyi ve sağlam bir temele dayanırsa, birey o oranda kendini iyi ifade eder. Bu ifade, anadilde eğitimin çocuğun kimlik, zihin ve kültürel gelişimi açısından ne derece önemli olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Kendi anadili dururken derin bir aşağılık duygusu ile yabancı milletlerin dillerini dükkânlarına tabela yapanlara, kendi müziği dururken ısrarla yabancıların müziğini ön plâna çıkaranlara üzülmemek mümkün değildir. Kendi değerlerinin kıymetini bilmeyen insanlar zamanla başkalarının değerini benimseyip birer köle olurlar. Gönüllü bir şekilde başka lisanların savunuculuğunu yapanların kendi dillerine karşı olan umursamaz ve hafife alıcı tavırlarını anlamak mümkün değildir.
Müşteri kitlesi Türkçe konuşan insanlar olan firmaların isimlerini yine Türkçe koymaları, akıl ve mantığa daha uygun olmaz mı? Türkçemiz bir bal arısının binlerce çiçekten toplayarak yaptığı bal gibi saf, temiz ve ahenk dolu bir dildir. Bu balın içine zehir katıp dil kovanını bozmaya kimsenin hakkı yoktur.
İnsanın gönül mülkünde sahip olduğu en büyük hazine, dil hazinesidir. Dil ile fethedilir yürek kaleleri. Bundan dolayı, nerede olursak olalım, Türkçemize, annemizin ak sütü kadar aziz dilimize sahip çıkalım.
Tarih, kimlik ve dil meselesi
Sevgili dostlar, konumuz dil olunca, bu babda biraz tarihe dönmek faydalı olacaktır.
Göktürk ve Uygur Devletleri zamanında kendi alfabesiyle ve ilk yazınsal eserleriyle tanınan Türkçe, sosyal yaşamın ve kültürel alışverişin etkisinden çok etkilenmemiş ve kendi yatağında akmaya devam etmiştir. Anadolu’da Türkçenin yozlaşması Orta Çağ’a denk gelip, Arapçanın ilim, Farsçanın da edebiyat dili olmasıyla başlar. Selçuklu sultanlarının Fars dilini sarayın resmî dili hâline getirmeleri ve 15 ilâ 16’ncı yüzyıllarda Osmanlı aydınlarının dili anlaşılmaz hâle dönüştürmeleri bu süreçtendir.
Türkçe kökenli sözcüklere Arapça ve Farsçadan alınmış ekler getirerek çok anlamlı kelimelerin anlamlarından biri güçlendirilmiş ve yapı olarak Türkçe esaslara dayalı “Osmanlıca” oluşmuştur. Biçimsel farklılıklar olsa da Osmanlıca, aslı itibarıyla Türkçenin ta kendisidir. Yalnız, “Bu dönemde arı bir Türkçe anlayışı tamamen dışlanmıştır” söylemi de mübalâğa olur. Arapça ve Farsçanın etkin olduğu bu süreçte bile halk edebiyatı kanalında en yalın şiirlerin yazıldığı görülmüştür.
Dilimizde bu gelişmeler yaşanırken, Türkçede yaşanan Farslaşmaya karşı 11’inci yüzyılda mücadele eden Kaşgarlı Mahmud ve 12’nci Yeseviyye yoluyla müritlerini hem manevî, hem de dil bilinci yönünden büyük bir hassasiyetle yetiştiren Hoca Ahmed-i Yesevî’nin, ayrıca Anadolu Beylikleri zamanında “Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmayacaktır” fermanıyla Türkçeyi resmî devlet dili ilân eden Karamanoğlu Mehmet Bey’in müthiş gayretleri gözlerden kaçmamalıdır.
Daha sonra Millî Mücadele döneminde dilde millîleşme akımı benimsenmiş, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp gibi yazarlar bu akıma destek vermiştir. Atatürk’ün girişimiyle Cumhuriyet’in ilânından sonra dilde sadeleşme girişimi başlatılmış, ancak dilimizin lehine olduğu düşünülen bu durum, özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra amacı dışına çıkarılarak Türkçenin aleyhine olmaya başlamıştır. 1980’lerde bu gidişata “Dur!” denilse de bu sefer de ülkemizde yabancı dil hayranlığı (özellikle İngilizce) artmaya başlamış ve bu hayranlık günümüze dek sürmüştür.
Dil, bir toplumun sadece iletişimini sağlayan araç olmaktan ziyade, bir ulusun düşünme ve yorumlama zenginliği, bağımsızlığıdır. Kendi diline sahip çıkamayan ve onu yabancı dillerin etkisinden koruyamayan bir milletin kültürüne ve değerlerine yabancı, geçmişi ile bağları kopuk bir nesille karşılaşması, o toplumun korkulu rüyası, aynı zamanda da kaçınılmaz gerçeğidir. Çünkü toplumları ayakta tutan temel unsurun, teknolojik ve medenî gelişmelerin yanında manevî değerler olduğu ve bunun da dil ile gelecek kuşaklara aktarıldığı bilinmektedir. Milletimiz bu gerçeği bir an önce görmeli ve dilini yabancı kültürlerin sömürüsünden korumalıdır.
Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor.
Türkçemiz bir bal arısının binlerce çiçekten toplayarak yaptığı bal gibi saf, temiz ve ahenk dolu bir dildir. Bu balın içine zehir katıp dil kovanını bozmaya kimsenin hakkı yoktur.
Dili yaşamak
Türk dilini yaşamak, yaşatmak ve bu bilinci aşılamak yalnızca yetkililerin, öğretmenlerin ve dil uzmanlarının işi değil, bir gönül işi ve her Türk vatandaşının vicdanî görevidir. Yeni nesle Türk kültür ve dilini benimseme ve ona sahip çıkma şuurunu yerleştirmek hepimizin vazifesidir. Kendi medeniyetini yakından tanıyan, atasözü ve deyimleri, özdeyişleri konuşmalarında kullanan, torunlarına ninni okuyup tekerleme söyleten, masal dinleten, dilini seven bir nesil, aynı zamanda hepimiz için aydınlık yarınların ve yükselen Türkiye’nin habercisi olacaktır. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için öncelikle dilimize hâkim olmalı ve onu yakından tanımalıyız. Türkçenin zenginliğinden habersiz olan ve sağdan soldan duyduklarıyla yetinenler dilimizi hakir görmekte, Türkçeyi dünya dili olma yolunda yetersizlikle suçlamaktadırlar.
Türkçe konusundaki hassasiyeti ve kayda değer çalışmalarıyla bilinen, dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi olarak tanınan, 19 Nisan 2015’te aramızdan ayrılan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, bakınız şöyle diyordu: “Türkçe kenarda köşede kalmış, pek az insanın konuştuğu, bugünün gereklerine, tekniğine, bilimine yetmeyecek, iç yapısı zayıf, cılız, önemsiz bir dil midir? Hayır! Türkçe bir anadildir; Hint-Avrupa, Sami-Hami ve Çin ana dil grupları gibi, Türk dilleri (Ural-Altay dilleri) anadil grubunun temel dilidir. Birçok lehçesi, uzak yakın akrabaları vardır. Baltık Denizi’nden Çin’e, Sibirya’nın tundralarından Hint’e kadar 250 milyon insan tarafından konuşulur… Sonra Türk dili, öbür dillerde pek az rastlanan bir yapıya sahiptir. Batılı dilcilerin hayranlıkla söyledikleri gibi, kuralları adeta bir matematikçi tarafından düzenlenmiş gibi kesin ve seçik, kendi kendini içinden türetebilen, her yeni konuya yetişebilen, her Türk’ün kolayca anlayabileceği yeni türeyen sözleri ile işlendikçe zenginleşen bir dildir.”
Oktay Sinanoğlu’nun bu sözleri derstir. Ama anlamak gerekir. Anlamak içinse okumak ve düşünmek şart.
Türkçenin zenginliğinin ve öneminin milletimize en iyi şekilde kavratılması gerekmektedir. Özellikle son yıllarda yabancı dil özentisi ayyuka çıkmış, sosyal medyada, bilgisayar oyunlarında, futbolda, dükkân-mağaza isimlerinde ve en önemlisi de günlük konuşmalarda yabancı kelimelerin kullanım oranı artmaya başlamıştır. Bu, Türkçeye ihanettir.
İlgili kurumlar ve kişiler bu konuda üzerine düşeni yapmaya çalışsalar da bu durum topyekûn bir dil bilinciyle hareket etmeden kolayca çözülmeyecektir. Türkçe, keyfî kullanımlara uygun bir dil değildir. Herkes istediği gibi kelime uydurmamalıdır. Dili özensiz ve keyfî kullanmak, radyo ve televizyon yayınları aracılığı ile toplumun dilini etkilemekte, iletişim ve anlaşmayı zorlaştırmaktadır.
Bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir görmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, en az onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük bir gaflettir. Dile sahip çıkmak, her şeyi dilimizin kökeninde aramak, içinde bulunulan çağın işleyişinin dile yansımasına kapıları tamamen kapatmak ve Türkçeye ait görülmeyen tüm kelimelerin yerine Türkçe karşılık bulmak değildir. Bir sözcüğü dilimizden atmayı düşündüğümüzde, onun toplumdaki kabul ve benimsenmişlik seviyesi, kullanım oranı, kültürel fonksiyonu ve anlatımı daraltıp daraltmayacağı dikkate alınmalıdır.
Örneğin “akıl” sözcüğü Arapçadan dilimize geçmiştir. Türkçede akıl kelimesiyle ilgili “aklı çıkmak”, “aklı ermek”, “aklı karışmak”, “aklına gelmek”, “aklı kesmek”, “aklına esmek”, “aklına uymak”, “aklı yatmak”, “akıl vermek”, “akıl yürütmek” gibi birçok deyimin yanı sıra “Akıl yaşta değil baştadır”, “Akla gelmeyen başa gelir”, “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker”, “Aklın yolu birdir”, “Aklına geleni işleme, her ağacı taşlama” gibi her biri birbirinden güzel nice atasözü vardır. Bu kullanımların tümünde “akıl” sözcüğünün yerine Türkçe “us” kelimesini koymaya çalışmak, ancak “akıl tutulması” olarak nitelendirilebilir.
Dilini korumak sadece Türkçe kökenli olmayan bütün kelimelere cephe almak değil, Türkçeyi bilinçli bir şekilde kullanmak ve her kelimeyi dilimizin bir hazinesi gibi görerek en az kelime tasfiyesiyle en duru Türkçe kullanımını oluşturmaktır.
Sonuç
Türkçenin zenginliğini bilmeli, kendi anadilimizi daha iyi tanımalı ve onun daha iyi tanınmasını sağlamalıyız. Türkçeyi öncelikle gönlümüzde, daha sonra da günlük konuşmalarımızda zenginleştirmeli, dilimizin varlığını devam ettirebilmesi için elimizden geleni yapmalı, onu kurallarına uygun ve en doğru şekilde kullanmalıyız.
Toplumla en kolay yoldan iletişim sağlayacak araçlardan yani televizyon ve sosyal medyadan en üst düzeyde faydalanmalı, dil konusundaki hassasiyet bütün alanlarda daha fazla hissettirilmelidir. Ancak geçmişteki hataya düşülmemeli ve dilde sadeleşme yapmak isterken insanların dile olan güveni ve bakışı zedelenmemeli, bir kelimenin Türkçe sayılması için salt kökenine bakılmamalıdır. Türkçe isim kullanan dükkân ve mağazalara az miktarda da olsa vergi indirimi gündeme getirilmelidir.
Okullarda gramer bilgisi ve kural ezberletmekten ziyade Türkçeyi sevdirecek etkinlikler yapılmalı, yarışmalar düzenlenmeli ve bunu sağlayacak birtakım yayınlardan faydalanılmalıdır. Çinli filozof Konfüçyüs der ki, “Dil düzensiz olursa, sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa insanlar arasında anlaşmazlık çıkar, anlaşmazlık fitne ve terör meydana getirir. Bunlar da devletin yıkılmasına sebep olur. İşte onun için hiçbir şey dil kadar önemli değildir”.
Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir. Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım, dilimizi, kimliğimizi, tarihimizi, binlerce yıllık geleneklerimizi bilinçli bir şekilde yaşayıp yaşatırsak, diğer ülkelerin nezdinde itibarımız bir o kadar artacaktır.
Aslında dillerin coğrafî sınırları olmaz; olsa olsa gönül coğrafyası olur. Türkçe, sadece Türkiye’ye ait görülmemelidir.
Yazımı Ömer Seyfettin’in şu anlamlı ve önemli ifadeleriyle bitirmek isterim: “Mademki Türk’üz, o hâlde bir Türk gibi görür, bir Türk gibi düşünür, bir Türk gibi davranırız ve bir Türk gibi yazarız. Benim vatanımın sınırları Edirne’den başlayıp Hakkâri’de bitmez. Benim vatanımın sınırları Türkçe konuşulan yerde başlar, Türkçe konuşulan yerde biter.”
Kaynaklar
Banarlı, Nihad Sami (2017), Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul. Gökçora, İsmail Haluk, Bilim Dili Olarak Türkçe, Bilim Eğitim ve Düşünce Dergisi, Haziran 2004, Cilt 4, Sayı 2/ turkoloji.cu.edu.tr, 7797 , Hepçilingirler, Feyza (2008), Türkçe “Off ”, Everest Yayınları, İstanbul. Korkmaz, Zeynep (04.05.2010) , “Günümüzde Dil Yozlaşması”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunca 19 Ekim 1996 tarihli İzmir’de yapılan “Kültür Meselelerimiz” sempozyumu konuşma metni, turkoloji.cu.edu.tr, (2005), Türk Dili Üzerine Araştırmalar, TDK Yayınları, Ankara, 1. Cilt, 2. Basım, s. 891. , Sinanoğlu, Oktay (2006), Bye Bye Türkçe, Alfa Yayınları, İstanbul.
Tekalan Toman , Hümeyra (2010), Konuşan Türkçe, Kenkitap Yayınları, Ankara.
Yazım Kuralları, Noktalama İşaretleri, tdk.gov.tr