FRANKFURT Okulu’nun
kurucularından Max Horkheimer’in meşhur eseriyle[i] hayatımıza giren “akıl
tutulması” kavramı, birçok meseleyi analiz edebilmek için faydalı bir perspektif
sunmaktadır. Horkheimer, bu kavramla
Batı düşüncesinde pragmatizmin nasıl aklı tuttuğunu, araçların amaç hâline
dönüşmesini ve aklın biçimselleşerek özgürlük, adalet ve mutluluk gibi
kavramların nasıl köklerinden koparılarak içinin boşaldığını anlatır.
Kitabında
geçen, ABD’de Demokrat Parti tarafından başkanlığa aday gösterilen Charles
O'Conor’un, “Zencilerin köleliğinin
adaletsiz olduğunu kabul etmiyorum; adildir, akıllıcadır ve yararlıdır. Zencilerin köleliği bir doğa takdiridir.
Doğanın bu açık emrine ve sağlam felsefenin gereklerine uyarak, bu kurumun
adil, merhametli, yasal ve uygun olduğunu ilân etmeliyiz” sözleri, akıl
tutulmasına örnek olarak verilebilir.
Yine
yazarın ifade ettiği gibi, “Akıl kavramı ne kadar güçten düşerse, ideolojik
manipülasyona, hatta en kaba yalanların yayılmasına o kadar elverişli duruma
gelir”.
Meseleler karşısında nasıl akıl tutulması yaşandığını
görebilmek için girdabın dışına çıkmak gerekir. Aklın zaten devre dışı kaldığı
olayın içinde dönüp dururken, “Ne
yapıyoruz, nereye gidiyoruz, akıl ve mantık nerede?” diyebilmek zordur.
Öfkesi kabarmış kitle psikolojisini düşünelim; yakma, yıkma, önüne geleni yok
etme havasına girmiş kitlenin aklı zaten bir kenara bağlanmıştır.
Akıl tutulmasının bir de dönemsel tarafı vardır. “Konjonktür”
diyebileceğimiz bu zaman aralığı bir yıl da olabilir, on yıllar sürecek bir
dönem de. Hatta daha uzun süreyi de kapsayabilir. Kendi içinde ortaya çıkan
özel şartlar sebebiyle dönem içinde hakikat yamultulur, gerçekler saptırılır,
akla mantığa uymayan şeyler yaşanır ama insanlar “barış”, “demokrasi”,
“özgürlük”, “adalet” gibi itibarlı kavramları alet ederek bu manipülasyonlara
göz yumar ya da destek çıkarlar.
Buna yakın tarihimizden bir örnek verelim…
1990’lı yıllarda (öncesi ve sonrasıyla beraber 30-40 yıllık
bir süreç) üniversitelerde kız çocuklarının başlarını örtme hakkına nasıl karşı
çıkıldığını hatırlayalım. Şimdilerde ya da dışarıdan bakıldığında mesele bile
edilmemesi gereken çok basit bir “mesele” aslında… Aktörleri hatırlayalım;
Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu, Cumhurbaşkanı, YÖK, Anayasa Mahkemesi,
gazeteciler, siyasetçiler…
Hiç gündemimizde bile olmaması gereken bir konu pişirilip ve
paketlenip kamuoyu önüne öyle taşınıyordu ki sanki hayat memat meselesiydi. Dönemin
aktörlerinden bir rektörün “Türban
yasağını uygulayabilmek için gerekirse bilime ara verin” talimatını,
dönemin Cumhurbaşkanı’nın “Üniversiteye
başı kapalı giremezsiniz. Anayasa Mahkemesi koymuş, Danıştay koymuş, AİHM
koymuş… Başı bağlı olarak okutulan yerlere git, Arabistan’a filan git”
sözlerini, bir gazetecinin “Kendime yeni bir iş buldum. Bundan böyle
kılık kıyafet kanununa aykırı olarak dolaşanları kolundan tuttuğum
gibi karakola götüreceğim. Evlerini polise göstereceğim. Otomobilde
görürsem plâkalarını alıp bildireceğim. Yapılan işlemi savcılığa kadar
takip edeceğim. Yok yok, savcılıkta da takip edeceğim” şeklindeki köşe yazısını akla getirelim. Yine o
ara aklın bağlandığı “kamusal alan”, “lâiklik”, “siyasal simge”, “çağdaşlaşma”
ve “ilericilik” kavramlarını hatırlayalım…
Bakıldığında, olan bitenler
Amerikalı politikacı Charles
O'Conor’un zencilerin köleliğinin adaletli olduğunu dillendirmesi kadar akıl
dışı ve saçmadır. Bu işin akıl tutulması
olduğu o zaman herkes tarafından anlaşılmıyordu
ama şimdi dönüp baktığımızda hakikaten aklın devre dışı kaldığını rahatlıkla
görebiliyoruz. Hatta bu işe kendini kaptıran aktörlerden akılları başına
gelenler, o zamanki hâllerine esefle bakıyorlardır.
Toplumun konjonktürel akıl
tutulmasından kurtulması oldukça zor. Çünkü o dönemde öyle senaryolar yazılır,
öyle roller yapılır ve bunlar dönemin otoriteleri tarafından güçlü bir şekilde
dillendirilir ki toplumun o girdaptan çıkıp “Bunlar gerçek mi?”, “Hakikat
nedir?”, “Bu işin doğrusu nasıldır?” diye sorması çok zordur. Önümüzde günlük
olarak oyalanacağımız meşgaleler vardır, olayın sıcaklığı vardır, pragmatik
ilişkiler vardır…
Belki ferdî olarak kendimiz
pozisyon almak durumundayız ve bu noktada konjonktürün dışına çıkarak olan
biteni anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmalıyız.
Konjonktürel akıl
tutulmasından kurtulabilmek için öncelikle uzun vadeli düşünebilme
kabiliyetimizi geliştirmemiz gerekiyor. Tarih şuuru da bu mânâda önem arz eder.
Meseleyi ele alırken, neden-süreç-sonuç analizi yaparken zaman boyutunu ne
kadar geniş tutarsanız o kadar konjonktürel akıl tutulması tuzağından kurtulmuş
olursunuz. Meselâ Türkiye-ABD ilişkilerinde son zamanlarda yaşanan problemleri
kısa vadeli (son 20 yıl gibi) ele alırsak, konjonktürel akıl tutulması tuzağına
düşmüş oluruz ve doğru sonuçlar çıkaramayız. Ama Türklerin Orta Asya’dan
çıkışı, Müslüman oluşu, Anadolu’ya gelişi ve Batı karşısındaki konumu, Batı’nın
Türkiye algısı, tarihte yaşananlar, ABD’nin Orta Doğu ülkeleri ve Türkiye de
dâhil olmak üzere İslâm dünyasına yönelik 100 yıllık, 500 yıllık, bin yıllık
plân ve programlarını ortaya koyduğunuzda, şimdi yaşanan problemlerin anlamı
değişmektedir.
Konjonktürel akıl
tutulmasından kurutulabilmek için, uzun vadeli düşünebilme kabiliyeti ile
birlikte pratiği teorik bilgiyle terbiye edecek anlayışa sahip olmak gerekir.
Pratiği olanlar (mevcut yaşadıklarımız, uygulamalar, hayatın gidişatı ve
benzeri), teoriyi de olması gerekenler (ideal, doğru, hakikat) olarak
düşünelim. Teorinin kontrol etmediği, kendi hâline bırakılmış pratik
pragmatizme ve dolayısıyla kısa vadeli sonuç alma hedefine teslim olacaktır.
Meselâ, kendi kariyerini
düşünerek ülkenin geleceğini tehlikeye atmak böyle bir şeydir. Böyle durumlarda,
“Bu işin doğrusu ne olmalı?” sorusunu sık sık kendimize sormalıyız.
Son olarak, konjonktürü daha
iyi anlayabilmek için dönemin içinden çıkmak gerekir. Olan bitenleri
anlayabilmek için şartların değişmesi, yeni bakış açılarının geliştirilmesi ve
yeni bir başlangıç olması gerekir. Olayın sıcaklığı ile verilen tepkiler,
konjonktürel akıl tutulması tehdidinden bağımsız değildir. Doğru
değerlendirmeler, ancak o dönemin içinden çıkmakla mümkün olur.
Her döneme dair konjonktürel
akıl tutulması analizi yapabiliriz. Şu anda kapılıp gittiğimiz düşüncelerin bir
müddet sonra anlamsızlaşması ihtimâli vardır. Kendimizi konjonktürel akıl
tutulması tuzağından kurtarmak için uzun vadeli düşünmeli, yaşananları teorik
bilgiyle terbiye etmeli ve doğru değerlendirmeler yapabilmek için acele
etmemeliyiz. İdarede olduğu senelerde Sultan Abdülhamid’e karşı amansız muhalefet
eden ve vefatından sonra da ona ithafen özür şiiri yazan Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın
pozisyonu bu meyanda ilginç bir örnektir.