Konformist insanın yuları

Yeni yetişen nesilde gözlemlenen “Sırtımı devlete dayamalıyım!” ve “Standart bir gelir giderim olmalı” gibi çoğaltabileceğimiz örneklere bir de revaçta olan “kibir hastalığı”nı eklediğimizde, tablonun iç açıcı tarafı neredeyse hiç kalmamakta. Oysa kibir, bilmemenin, hem de bilmediğini bilmemenin bir sonucu olsa gerektir. Günümüz insanı, bildiğini zannetmek ve öğrenmemekle sabıkalı!

İNSAN, geçen tarihî süreçte karşısına çıkan tüm soyut kavram, düşünce, varlık veya olayları anlamlandırmak, benimsemek ve içselleştirmek amacıyla iç dünyasına yansıyan pek çok şeyi somutlaştırmaya gayret gösteregeldi.

Özellikle mitolojik dönemler gözlemlendiğinde, insanın tanrısal tarif ve kavramları, zihninde canlandırma gereksinimi içinde olduğu görülür. Ama bu yetmez. Çünkü aynı tanrısal tarifler, göz önünde tutmaya, hattâ canlandırmaya zorlar şahsı. Çünkü kolay olan budur! Zoru kolaylaştırma adına, sözel olana müracaatın bir ifadesi olarak tasarlanan efsaneler ve destanlardaki mekân ve cisimlerin hayâli veya varlıkların olağanüstülükleri ve kahramanların kerametleri gibi şeyler de soyutluğun somutlaştırılma ameliyesi şeklinde algılanabilir. Zannedilir ki, geçmişten süregelen soyutu somutlaştırma serüveni/çabası, aynı istikamette sürüp gidecektir.

Oysa yakın geçmişten günümüze, günümüzden ileriye doğru yürüyen insanda durum farklılaşmakta. Artık “yeni insan”, bilmediği veya anlamlandırmada sıkıntı çektiği durumlarda somut olanı terk ederek -bir nevi zihinsel problemden sıyrılmak adına- kavramları, düşünceleri, olayları, hattâ kimi hâllerde zamanı ve bazen de mekânı soyutlama çabasına girmiş görünüyor. Geçmişin tersyüz olmuş hâli gibi görünen böyle durumların ana sebebi ise soyutun sorgulanması, içinde bulunulan konforizmin ve rehâvetin bozulmasına, kaybolmasına olanak sağlaması olmuştur.

İnançlar bağlamında, 13’üncü yüzyıldan günümüze -özellikle dinsel kavramlar noktasında- insana mîras kalan bazı sıkıntılar, aslında bugün şikâyet edilen pek çok durumun da ana kaynağı olarak görülmekte. Misâlen, “mistik gelenek” ile insanın, iç dünyasında yaratılan gizemle sarmalanmış kavramların katbekat soyutlaştırılması, avam olarak tarif edilen insan katmanının sorgulama mekanizmasının önünü kapatmış durumda. İşte bu doğrultuda atılmıştır günümüz konformist anlayışının temeli!

Bu nedenle Tanrı arayışında, insanın somut olarak algılayabileceği, çevresine baktığı zaman kolaylıkla görebileceği milyonlarca fizikî varlık orta yerde dururken ve anlamlandırılabilinirken, bakın ne yapıyor insan? Mücerretin şâhikası olan metafiziğe yönelerek bilinmeyende ve görünmeyende kaybolmak anlamsızlığını kolaylıyor. Bu kolaylama, aslında kayboluşa kapı aralamakta. Bunun aynı zamanda insanı, doğal fıtrattan uzaklaşmayı doğuran bir davranış olduğunu söyleyebiliriz.

Bir başka bakış açısıyla… Tevhidî inanç hakikati sadece aklını kullanabilen insanlara hitap noktasındayken, mistik geleneğin bağlıları açısından Heteredoks/yerel-sözel-kültürel değerlerle halka dokunmanın kolaycı çekiciliğinin ana kaynağını oluşturmuş gibi duruyor. “Gizemci seyr-i âlem” serüveni ise insanda merak duygusunu harekete geçirmekle çekiciliği farklı bir boyuta taşıdığını söylemek mümkün.

Bu boyutta, aslında “abd” (kul) olmayı ele alırsak…

Abd olmak, sıradan/akletmeyen kulluğu, bir fikre intisabı, bir ideolojiye embedlenmeyi reddeder ve varlığı, bu tür insanî kulluktan azâde kılar. Denildiği üzere, ancak 13’üncü yüzyıldan bu yana gelinen süreçte geliştirilen bir metod, fıtratın bu “Abdullah” boyutuna dokunmakta ve onu, eksik kıldığı izlenmekte…

Çürümek

Günümüzde gide gide daha da belirginleşen bu metot dairesinde insanın “Allah’a tâbi olmak” sanısı (ile) aslında, “Allah adına konuşanlar”a tâbi olduğu, net tespitlerden sayılmakta. Ardından, “Allah adına konuşanlar”ın lokomotifine kompartıman olup giden ve akletmeyi bir tarafa bırakarak sorgulamaktan kendisini alıkoyan bir yığınlar sürüsü ile karşı karşıya kalmak üzerindeki kaçınılmaz hâlin ön göstergesi yaşanmakta günümüzde.

İnsanların bu tür “kösem” ardındaki “sürü davranışı”nın psikolojide bir karşılığı olmalı zâhir. Fıtrattan ötürü biliyoruz ki, insan, her iki tarafa da meyilli bir yaratık. Ancak burada dokunmak istediğimiz kalıplar mevcût. Kalıplara dokunulmasının önündeki en büyük engel ise, ona bir kutsiyet atfetmiş olmak. Bu böyle olsa da, diğer bir önemli engelse, insanın sorgulamaya başlamasıyla içinde bulunduğu konfordan/rehâvet hâlinden çıkacak olması… Bir Mehdi/kutsal kurtarıcı bekleme durumunu da bu tespitin merkezine yerleştirebiliriz.

Bir kutsal kurtarıcının gelmesi ile her şeyin düzelecek olması düşüncesi, insanlar üzerinde müthiş bir rehâvet meydana getirmiş durumda. Dikkatli bakılırsa, günümüz insanının en büyük problemi, “tembellik” olarak çıkar karşımıza. Çünkü insan, rahata alıştırılıyor. İçinde bulunulan dijital çağda, insanın parmağını dahi oynatmadan pek çok şeyin önüne gelmesi sağlanmakta. İnsan bunu bir tükeniş değil, aksine gelişim olarak görüyor. Hakikatli bir tefekkür sonucu, dünya üzerinde en rahat ve en konforlu yerin mezar olduğunu düşünmek pek de zor olmasa gerek. Buna farklı tasavvurlar da eklenebilir.

Bu rahatlığın insanı götüreceği sonuca “çürümek” denilebilir. Evet, “dijital rahatlık/konforizm” bedeni, “düşünsel konforizm” ise beyni çürütüyor. Bunu bir örnekle deneyimlemek gerekirse, insan, istediği rahatlıkta, üstüne uzanabileceği bir koltuğa yerleşip eline bir kitap alıp okumaya koyulursa, kaç dakika dayanabilir?

Muhtemelen 20 dakikada uyku basar. Çünkü rehâveti hisseden beyin, kendine ihtiyaç olmayacağından devre dışı kalmaya yönelir. Oysa sert çakıllar üzerindeki bir rahlede yapacağı okuma eylemini saatlerce sürdürebilir kişi. 

İnsan dışındaki tüm canlılar gözlemlendiğinde, doğasına aykırı bir davranış sergileyen canlı görmek söz konusu olamaz. Bir kuş, kanadını kullanmayı bırakarak, “Ben bundan sonra uçmayacağım, yürümeyi tercih ediyorum” demez, diyemez. Yani insan dışındaki her canlı, donanımının tamamını kullanır. Lâkin insan, bu donanımla birlikte bir tercih hakkına da sahiptir. Meselâ akıl yürütme özelliğini isterse kullanmayabiliyor, hattâ hiç kullanmadan bir ömrü tüketebilir. İşte bu noktada bir yetenek var, ancak kullanıp kullanmamak, kişinin tercih dairesinde…

Kullandıkça kendini geliştirebilen bu sistemde temel, sadece düşünmeye değil, düşünebilmeyi de düşünmeye dayandırmakta. Bir canlı olarak insanın tarihî süreci incelendiğinde, kendi sınırlarını zorlamak ve akabinde o sınırları aşmak, hayatı idâme ettirmenin gerekliliği. İnsan bu süreçte, hep sorgulama eylemiyle kendi çemberinin dışında kalanı etkileyen bir yaşama biçimine yönelmiş durumda. Buradan hareketle diyebiliriz ki, “İnsan, ne kadar yönetebiliyorsa o kadar güç sahibi sayılır”.

İnsanın, içinde bulunduğu çevreye ve geleceğe doğru yönelttiği bakış açısının önünde beliren yegâne değilse de temel sorun, neredeyse her işini teknolojik aletlerin kontrolüne vermekte oluşudur. Günümüzde durum bu!

Peki, insan açısından teknolojik aletlere verilen güç, bir nevi kendi sonunu hazırlamak mıdır? Olabilir… Bu sorunun cevabını yine insanlık tarihine yönelerek bulmak mümkün görünüyor. Hâkeza, bu gidişatın sonu bir kıyamet olmasa da…

Tarihte pek çok kavim veya topluluk, fıtrata uygunsuzluğun sonucu olarak helâke sürüklenmiş durumda. Bununla birlikte, insanın defaatle rehberliğe ihtiyaç hâlinde olduğu da bir hakikat… İnsaniyet açısından, tarihin her döneminde hatırlatılmaya olan ihtiyacı gözlemlemek mümkün… Fıtratın temelinde, insanın saâdet ve huzura kavuşmak yolunda varlığı ile barışık olma hâli bulunmakta. Günümüzde saâdet ve haz kavramlarının karıştırılması ise dengeyi bulamamak ile sonuçlanmakta.

Örneklemek gerekirse… Araba-ev almayı, bir mâkâma-mevkiye ulaşmayı huzur addeden insan, maddiyattan umduğu ve karşılık bulamadığı bu süreci defalarca bir kısır döngü içerisinde sürdürebilmekte. Oysa huzura gidiş yolunun ilk adımı, akletmekle başlamakta. İnsan, huzur çatısı altında, pek çok konuya ilgi alâka gösterebilir, göstermelidir de. Sanat, insan olmanın alâmeti olarak insanın hayatında mevcûtken, felsefe temel bir kabiliyetken, din herkesin derdiyken ve beden hareket üzere tasarlanmışken; “Sanat, sanatçının işidir”, “Felsefeyi filozoflar yapsın”  veya “Dinin ayrıntılarına ancak ilâhiyatçılar vâkıf olsun” ya da “Sporu sporcular yapmalı” gibi söylemler ve düşüncelerin zihinlere kazınmış olması, insanın fıtrattan uzaklaştığının farklı yansımalarıdır.

Yeni yetişen nesilde gözlemlenen “Sırtımı devlete dayamalıyım!” ve “Standart bir gelir giderim olmalı” gibi çoğaltabileceğimiz örneklere bir de revaçta olan “kibir hastalığı”nı eklediğimizde, tablonun iç açıcı tarafı neredeyse hiç kalmamakta. Oysa kibir, bilmemenin, hem de bilmediğini bilmemenin bir sonucu olsa gerektir. Günümüz insanı, bildiğini zannetmek ve öğrenmemekle sabıkalı!

İnsanın kendine, “Ben bunu nereden biliyorum?” sorusunu sormadıkça işin içinden çıkamayacağı, geçmişten günümüze gelen ve teknoloji ile birlikte neredeyse zirve yapmış bu problemin çözümü için birkaç şey söylemek gerekiyor: Beyin konforunu bozacak insanlarla tanışmak, tartışmak ve ekstrem işlerle uğraşmak, daima uğraşmak… Evet, özet ama net bir tavsiye olacaktır bu! 

Son olarak, Aliya İzzetbegoviç’in, “Birçok hayvanın kafası sağa, sola, yukarı, aşağı dönebilir. Lakin insan, başını kaldırıp yıldızlara bakma hakkına sahiptir ve bu nedenle tefekkür edebilir. Ancak bu bir yetenek değil, görevdir.’’ sözünü tam manasıyla anlamak, Konformist Rehavetten çıkmak adına güzel bir başlangıç olmaya kılavuz bizce. Aksi takdirde; insan/insanlık yıldızlara bakmazsa, bakamazsa başı yerden kalkmayacaktır! Teheccüd sonrası Tefekkürlerde Âlemlere saldığımız Sinerjide/Enerjide buluşmak ümidi ile kalın sağlıcakla…