
Kavramların
analizi
ASLINDA makalenin
başlığına “Liderler ve Koltuklar” demeliydim ama ben “Koltuklar ve Liderler” demeyi
daha uygun buldum. Bunu da taammüden yaptım.
“Liderler”
fâilliği temsil eder, “Koltuklar” ise mef’ûllüğü. Yani özne- nesne ilişkisi…
Öznellik ve nesnellik…
Ama
makalenin başlığında “Koltuklar” öne ve önceye, “Liderler” ise sona ve sonraya gelmiş.
Aslında tam tersi olmalıydı; önce “Liderler”, sonra “Koltuklar”…
Kıymet
hükümleri ve koltukların gücü
Değerler
ve kıymet hükümleri açısından burada bir terslik varmış gibi görünüyor ama yakından
ve uzaktan bakıldığında koltukların liderlerden daha değerli olduğu görülüyor. Binâenaleyh,
bu koltukları ele geçirmek için tâbiri câizse insanlar kendi aralarında meydan
muharebeleri yapmıyorlar mı? Her şeylerini ortaya koyup büyük bir savaşım vermiyorlar
mı? Nasıl vermesinler ki, koltuklar insanlara muazzam derecede şan, şöhret, güç
ve servet kazandırmıyor mu?
Dünyanın
en şahsiyetsiz, en ahlâksız, en kişiliksiz, en ilkesiz, en adâletsiz, en
imansız, en kaypak, en yalancı, en mürâyî insanını bu koltuklara oturtturun
bakalım, ne göreceksiniz? Ne yazıktır ki, bütün başlar önünde eğilecektir.
Koltuğa oturan da kendini ilâhlaştırarak Rabliğe soyunacak, “Şu yüce dağları
ben yarattım” havasına bürünecektir. Aynı Firavun’un yaptığı gibi…
Hani
Firavun ne demişti: “‘Ben, sizin en yüce Rabbinizim!’ dedi.” (Nâzi’ât Sûresi,
24’üncü âyet, Diyânet İşleri Meâli, Yeni)
Rablik
iddiası sadece sözle olmaz. Hem sözlü, hem de fiilî olarak ya da sadece
fiiliyatta da olabilir. Bunun ölçütü de, o koltuklara oturulunca yapılanlar,
edilenlerdir. Sağlamasını ise Allah’ın âyetleri yapar. (Bu konuda daha geniş
bilgi için bakınız: İlhan Akar, “Patolojik Muhalefet Anlayışı”, 12 Kasım 2021
ve İlhan Akar, “İktidar ve Güç Ahlâkı”, 18 Kasım 2021, Haber Ajanda Net’te
yayımlanan makaleler.)
Keşkeler
ve fedâ edilenler
Keşke
koltuklar insanlara şan, şöhret, güç, servet, kibir kazandıracağına, insanlar
koltuklara hükmü şahsiyet bağlamında şahsiyet, haysiyet, tevâzu, adâlet, hak,
hukuk, şeref kazandırsaydı. İşte o zaman o koltuklara oturanlar da otomatik
olarak bu güzel hasletlerden nasiplerini alırlardı!
Ne
var ki, bu koltuklar uğruna neler fedâ edilmiyor ki… Canlar-cananlar, kimlikler-kişilikler,
şahsiyetler-haysiyetler, inançlar-ilkeler, hayâlar-ahlâklar, terbiyeler-edepler,
dâvâlar-sadakatler, özler-sözler ve daha neler neler...
“Oturmuş
koltuğuna, ayak ayak üstüne atıyor,
Bir
koltuk uğruna, Ya Rab, ne şahsiyetler batıyor!
Uzanmış
koltuğuna, yan gelmiş yatıyor,
Bir
koltuk uğruna, Ya Rab, ne dâvâlar batıyor!”
Koltuklar,
Batılı ülkeler ve bizimkiler
Öteden
beri hep dikkatimi çekmiştir. Neden Batılı ülkelerde liderler ömür boyu koltuğa
zamk gibi yapışmazlar da İslâm ülkelerinde, daha doğrusu Orta Doğu Bedevî Arap
ülkelerinde ve bizde zamk gibi yapışırlar? Çünkü bizimkiler kendilerini “bulunmaz
Hint kumaşı” gibi görüyorlar da ondan!
Bakınız,
beğenmediğimiz Batılı ülkelerde siyâsî liderler ister iktidarda olsunlar, ister
muhalefette, bize göre çok kısa sayılabilecek zaman dilimlerinde koltuklarında
kalırlar. Ömür boyu koltuklarına zamk gibi yapışmazlar.
İktidarda
olanlar da, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, ne kadar ülkelerini
büyütürlerse büyütsünler, mâkûl bir süre koltuklarında kalırlar. Zamanı gelince
de barışçıl yollarla ve gönül huzuru içerisinde arkadan gelenlere koltuklarını
bırakırlar. Böylece ne kavga olur, ne de dövüş. Hele keskinleşmiş bir
kutuplaşma hiç olmaz!
Meselâ,
daha birkaç gün önce ülkesi için çok başarılı hizmetler yapmış olan Almanya
Başbakanı Merkel ile hakkında adlî bir soruşturma açılmış olan Avusturya
Başbakanı, kendi irâdeleriyle koltuklarından ayrıldıkları gibi, siyâseti de
kökten bıraktılar.
Koltuklar
ve siyâsî târihimizde olanlar
Siz
böyle bir şeyin bu ülkede ve İslâm coğrafyasında olabileceğine hiç ihtimâl verebiliyor
musunuz? Veya siyâsî tarihimizde hiç böyle bir şey görülmüş müdür?
Bizim
eski Türk tarihimizden günümüze gelinceye kadar, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar,
Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti’nde
bunlar olmuş mudur?
Yoksa
bizim hanları, hakanları, hükümdarları, hünkârları, beyleri, başbuğları,
sultanları, şahları, padişahları ve dahi siyâsî parti liderlerini -istisnalar
dışında- Allah mı koltuklarından ayırmıştır? Ya da darbeler, kumpaslar, tabiî
ölümler mi onları çok sevdikleri koltuklarından etmiştir?
Yakın
siyâsî târihimizdeki siyâsetin sağında, solunda, merkezinde, aşırı uçlarında
yer alan parti liderlerinin koltuklarını terk ediş biçimlerine bir bakın
bakalım, ne göreceksiniz? Hiçbiri gönül rızalığıyla, kendiliğinden koltuklarını
bırakmışlar mıdır? Yoksa başka şekillerde ayrılmak zorunda mı kalmışlardır?
Diğer
yandan, Emevîlerden itibaren Arap İslâm coğrafyasında iktidarlar nasıl el
değiştirmiştir? Günümüzdeki durumları ortada değil midir?
Tüm
Türk-İslâm coğrafyasında öteden beridir uygulanagelen şahlık, padişahlık,
sultanlık, krallık, prenslik, veliahtlık, şehzâdelik uygulamaları ne demektir?
Hiç İslâm’da şahlık, padişahlık, sultanlık, krallık, prenslik ve saltanat var
mıdır? İnanmıyorsanız ve kendinizi de Müslüman olarak addediyorsanız, açın
bakın bakalım, kendi kutsal kitabınız Kur’ân’da, böyle bir şey görebilecek
misiniz?
Yakın
siyâsî tarihimizde muhalefet liderlerin de durumu aynı değil midir? Ölene ya da
darbeler veya kumpaslar gibi olağanüstü yöntemlerle gidene kadar hiç
koltuklarından kalkıyorlar mı? İsterse “seçimi on sefer, yirmi sefer kaybetsin;
isterse seçimlere girsin yenilsin, çıksın yenilsin, sabaha kadar yenilsin”,
yine de koltuğu bırakıyorlar mı? “Yenilen pehlivan güreşe doymaz” atasözü
herhâlde bunun için söylenmiş…
Çünkü
Orta Doğu toplumları gibi bizim toplum da çok hırslı, inatçı, intikamcı ve
duygusal bir toplumdur. Akılları ile değil, duyguları ile hareket ederler. Ne
pahasına olursa olsun gâlip gelerek “intikam almak” isterler. Ama bilmezler ki
(aslında çok iyi bilirler de işlerine gelmez; bildikleri şey, dillerinden
kalplerine inmemiştir de ondan) “Galip olan ancak Allah’tır”.
Ama
Batılı toplumlar daha sakin, duygularıyla değil, akıllarıyla hareket ederler.
Onun için de işlerinde ve siyâsetlerinde başarılı olurlar.
Almanya’ya
gidip geldikten sonra bir soru üzerine rahmetli Akif’in (M. A. Ersoy) Almanlar
için dediği gibi, “Dinleri işimize benziyor, işleri de dinimize”.
Son söz: “Âvâzeyi bu âleme Davud gibi sal,/ Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.” (Şâir Bâkî)