İki
tür insan
İKİ tür insan vardır:
Biri ideâlleri, diğeri menfaatleri için yaşar.
İdeâlleri
için yaşayanlar değer odaklıdırlar. Bu değerin merkezinde de ahlâk vardır,
adâlet vardır, iman vardır, ihsan vardır, edep vardır, hayâ vardır, terbiye
vardır, tevâzu vardır, helâl kazanç vardır, diğerkâmlık vardır. Başka bir
ifâdeyle söyleyecek olursak, popüler adıyla “dâvâ” vardır.
Menfaatleri
için yaşayanlar maddiyat odaklıdırlar. Materyalist ve kapitalist bir felsefeye
sahiptirler. Bu maddiyatçı anlayışın merkezinde dünyevîleşme tutkusu vardır.
Menfaate giden her türlü yol mubah kabûl edilir. Madde (kapital), mevkî, makâm,
koltuk uğruna tüm değerler rahatlıkla feda edilebilir. Pragmatist, oportünist, Makyavelist
düşünce geçer akçedir. Modernist, hedonist bir bohem hayatı yaşamak bu
anlayışın ileri safhalarıdır.
Maddeci
düşüncenin temelinde bir “dâvâ” anlayışı yoktur. Varmış gibi yapanlar
ise gerçekte bu anlayışı istismar etmektedirler.
Partilerin
durumu ve dâvâ anlayışları
Aslında,
ideolojik partilerin ve grupların hepsinde iyi-kötü bir “dâvâ” anlayışı
vardır. Fakat bu terminolojik olarak değişkenlik gösterir. “Dâvâ”
kavramı genellikle “İslâmcı” ve “milliyetçi” çevrelerin sıkça
kullandığı ve biraz da “kutsiyet” atfedilerek kullanılan bir kavramdır.
Kitle partileri ise böyle bir kavram kullanmazlar. Başka bir ifâdeyle, onların
böyle bir dertleri yoktur.
Özellikle
son yıllarda her şeyin altüst olduğu, kavramların içinin boşaltılarak istismar
edildiği, “dâvâ” denilerek kitlelerin manipüle edildiği ve sömürüldüğü,
herkesin foyasının meydana çıktığı, zamanın ve yaşanan olayların bir turnusol
kâğıdı vazifesi görüp herkesin gerçek yüzünü ortaya çıkardığı bir dönemi
yaşıyoruz.
Meğer
her şey koltuk uğrunaymış ve “dâvâ” dedikleri şey gerçekte koltuk
dâvâsıymış. Zavallı kitleler/kütleler de “dâvâ (!)” uğruna saf saf canlarını,
mallarını, oylarını verirlermiş.
Kendilerini
“İslâmcı”, “milliyetçi”, “muhafazakâr” olarak gören
partilerde olup bitenler ve “İslâmcılığı”, “milliyetçiliği”
kimseye bırakmayanların koltuk uğruna nasıl oradan oraya savrulduklarını ve
savundukları değerlerden nasıl taviz verdiklerini akl-ı selîm içinde olanlar,
insaf ve vicdan duygusuyla hareket edenler, objektif bir bakış açısına sahip
olanlar, ideolojik ve politik önyargısı bulunmayanlar rahatlıkla ve bütün
çıplaklığıyla görebilirler.
Bu
partilerden kimileri “Din, iman, ümmet”, kimileri de “Vatan, millet,
Sakarya” diyerek halkı manipüle ve konsolide etmek suretiyle kendi
saltanatlarını ve iktidarlarını alabildiğine sağlamlaştırıp teminat altına
alıyorlar.
Sosyolojik
olarak tabandaki halk ve kitleler de kuzuların sessizliği içerisinde kuzu kuzu
meleyerek bu nutuklara ve “sihirli” sözlere bel bağlıyorlar.
Hele
de bu tür partiler içerisinde bir tanesi vardır ki, yeni kurulmasına rağmen
liderlerinin şahbazlığı, cevvalliği ve yırtıcılığıyla, biraz da cinsiyet
farklılığının avantajıyla -ama hakkını da teslim etmek lâzım, mücâdeleci
kişilik özellikleriyle- “Kadının fendi, erkeği yendi” darb-ı meselinden
de hareketle herkese kök söktürmektedir.
“Milliyetçilik” tabusunu
kullanarak kurduğu partide, partinin tabanda kökleşmesi ve tabanın konsolide
olması için daha önceki partilerde milliyetçi vasıflarıyla tebârüz ve temâyüz
etmiş olanları partiye kurucu üye olarak aldıktan ve kendi liderliğini de partide
ve tabanda perçinleyip pekiştirdikten sonra, bence herkesten sakladığı gizli
emellerini bir bir gerçekleştirmek için yavaş yavaş bu “saf” milliyetçi
kadroları tek tek saf dışı etmeyi ya da parti içinde pasifleştirmeyi
becerebilmiştir. Bu mânâda kendisini kutlamak gerekir. Bu arada “Truva atı”
metaforunu da unutmamak gerekir.
Sussunlar,
beklesinler, sustukça sıra diğerlerine de tek tek gelecek elbet. Tabandaki milliyetçiler
de bunu zamanla anlayacaklar ama o zaman iş işten geçmiş ve atı alan Üsküdar’ı
çoktan geçmiş olacak. Her zaman olduğu gibi bunların payına da “ah, vah”
düşecek.
Demek
ki “dâvâ” ne dâvasıymış? Koltuk dâvâsıymış! Millet de saf saf bu
dâvâlara inanarak ve kanarak kendisini boşu boşuna heder ediyormuş. Peki, bu
millet akıllanacak mı? Doğrusu hiç ümidim yok.
Diğer
ideolojik ve kitle partilerine gelince… Zâten onları hiç saymaya dahi gerek yoktur.
Neden? Çünkü onların cibilliyeti ve cemâziyelevvelleri öteden beri bellidir.
Onlar pusuya yatmışlar ve sabırsızlıkla sıranın kendilerine gelmesini büyük bir
iştaha ile bekliyorlar.
Gelsinler,
gelsinler de, sakın gelen gideni aratmasın! Değer odaklı değil de mide odaklı
düşünen vatandaş görsün bakalım dünyanın kaç bucak olduğunu. Onlar da o zaman
anlayacaklar ama her zaman olduğu gibi iş işten yine geçmiş olacak.
Peki,
bütün bu durumlar karşısında vatandaş ne yapsın? “Kırk satır mı istesin,
kırk katır mı?” Orasını ben bilmem. Kara kara düşünsün dursun bakalım. Pek
ümidim yok ama belki de bir çıkış yolu bulabilir…