Koltuk savaşları ve halifelik vaatleri

Atalarımız ne güzel söylemiş: “Asil azmaz, bal kokmaz; kokarsa yağ kokar, onun da aslı ayrandır!” Sarık, cübbe, kaftan, şeyhlik, mürşitlik bu kadar ucuz, bu kadar kontrolsüz olmamalı!

HEP söylemişimdir, biz gazetecilerin ekmeğine yağ süren bir gündemimiz var.

Yine öyle oldu ve zorluk çekmeden bu haftaki yazımıza maya çalan iki haberden biri ülkemizden, diğeri ise Amerika’dan geldi.

İlkinde, sözde tarikat şeyhinin sözde dergâhını korunaklı bir fanusa benzeten ailenin 12 yaşındaki kızını nasıl taciz ettiğinden ziyâde, yargıya taşınan olay sonrası, cürmü işlediğini itiraf eden zâtın, şikâyetin geri alınması için yaptığı manevralarla çirkin emelini temizlemenin karşılığı olarak teklif ettiği rakama, sınırsız desteğe ve “halifelik” dağıttığına yer veriliyordu…

İkincisinde ise, UEFA Uluslar Ligi B Ligi 3’üncü Grup’ta yer alan Türkiye A Millî Futbol Takımımızın Sırbistan ile oynayacağı karşılaşma öncesinde, Trump’ın, oturduğu ahşap masanın soluna Kosova Başbakanı Avdullah Hoti’yi, sağına da Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic’i alarak Oval Ofis’te verdiği o kibirli basın açıklamasında, Vucic ile aynı anda haberdar olduğumuz Belgrad Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınacağına dair yayındı.

ABD’nin arabuluculuğunda gerçekleşen, Kosova ve Sırbistan liderlerinin katıldığı Ekonomik Normalleşme Anlaşması töreninde Trump’ın yaptığı açıklama sırasında Vucic’in yaşadığı şaşkınlık, dünya kamuoyunun dikkatini çekmişti.

Sorguya çekilen bir lider görüntüsü verdirilen Vucic, “Ben nasıl bir halt işledim?” der gibiydi.

Trump, yıl sonu yapılacak ABD Başkanlık Seçimleri için ilginç manevralara imza atarken, müttefiki Türkiye’ye, “Orta Doğu’nun patronu benim ve ben ne dersem o olacak!” mesajını vermeye çalışırken(!), soğuk savaşların start aldığı zamandan beri hasmı olan Rusya’ya da çaktırmadan bir selâm çakıyordu: “Hâmisi olduğun Sırplar seni değil, beni dinliyor!”

Trump’ın zamansız, yersiz ve edepsizce yaptığı blöflerini artık ne Erdoğan, ne de Putin yiyecek zafiyette.

İsrail’e yaranmak için şaklabanlık peşinde olan ve kendince “jest” içeren anlaşmaya imza atan ve attıran Trump için her ne kadar bu bir “başarı” olarak görünse de nihâî sonuç, seçim hitâmında görülecek.

Sırbistan ve Kosova liderleri, Amerika’dan sonra “Belgrad-Priştine Diyaloğu” kapsamında ikinci kez Brüksel’de bir araya geldiler.

Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic, bu organizasyonda Amerika’da önüne dayatılan anlaşmayla ilgili olarak, “Sırbistan, büyükelçilik faslını henüz açmadı” diyerek şerh düştü ve yanlıştan dönmüş oldu.

Tabiî şimdilik…

***

Biz tekrar ülkemize dönelim…

Gün geçmesin ki, yazımızın başında anons ettiğimiz iğrenç hâdise ve benzerlerine rastlamayalım…

Uzakta olmanın, elsiz kolsuz kalmanın tesiriyle yapabileceğim en iyi, en doğal şeyi yapıyorum ve kalem oynatıyorum…

Bir kediye köpeğe uçkur çözenlere bakıyorum, bir de buluğ olmamış, süt dişleri dökülmemiş, kendi adından başka üç beş isim dahi bilmeyen çocukları taciz edenlere… Kâh erkekliğimden hicap duyuyorum, kâh insanlığımdan!

Bir Kostantiniye’yi 21 yaşında dize getiren, çağ açıp çağ kapatan,  boğaza gerilen zincirleri âdeta bir zincirbozan edâsıyla “Hükümsüzdür önlemleriniz!” diyerek gemileri kanatlandırıp dağları tepeleri aşındıran, mühendislik harikası Şahi topuyla donanmayı döven, Hatemü’l-Enbiyâ’nın (sav) müjdesine nâil olmak için uykularından ve serden vazgeçen ama hayâllerinden vazgeçmeyen Fatih Sultan Mehmed Han’ın azmine, gücüne ve fethe olan inancına ve dahi üzerindeki kaftana bakıyorum; bir de Müslümanlığı sarık ile cübbeden ibâret sayan şeyh (!) görünümlü meczuplara… Kâh üstümdeki Amerikan basması kottan tiksiniyorum, kâh İngilizce yazılı tişörtlerden!

Bir Çanakkale’de ölüme kanatlanan “on beşlilerin” terlememiş bıyıklarına bakıyorum, bir de ağarmış sakallarını ovuştururken henüz “on ikisinde” olan sübyana salya bulaştıran tarikat postnişinlerine… Kâh bıyığımdan kurtulmak istiyorum, kâh sakalımdan!

Bir gerçek Allah dostlarına bakıyor, Rabiatü’l-Adeviyye’nin, “Allah’ım! Eğer Cehennem korkusundan Sana ibâdet ediyorsam, beni Cehennem’de yak! Yok, eğer Cennet sevgisi için Sana kulluk ediyorsam, Cennet’i bana haram kıl!” diyerek şahlanışını okuyorum… Bir, “Cennet Cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç hûri/ İsteyene ver onları/ Bana Seni gerek Seni” diyerek rızâya tâlib olan Yûnus’u dinliyorum; bir, “Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin imanı namına bir Said değil, bin Said fedâ olsun! Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücûdum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur” diyen Bediüzzaman’ı okuyorum…

Sonra bir de irşad ve tebliğ vazîfesini Cennet’e girmekten ibâret sayan, akıl tutulmasına denk hûri tarifleri ile etrafındaki câhil hâleyi bin yıllık hazzın doruklarına çıkaran ağzı sulaklara bakıyorum…

Kâh dünyadan soğuyorum, kâh dünyalıdan!

Atalarımız ne güzel söylemiş: “Asil azmaz, bal kokmaz; kokarsa yağ kokar, onun da aslı ayrandır!”

Sarık, cübbe, kaftan, şeyhlik, mürşitlik bu kadar ucuz, bu kadar kontrolsüz olmamalı!

Tıp fakültesinden mezun olan bir doktorun uzman olabilmesi, neredeyse ömrünün üçte birine denk geliyor ve bir hayli emek istiyor. Yüksek lisans eğitimini tamamlayarak onlarca bilimsel makaleye imza atmasının ardından doktora ile geçen seneler…

Bir teğmenin kurmay olması, generalliğe terfi etmesi, ordu ve kuvvet komutanı olması neredeyse meslek hayatını kapsıyor. Branşlı bir subayın, örneğin bir savaş pilotunun yetişmesi için milyonlarca lira harcanıyor…

Genç bir komiserin “Emniyet Âmiri” olması, devamında Birinci Sınıf Emniyet Müdürlüğüne terfi etmesi birtakım tecrübeye, kıdeme, imtihanlara ve kurullardan çıkacak karara bağlı. İlin asayişini yönetecekler de bu “en başarılı” şefler arasından atanıyor. Teşkilâttaki en önemli birimlerin başında gelen Özel Harekât ve İstihbarat polislerinin yetişmesi yılları alırken, harcanan rakam ise sır kâbilinden…

Son hâdiseyle, meczup Mütercimler’in hedefinde olan Türkiye’nin gururu imam-hatip liselerinden mezun olanların hedefleri arasında yer alan bir camiye müezzin-kayyım ya da imam-hatip olmak, yine belli bir imtihan sürecine, tecrübeye, ama en önemlisi bilgiye ve ses kabiliyetine dayalı…

Bu örnekleri arttırmak mümkünken, içi boşaltılan, basit tariflerle, menkıbelerle, hûriler ve gılmanlarla, el öpülerek dağıtılan Cennet parselleriyle, sosyal medyanın da gücüyle şöhretine şöhret katan şeyhlerin (!) dizginlenmeden, imtihana tâbi tutulmadan ve icâzet verilmeden, irşat yetenekleri ölçülmeden mantar gibi üremelerinin doğurduğu ve doğurabileceği tüm menfi örnekleri ne yazık ki ülkemiz, son bir hafta dâhil olmak üzere, son çeyrek yüzyılda fazlasıyla gördü.

Hemen ifade etmek isterim ki, yazıda isimleri zikredilmeyecek kadar itibar görmeyenler ne beni, ne aile fertlerimi, ne yaşadığım dini, ne de aziz milletimizi temsil etmektedirler.

“Onların üzerinden İslâm’a saldırıyorlar!” şeklindeki feveranının müsebbibi, ne yazık ki biraz da bizleriz...
Her basın mensubunun akredite edilmediği ortamlara  (hattâ Devlet protokolüne) ellerini kollarını sallayarak girmelerinin önü alınmalı ve dizayn edilmeli.

Yoksa etraflarına toplanan üç beş inanmış saf insanla yahut câhil kitle ile kendilerine iktidarın oyun kurucusu rolünü biçmeye, ahkâm kesmeye, Cehennem’le korkutmaya, Cennet’ten parsel dağıtmaya ve haberlere konu olmaya devam edecekler!

Aksi hâlde içimizden ne Ebû Eyyûb El-Ensârîler, ne Ahmed-i Yesevîler çıkar, ne Hacı Bayrâm-ı Velîler, ne de Hacı Bektaş-ı Velîler…

Ümidimiz; onların hûrili sohbetlerinden -Allah muhafaza- dolayı yoldan çıkan sapkınlar değil, o potansiyel arasından Fatih Sultan Mehmed Hanlar, İbni Sinalar, Yûnus Emreler, Mimar Sinanlar ve Aziz Sancarlar çıkmasıdır.