
“İNSANOĞLU” hırsları, hevâ ve hevesleri olan, egosantrik, güç tutkunu, mevki-makam düşkünü bir varlıktır. Kitleleri etkileyerek yönetmeyi ve yönlendirmeyi çok sever. Dünyevîleşmeye bayılır. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. “Rabbenâ, Rabbenâ, hep bana, hep bana!” der. Diğer insanların kendi önünde diz çökmesini, kayıtsız şartsız itaat ve biat etmesini ister. Ölenlerden, terk-i dünya edenlerden, diğer dünyaya hiçbir şey götüremeyenlerden ibret almaz. Onun için hak yer, adâletsizlik yapar. Kinci ve intikamcıdır. Kolay kolay pes etmez. Yenilgi ve mağlûbiyeti asla kabûl etmez, içine sindiremez.
İşte bu özellik ve niteliklerin tamamı Firavun ve Kârûn’da da vardı. Kitleleri mankurtlaştırarak ilâhlığını ilân etmek, insanları korkutarak baskı ve zulüm ile yönetmek Firavun’un; zenginliği, malı mülküyle övünmek ise Kârûn’un karakteri idi. Ama sonra ne oldu? Hüzünlü ve acıklı bir son! Hüsran ve hicran...
İnsanlık târihinde bu tür insanların sayısı pek az değildir. Her toplumda görülmekle birlikte bizim Şark toplumlarında mebzûl miktarda vardır.
Müslüman toplumların ilkel düzeyde aşiretçi ve kavmiyetçi yapıları, sosyolojik olarak feodaliteye müsait olmaları bu tür oluşumlara uygun bir zemin hazırlamıştır, hazırlamaya da devam etmektedir.
Buradan hareketle târihteki iktidar, saltanat, taht kavgaları, akabinde saltanat düzeninin kurulması ve yerleşik hâle gelmesi, bu coğrafyada aşırı otoriterleşmeyi ve diktatörlük eğilimlerini beraberinde getirmiş ve gittikçe bu eğilimlerin artmasına ve yaygınlaşmasına sebep olmuştur.
Hazreti Aişe ile Hazreti Ali arasında cereyan eden iktidar kavgaları, Muaviye ve Yezit döneminde ihdas edilen saltanat düzeni, Muharrem ayında Hazreti Hüseyin ve arkadaşlarının şehit edilmesi, Yezit’in bu olayı “kader”e tahvil etmesiyle birlikte kaderciliğin İslâm dünyasında baş göstermesi ve giderek bu anlayışın tüm Müslüman toplumlara sirâyet etmesi ve yaygınlaşarak günümüze kadar gelmesi ve neredeyse bu konunun bir itikad meselesi hâline dönüşmesi hep bu cümledendir.
İşte o gün bugündür bu topraklarda doğru dürüst adâlet, hürriyet, müşâveret, hakkâniyet, emânet, ehliyet ve liyâkat temelli, insan şeref ve onuruna yakışır ve yaraşır bir şekilde şahsiyetli ve kişilikli bir yönetim tarzı ve felsefesinin oluşturulamaması herkesi sükût u hayâle uğratmıştır.
İslâm târihinde “Halife Kureyş’tendir, halifelik (imâmet) Kureyş’in hakkıdır” hadisine (?) dayanarak birilerinin “hak” iddiasında bulunması, hâlâ bu toprakların ve bu coğrafyanın önemli bir sorunudur. Hem de Kitap (Kur’ân) ortada duruyorken...
Hâlbuki, İslâm anlayışına göre Müslümanlar, ehliyetli ve liyâkatlı olmak şartıyla ve Müslüman olmak kaydıyla “burnu halkalı Siyâhî bir köle de olsa (İslâm köleciliği ortadan kaldırmıştır) ya da Siyâhî bir Habeşli”, onun emirliğine itaat ve biat etmeliydi.
Ama hiç de öyle olmadı. Kısa bir süre sonra İslâm dünyasında saltanat düzeni baş gösterdi. O gün bugündür kimi zaman açık seçik, kimi zaman da üstü örtük bir şekilde saltanat düzeni hep devam etti gitti.
İşte, Müslüman Şark toplumlarının yüzyıllardır idârî ve sosyolojik olarak temel sorunu budur. Ne yazık ki bu sorundan bir türlü kurtulamıyor ve insan şeref ve onuruna yakışır bir şekilde bir düzen kurmayı tam olarak beceremiyorlar. Çünkü iliklerine kadar sirâyet etmiş olan bu yaygın hastalık bir türlü buna müsâade etmiyor.
Hâl böyle olunca, bu topraklara bir türlü huzur gelmiyor, Müslümanlar bir türlü medenî bir hayat yaşamayı ve sürdürmeyi beceremiyorlar.
Koltuk (iktidar) hırsı bütün benlikleri sarmış. Bir türlü bundan vazgeçmek mümkün olmuyor, olamıyor. İşte, ana muhalefet partisinin Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, İyi Parti Genel Başkanı Sayın Meral Akşener ve diğerlerinin seçimlerdeki tüm mağlûbiyetlerine ve kendi parti mensupları tarafından şiddetle eleştirilmeleri ve kamuoyu baskılarına rağmen koltuklarından bir türlü ayrılmamaları ve her şeye rağmen koltuklarını bırakmak istememeleri hep bu yüzdendir. Yâni yukarıda anlatılanlar sebebiyledir.
Zâhiren ve zevâhiri kurtarmak maksadıyla demokrasiyi ve adâleti hiç kimseye bırakmayan, sloganik de olsa sürekli olarak haktan, hukuktan, adâletten bahseden, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı diktatörlükle suçlayan, ama söz konusu kendileri olunca -en azından son gelişmeleri, söz ve davranışları ile uygulamalarını göz önünde bulundurursak- kendilerinin de eleştirdikleri kişiden aşağı kalır yanlarının olmadığını, hatta bu konuda daha fazla otoriter ve diktatörlük eğilimlerinin bulunduğunu herhâlde insaf sahibi ve tarafsız gözlem yapan herkes kabûl edecektir.
Bu mânâda Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Akşener’in son kurultay konuşmasındaki jest ve mimiklerine, el kol hareketlerine, vücut dili ve yüz ifâdelerine, söz ve davranışlarındaki tutum ve psikolojik hâllerine dikkatle bakmak ve bu konuda objektif bir analiz yapmak kanaatimce yeterli olacaktır.
Merak edilmesin, Sayın Cumhurbaşkanı da zamanı geldiğinde ve süresi dolduğunda -eğer sağlığı elverirse- koltuktan kalkmamak için elinden geleni yapacaktır ve gücü yeterse Anayasa’yı değiştirerek koltukta kalmanın yollarını arayacaktır. Ya da en azından koltuğu en yakınına, yakınlarına… Bu kimi zaman oğlu, kim zaman kızı, kimi zaman da damadı ya da damatlarından biri olabilir. Çünkü bu toprakların ruhu böyledir. Kimse kimseyi kandırmaya ve aldatmaya çalışmasın lütfen!
Ancak, tercih sebepleri ve memlekete hizmet açısından aralarında derece ve değer farkları olabilir elbette.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, meselenin özü iyi kavranırsa bu söylediklerimde şaşılacak bir yan, yön yoktur. “Ama, fakat, ancak, iyi ama” ilâ-âhir derseniz, zâten söylenecek fazla bir şey yoktur. Çünkü bu coğrafya işte böyle bir coğrafya ve Müslüman toplumlar da işte böyle toplumlardır. Meselenin özüyle, cevheriyle, ruhuyla, ilkesiyle kimse pek fazla ilgilenmez. Eşyanın tabiatına, olayların künhüne, ontolojik olarak varlığın fıtratına vâkıf olmaya çalışmak ve nefs muhasebesi yapmak nefislere ağır gelir.
Aslolan, “bizim parti, bizim grup, bizim cemaat, bizim tarikat, bizim mezhep” anlayışıdır. Aidiyet duygusu ve mensûbiyet şuuru (stereotype) her şeyin önünde ve üstündedir. Adâlet temelli ve insanca yaşamak kimsenin umurunda bile değildir. Mesele, hep “sen, ben” meselesi ve dâvasıdır.
Zâten bu topraklarda bin küsûr yıldır ayrışma ve kutuplaşma hep olmuştur. Maalesef bunun tohumları tâ o zamanlar ekilmiştir. Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım gibi, Hazreti Ali ve Hazreti Aişe arasında cereyan eden hâdiseler, Hazreti Ali ile Muaviye arasında vukû bulan çatışmalar, Hazreti Hüseyin’in Yezit tarafından şehit edilmesi ve diğer olaylar, Cumhuriyet döneminde olanlar, hep bir tarafın diğer tarafı elemine etmek istemesiyle sonuçlanmıştır.
İşte, gücü eline geçiren, diğerine böyle yapmaktadır. Rövanşist duygularla hareket edilmektedir. Hâlbuki, her zaman belirttiğim gibi, Kur’ân temelli -ki bu temelin içinde gerçek mânâda adâlet, hürriyet, akıl, irâde, ilim/bilim, insan hak ve özgürlükleri, inançlara saygı, insan haklarına saygı, tabiattaki tüm varlıkların haklarına saygı, ehliyet, liyâkat, istişâre (ortak akıl), eminlik, emânet ve emniyet, çalışma, üretim gibi güzel olan ve insana faydalı olan her şey vardır- “İslâm İnsanlık Medeniyetleri” kurulabilseydi, bu sorunların hiçbiri yaşanmayacak ve insanlar dünyaya geldiklerine pişman olmayacaklardı.
Hülâsa, benim “İdeâl Toplum” tezim de budur. Belirttiğim gibi bu tezimin temeli Kur’ân’a, onun ete kemiğe bürünmüş (mücessem) hâli olan Medîne-i Münevvere’ye (Aydınlanmış Şehir, Aydınlanmış Toplum), Fârâbî’nin “El-Medînetü’l-Fâzıla”sına (Erdemli Şehir, Erdemli Toplum), İbn Haldûn’un “Mukaddime”sindeki “Hadarî Umrân” (Medenî Toplum) anlayışına ve daha insanlık adına güzel olan ne varsa hepsine kadar gider.
Nasıl Karl Marx’ın idealize edilmiş sınıfsız bir toplum olan “Komünist Toplum” ya da sosyalist toplumu, Adam Smith’in “Kapitalist Toplum”u, Max Weber’in “İdeâl Bürokrasi”si, Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” ve Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezleri varsa, işte benim de “İslâm İnsanlık Medeniyeti” tezi gibi idealize edilmiş bir tezim ve buradan hareketle “İdeâl Toplum” anlayışım vardır. Sanılmasın ki bu bir “ütopya”dır. Hayır, elbette mümkündür!
Zamanı gelince bu “İdeâl Toplum” yeniden kurulacak ve realize edilecektir. Bundan hiç kimsenin şüphesi asla olmasın ve yeter ki inançlar sönmesin, ümitler kaybolmasın!