YIL, 1988… Rıfkı
Kaymaz ağabeyimle İstanbul’a gittik. Daha önce de birkaç kez gitmiş ve tanıdık
yayınevlerini ziyaret etmiş, yeni arkadaşlar edinmiştik. Amaç yine aynıydı. Nerelere
veya kimlere uğrayacağımızı önceden belirlediğimiz için güzergâha göre hareket
ediyorduk; böylece zaman kaybı olmuyordu.
Uğrayacağımız
yerlerden biri de, yayın hayatına yeni başlayan haftalık Vahdet dergisi. Derginin
sahibi ve yayın yönetmeni Ahmet Küçükağa, Rıfkı ağabeyin ablasının oğlu. “Hayırlı
olsun” diyeceğiz, yayın hayatında başarı ve uzun ömür dileyeceğiz...
Derginin
Fatih’teki adresini bulmamız zor olmadı. Ahmet Küçükağa, bize dergi hakkında
bilgiler verdi. Dayısına dergiye yazmasını teklif etti. Rıfkı ağabey de, “Müstear
isimle bir şeyler yazarım inşallah” dedi. Ahmet Kekeç ile o gün orada tanıştık.
Bu kısa fakat samîmi görüşme, dostluğumuzun temelini atmaya yetmişti. Aynı
yaştaydık; eskilerin deyimiyle “akran” idik yani…
Ahmet
Kekeç derginin sayfalarını hazırlıyordu; o yıllarda bilgisayar teknolojisi
olmadığı için mizanpaj el ile yapılıyordu.
Süleyman
Doğan ile de orada tanıştık. Derginin muhabiriydi. Daha sonra hiç yüz yüze
görüşmek kısmet olmadı. Geçen gün sosyal medyada ismiyle karşılaştım. Akademisyen
olmuş. Başarıları daim olsun inşallah.
Sonraki
yıllarda İstanbul’a gittiğimizde Ahmet Kekeç’e de uğrardık. Millî Gazete’de
çalışıyordu. Gazetenin yemekhânesine inerken, “Vakit gazetesinden teklif aldığını
ve birkaç gün sonra adresinin değişeceğini” söyledi. “Hayırlı olsun”
temennisinde bulunduk. Bir sonraki İstanbul seferimizde Vakit’te ziyaret ettik
kendisini…
Samîmiydi,
sohbeti güzeldi. Kültürlüydü; solcu yazarlar da dâhil olmak üzere çok okumuş,
öğrendiklerini iyi hazmetmişti. Polemik ustasıydı. Solcularla yaptığı
tartışmalarda onları kendi silahlarıyla vururdu. İdris Küçükömer’in görüşlerini
anlatır, Kemal Tahir’den örnekler verirdi.
Sohbet
esnasında dikkatimi çekmişti; Kekeç, sıkı tiryakiydi, çok sigara içiyordu. Eski
model bir arabası varmış, “Bizim külüstür” diyordu arabasına.
Yıl,
1997… Benim de yayın kurulu üyesi olduğum “Gençlik” dergisi, “kültür-sanat-edebiyat”
alanlarında yılın en başarılı kişilerini belirlemişti. Köşe yazarı dalında
Ahmet Kekeç, gazete yönetimi dalında Hasan Karakaya ödüle lâyık görülmüşlerdi.
Ödül gecesine katılmak için Ankara’ya gelen Karakaya ve Kekeç’i karşıladık,
beraber vakit geçirdik. O günden aklımda kalan, Kekeç’in şu cümleleri oldu:
“Ankara’yı sevmem, ısınamadım bu şehre. Mesai saatinin bittiği vakitte Kızılay’dan
Bakanlıklar’a doğru yürüyün. Yanınızdan geçenlerin yüzüne bakın. İnsanların
asık suratlı, ciddî ve oldukça resmî olduklarını görürsünüz. Erkekler takım
elbiseli ve kravatlı. Bazılarının elinde siyah çanta. Bu görüntülerden Ankara’nın
memur şehri olduğunu hemen anlarsınız. Yüzlerindeki devlet ciddiyetinin nedeni
budur.”
Oldukça
güzel geçen ödül töreninden sonra hep birlikte Rıfkı Kaymaz’ın evine gittik.
Yanımızda şair Nurullah Genç de vardı. Tadına doyamadığımız bir sohbet oldu.
Ahmet Kekeç, İstanbul’a dönünce köşe yazısında bizden bahseden güzel bir yazı
kaleme aldı.
Vakit
gazetesinde yayımlanmasını istediğim yazıları Ahmet Kekeç’e gönderirdim, o da
kültür sayfasında yayımlatırdı.
Ahmet Kekeç, ebedî âleme hicret etti. Mert, delikanlı ve özü sözü bir arkadaşımızı kaybettik. Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun!