Kökü çınar, gölgesi lâle

Bu sene burada bulunamadığım için üzgünüm. İnsan can kafesinde şehrin suyundan içmiş, içtikçe susuzluğu artmış ve nihayet dili damağına yapışarak susmuş bir kuş beslediğini unutmamalı! Son susmalarımdan birini daha bırakıyorum şimdi buraya. “Bu son susmam(mış)” demek zor benim için. O nedenle böyle diyorum. Böyle konuşmamıştık seninle, biliyorum. Böyle susmamıştık da bunca sene burada... Bunca sene burada böyle susamamıştık...

BU sene burada bulunamadığım için üzgünüm. Son gelişlerimden birini daha bırakıyorum şimdi. “Bu benim son gelişim(miş)” demek zor. O nedenle böyle diyorum. Böyle konuşmamıştık seninle, biliyorum. Böyle susmamıştık da. Bunu en çok sen bilirsin. Doğrusu, hissedersin. O meşhur şarkı sözünü, “Niye geldim, niye gördüm, niye gittim?” diye değiştiresi geliyor insanın. Ama sadece geliyor. Yanmış ne çok türkü varsa, bir daha yakası geliyor. Zira yanmak bile çiğlikten korumuyor insanı.

Gece bir daha bu saatte bir otobüse de binemeyeceğim belki de. Otogarda bir askerle konuşamayacağım. Hikâyeye tanıdık bir tek kişi yokken tanıdık bir simayla karşılaşma korkularım da bitecek. Oh, ne âlâ(!)! İlk günün o ferahlığı bu son günde olmayacak. İlk günün o heyecanı, belki bu son günün hezeyanı olacak. Bunu tarih yazmayacak. Bunu kimse yazmayacak. Bu satırlar, bana üstümde birikmiş ve üstüme sinmiş olanca acısıyla her yandan çok hisseli, her yandan çok bölünmüş ve her yandan çok yaralı olarak kalacak. Bir klişe mi? Hayır, öyle değil, biliyorum. Bu bize çok aşikâr.

Ama hiç olmaması gereken yerde bir söz, en küçük ihtimâl üzere bile bir klişe kokmamalı, bu doğru. Hem yaralı, zaten çokça yarım değil midir? Bu da doğru. Ama bu kadar yarım içinden doğru yarımı dahi seçemiyor insan. Bu kadar yarım kalmış defter içinden insan yarasını dahi seçemiyor. Yara seçilir mi ey can? Yara, bir nasip gibi gelir ve ömrümüzün pasını alana dek kanar. Kimi kez kan kaybından, kimi kez susuzluğuna kanmadan ömür kâsesi doluverir.

“Bu sabah” diyorum, evet, “Bu sabah”... Aslında bu akşam ama bu sabah... Sabahın üstüne sırlar bırakıp üstüme dünyanın bütün ağırlığını alıp gitmeyeceğim. Bu kadar ağırlık aldıktan sonra dünyanın omzundan ilâve yük almak da neyin nesi? Buradaki seremoniyi bir daha yaşamaya gerek var mı? Bunların hepsi muamma veya bunların hepsi çok açık, kime ne? Hatta bunlardan -neredeyse- bana bile ne?!

Nasıl olsa gül koparılıp suya atılmış gibi bir hâldeyim. Kaç gün yaşarsak, o kadar! Nasıl olsa can damarı koparılmış bir insan nasıl yaşarsa, öyle yaşayıp gideceğim, o kadar! Birazdan -o heyula mı, yoksa gölge mi olduğu belli belirsiz varlığın- son kez benim için otogardan ayrılacak olması yeterli değil mi? Son kez benim için ayrılacak ama bundan ne otobüsün, ne şoförün, ne de içindeki yolcuların haberi olacak. Hikâyeleri biraz muamma ve çokça yalnız kılan da bu değil mi zaten? Birazdan son kez benim için kalkacak bayraklar. Ama bu kez inmeyecek. Belki yarıya inecek vakti gelince... Son kez benim için ayrılacak otobüs; bir kısmını burada bıraktığım ve bir kısmını omzumda götürdüğüm enkazdan temin edecek olanca yakıtını. “Enkazın altında bir can var mı?” sorusu akıllara bile gelmeyecek. Enkazın altında sözlerini tutucu, enkazın altında sözlerini unutucu kimse var mı, bilinmeyecek. Enkaz nedir, kimler kazmıştır? En çok bunlar meçhul olacak! Failler serbestçe dolaşacak aramızda. Fiiller ve suçsuzlar hep müebbet yatacak.

Bir çalışma levhası var üzerinde enkazın. Bir hikâyenin adı var üzerinde yalnızca. Oyuncular yerine kahramanlar orada... Ancak isimlerin ve yazıların üstü örtülmüş. Belli ki bir kaza olmuş. Belli ki bir kaza süsü verilmiş. Levhada bir kaza notu var yalnız; sen de ki adına, “Bir enkaz çalışması”: “Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.”

Ne çok çevreciyiz, değil mi? İnsanın içinde olmadığı ama varmış gibi olduğu ne çok çevre notumuz var! İnsanın diri diri gömülüp üstüne beton döküldüğü ne süslü bahçelerimiz var! Evet, bir hikâyenin adı var burada, onu unutmayalım. Unutmayalım, çünkü bir tiyatro adı değil, çünkü kahramanları var: “Âşık-ı sâdık menem, Mecnûn’un ancak adı var.“

Ne hazin! İlk gün kadar yalnızım. İlk gün kadar kusurluyum. En ortada çoğaldım yalnız biraz. En çok sözü çoğalttılar en orta yerde. En sonunda yarsız bir köşede çekildim karanlığa. En sonunda yarsız bir köşede çektiler en kuytu bir karanlığa. Dara çektiler daramızı almadan. Daramızı almadan çektiler bir darlığa. Sokak lâmbaları bile söndürülmüş geldiğim görülünce. En sonunda bir köşede boğduruldum sessiz, itinasız, tek kelime etmeden... Oysa bîgünâhım. Oysa cenazemi kaldırmaya gelen bile olmadı. Üstüme gazeteler örten bile olmadı. Bir yağmur yağdı ki şaibeler kapatıldı. Oysa sen olsan...

Sen olsan, şiir okurdun en ince yerinden ve o zarif dilinden. Oysa sen olsan, yağmur yine yağardı; ancak susuz çöle yağar gibi yağardı. Aynı şehirde aynı gün mahpusmuşuz gibi yağardı. Sen olsan, şiirlerle örterdin elbet üstümü. Sen olsan, örterdin varsa bir kusurumu. Üşümezdim. Üşümezdin. Üşümezdik. Üşümezdim sen olsan bir baharın ayazında. Üşümezdim sen olsan bir zemheri yalazında. Sen olsan, ısınırdım yine yek nazarından. Sen olsan, ısınırdım sadece nazarından. Sen olsan, ben okurdum susuz bağımdan gazeller. Sen olsan, ben okurdum susuz bağrımdan beyitler: “Bağlanıp zülfünde bozdum ahdi de peymanı da/ Çeşmini gördüm, unuttum derdi de dermanı da.” 

Bu sene burada bulunamadığım için üzgünüm. Son gülüşlerimden birini daha bıraktım burada. “Burada son gülüşüm” demek gelmiyor içimden. O nedenle böyle diyorum. Böyle konuşmamıştık seninle, biliyorum. Böyle susmamıştık da. De ki, “Hatıralar bıraktım ben adına. Onlar bakıma çok muhtaç olacaklar. Arada bir onlara su vermek gerekecek, unutma!”. Kökü çınar, gölgesi lâle olan bir görüntüye misâl bu. Evet, öyle bil ey can! Bunu öyle bil! Şu resme bakar mısın? Kökü ahdimiz, ömrü bahtımız gibi. Hava gibi, su gibi, -bir şey tazeliyorsa kendini, bir şey tazeleniyorsa- insan ömrüne değilse de bir ömre bedel gibi. Ay gibi, güneş gibi, bir yaza uğrar gibi... Sonbaharda bir mektupla solar gibi, gül gibi... De ki, “Ayaküstü iki insan bir muhabbet eder” gibi... Beş dakikalık ömür, bin ömre bedel gibi. “Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedel” gibi...

Bu sene burada bulunamadığım için üzgünüm. İnsanın ayakları mı başını taşıyor, yoksa başı mı ayaklarını? Bunu bilmek hep çok zor. Yükünde ne varsa, bir de onu yükleyen var. Ne var ki, her yükü yüklenen bir kalbi var insanın. Her yükü yüklense de taşıması hep çok zor. Son konuşmalarımdan birini daha bırakıyorum buraya. “Bu son konuşmam(mış)” demek zor benim için. O nedenle böyle diyorum. Böyle konuşmamıştık seninle, biliyorum. Böyle susmamıştık da. Bir baharda üç beş tane beş dakika sayıyorum. Uzun ve derin bir sessizlik çöküyor: “Derinden bakınca gözlerinize, neden başınızı öne eğdiniz.”

Bu sene burada bulunamadığım için üzgünüm. İnsan can kafesinde şehrin suyundan içmiş, içtikçe susuzluğu artmış ve nihayet dili damağına yapışarak susmuş bir kuş beslediğini unutmamalı! Son susmalarımdan birini daha bırakıyorum şimdi buraya. “Bu son susmam(mış)” demek zor benim için. O nedenle böyle diyorum. Böyle konuşmamıştık seninle, biliyorum. Böyle susmamıştık da bunca sene burada... Bunca sene burada böyle susamamıştık...